Milli Şef Dönemi (1938-1950)





















































1938-1950: Milli Şef Dönemi
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Atatürk 10 Kasım 1938’de öldü. Ertesi gün TBMM, Atatürk’ün son günlerinde geri plana çekilmiş eski başbakan İnönü’yü cumhurbaşkanı seçti. Başbakan Bayar ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Atatürk’ten sonra Cumhuriyet’i en sarsıntısız biçim de taşıyabilecek kişinin İnönü olduğu konusunda anlaşmışlardı. İnönü Bayar’ı yeniden başbakan atadı.


Aralık 1938’de toplanan CHP kurultayı «Milli Şef» unvanını verdiği İnönü’yü değişmez genel başkan seçti. Bu olay, tek partili cumhuriyet rejiminin İtalya ve Almanya’daki faşist yönetimlere yaklaştığını gösteriyordu. Ama Türkiye yaklaştığı artık açıkça hissedilen savaşta tercihini İngiltere ve Fransa tarafından temsil edilen demokrasilerden yana yaptı. Türkiye’nin 12 Mayıs 1939’da İngiltere ve 23 Haziran’da Fransa ile imzaladığı ortak bildirilerde Akdeniz’de bir savaşa yol açabilecek saldırılara karşı işbirliği yapılacağı belirtiliyordu.

1 Eylülde Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından kısa bir süre sonra Türkiye, Fransa ve İngiltere ile bir ittifak antlaşması yaptı (19 Ekim 1939). Antlaşma hükümlerine göre İngiltere ve Fransa’nın katılacağı bir savaş Akdeniz’e yayılırsa Türkiye tarafsız kalacaktı. Türkiye bir Avrupa devletinin saldırısına uğrarsa İngiltere ve Fransa Türkiye’ye, İngiltere ve Fransa’nın güvence verdiği Yunanistan ve Romanya saldırıya uğrarsa Türkiye, İngiltere ve Fransa’ya yardım edecekti. Türkiye antlaşmaya, bu antlaşmadan doğan yükümlülüklerinin kendisini Sovyetler ile savaşa sürükleyemeyeceğine ilişkin bir çekince koydu. 1940’ta Fransa’nın yenilgisi ve Avrupa’nın büyük bölümünün Alman nüfuzuna girmesi Türkiye’yi bir Alman istilasını tahrik etmekten kaçınmaya, tarafsızlık politikası izlemeye yöneltti.

1941 Haziranında Balkanlar’ın Almanlar tarafından işgal edilmesi ve savaşın topraklarına çok yaklaşması üzerine Türkiye, kendisini güvence almak için Almanya ile bir saldırmazlık antlaşması imzaladı (18 haziran 1941). 22 haziran 1941’de Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırması Türkiye’yi rahatlattı. Ancak müttefikler, savaşa girmesi için Türkiye üzerin deki baskılarını artırdı. Ancak Türkiye savaş dışı kalmakta direndi. 30-31 Ocak 1943’te Yenice istasyonunda (Adana) Churchill’le, Aralık 1943’te Kahire’de Roosevelt ve Churchill’le yaptığı görüşmelerde İnönü, Balkanlar’daki Alman ordusunun kısa sürede Trakya ve Boğazlar’ı ele geçirebilecek durumda olduğunu, savaşa katılabilmesi için Türk ordusunun güçlendirilmesi gereğini ileri sürdü. Türkiye’nin istekleri fazla bulundu ve Türkiye ile müttefikler arasında bir güven bunalımı doğdu. Müttefikler Normandiya çıkarmasıyla Avrupa’da ikinci cepheyi açmasından sonra Türkiye Batı ile daha sıkı iktisadi ve askeri ilişkilere girdi; müttefiklere çeşitli yollarla yardım etti. 2 Ağustos 1944’te Almanya ile ilişkilerini kesen Türkiye, San Francisco’da toplanması öngörülen Birleşmiş Milletler Konferansı’na katılabilmek için 23 Şubat 1945’te Japonya’ya ve Almanya’ya savaş ilan etti.

Savaş Türkiye’yi çeşitli zorluklarla karşı karşıya bıraktı. Savaş dolayısıyla çalışabilir erkek nüfusun büyük bölümünün askere alınması tarımsal üretimi olumsuz biçimde etkiledi. Temel ihtiyaç maddeleri vesikaya bağlandı ve karaborsayı önlemek için Ocak 1940’ta Milli Korunma Kanunu çıkarıldı. Ancak savaşın Türk ürünlerine talebi artırması dış ticaretin genişlemesine yol açtı. Büyük çiftçiler ve İstanbul’daki tacirler, komisyoncular, acenteler büyük kazançlar elde etti. Bu servetler kısmen vergi kaçakçılığı, kısmen de etkili bir vergilendirme sistemi olmaması nedeniyle büyük ölçüde vergi dışı kalıyordu. Bu koşullar altında hükümet olağanüstü bir mali tedbire başvurdu. Savaş sırasında elde edilen haksız servet ve kazançları hedef alan Varlık Vergisi, 11 Kasım 1942’de kabul edildi ve ertesi gün yürürlüğe girdi. Ancak uygulamada bu vergi Rum, Yahudi ve Ermeni tüccarlara yöneldi.



Erzincan Depremi
Yılın ilk günlerinde TBMM kararı ile Erzincan merkezli büyük depremden zarar gören vatandaşlara yardım amacıyla bir komite -Milli Yardım Komitesi kurulmuştur.  Erzincan depreminde evsiz kalan binlerce vatandaşın başka illere yerleştirilmeleri sağlanmış; Maarif Vekili, deprem bölgesinde okulsuz kalan çocukların İstanbul, Erzurum ve Sivas’a nakledileceklerini açıklamıştır. 28 Şubat’ta Erzincan depreminden zarar gören yerlerin belirlenmesi ve buralardaki memur ve müstahdemlerle emekli ve yetimlere avans verilmesi kararlaştırılmıştır. Bütünüyle yıkılan Erzincan’ın yeniden kurulmasına karar verilmiş; şehrin kurulacağı bölgenin istimlaki için bir proje hazırlandığı 28 Temmuz tarihli Ulus gazetesinde duyurulmuştur. Bu habere göre, istimlak edilen yerler zarar gören Erzincanlılara parasız dağıtılacaktır. Depremin ardından iskan işleri ve felaket bölgesine ait ihtiyaçlarla tamirat ve inşaat konularına ilişkin çeşitli önlemler almak üzere Ankara’da Müsteşarlar Komisyonu oluşturulmuştur. Depremden zarar görenlerin borçlarına ilişkin icra takipleri altı ay süreyle durdurulmuştur.
Kırklı Yıllarda Yönetim- Birgül Ayman Güler


Ekonomik Sorunlar

Savaş nedeni ile ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sorunlara çözüm bulunması zorunluluğu yönetimin önünde duruyordu. Bu amaçla, 1940 yılının ilk günlerinde Milli Korunma Kanunu kabul edildi. Yasa, hükümete ekonomiyi yeniden düzenlemek amacıyla o zamana dek görülmemiş ölçüde geniş yetkiler ve olanaklar veriyordu. Devletin ekonomiye müdahale olanakları genişliyor, buna karşılık özel girişim adeta tamamen devletin vesayeti altına giriyordu. Gerçi özel girişimin bir zarara uğramaması için yasada bazı gerekli önlemler alınmış gibi görünüyordu, fakat söz konusu maddeler öyle muğlak kavramlarla örülmüştü ki, bu tür desteklerin ve önlemlerin ne ölçüde uygulanacağını ancak zaman gösterecekti. Önemli olan yasa olduğu kadar, yasanın uygulanmasıydı da.

Milli Korunma Kanunu uygulaması, Saydam Hükümeti döneminde fiyatların nispeten az yükselmesine katkısı olsa da, ekonomik sorunların geniş yığınların günlük yaşamını etkilemesini önleyememiştir. Genel bir enflasyon ortamında, mal yokluğuna dayalı bir karaborsa, karaborsaya dayalı bir spekülasyon olanağı dönemin ekonomik hayatına ilişkin tabloyu sergiler.

Saraçoğlu Hükümeti döneminde, Saydam Hükümeti döneminde alınan önlemlerden vazgeçildi. Ekonomi ve fiyatlar üzerindeki devlet müdahale ve denetimi bir ölçüde kaldırıldı. Bununla amaçlanan, fiyatların bir miktar artması pahasına da olsa, mal yokluğunun ve karaborsanın önüne geçilmesiydi. Ama alınan önlemler bunu gerçekleştirmekten uzak kaldı. Fiyatlar hiç beklenmedik ölçüde yükselirken, karaborsa olduğu gibi devam etti.

Savaş yıllarında büyük kazanç sağlayanlar da vardı. Gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi, sosyal adaletin sağlanması ve yüksek kazanç sahibi olanlardan vergi alınabilmesi için yeni önlemler düşünüldü. Buna göre, kentlerdeki “savaş zenginleri”nden Varlık Vergisi, kırsal kesimdeki “savaş zenginleri”nden ise Toprak Mahsulleri Vergisi alınacaktı.
Türkiye Tarihi-Cemil Koçak

Milli Korunma Kanunu
1940; ithalatın, dolayısıyla hammadde, ara malı ve yatırım malı biçimindeki üretim girdilerinin daralması ve faal nüfusun önemli bir bölümünün silah altına alınması nedeniyle tüm üretken sektörlerin ve milli gelirin daraldığı beş yıllık bir dönemin başlangıcıdır.11 Avrupa’da ilerleyen savaşın bütün dünyada yarattığı iktisadi buhranın dalgaları 1940 yılı başlarında Türkiye’yi de etkilemeye başlamıştır.
 Savaş nedeniyle denizde ve karada nakliyat sekteye uğramış, ithalat ve ihracat azalmıştır. Bu azalış gümrük gelirlerinde yirmi milyon liralık bir açık meydana getirmiştir. Tan’ın 3 Nisan tarihli haberinde, sınai üretimin azaldığına ve piyasanın geçici bir durgunluğun arifesinde olduğuna dikkat çekilmektedir. Dolayısıyla 1940 yılında hükümetin karşı karşıya olduğu en önemli sorun, “azalan üretim ve ithalat koşullarında oluşan darlıkların ve önlenemeyen enflasyonist baskıların halk yığınlarının tahammül sınırlarını aşmasını önlemek ve büyük kentlerin beslenmesini, ısınmasını ve giyimini sağlayabilmektir.” Korkut Boratav’a göre hastalığın temelden tedavisi üretimin artması ve enflasyonun önlenmesidir, hükümet bunda çaresiz kaldığı için esas olarak hastalığın sonuçlarının hafifletilmesiyle uğraşştır. Bu yöndeki yaklaşımların ana aracı ise Milli
Korunma Kanunu olmuştur.

Bakanlıklararası bir komisyonda hazırlanan ulusal ekonomiyi koruma tasarısı, Milli Korunma Kanunu adıyla 26 Ocak 1940 tarihinde yasalaşmıştır.
Kırklı Yıllarda Yönetim- Birgül Ayman Güler

İkinci Dünya Savaşı sürerken, Türkiye eğitim alanında da önemli bir atılım gerçekleştirdi. Bu, 1940’tan başlayarak köylü erkek ve kız çocuklarına beş yıl süreli uygulamalı bir eğitim vermek üzere «Köy Enstitüleri»nin kurulmasıydı.



Köy Enstitüleri girişiminin ardında yatan neden, çok kısa süre içinde çok sayıda öğretmen yetiştirmek ve kırsal kesimde ilköğretim sorunu, devlet bütçesine en düşük derecede yük getirerek çözmekti. Bunun için, kırsal kesimde köylülerin emeğine dayanılarak inşa edilecek öğretmen okullarında, yine köyden alınarak yetiştirilmiş çok sayıda köy kökenli öğretmen yetiştirilecekti. Köy kökenli oldukları için bu öğretmenlerin (kentte yetişenlerin aksine) köyde daha çabuk ve etkili biçimde bütünleşebilecekleri ve köy koşullarında daha verimli faaliyet gösterebilecekleri düşünülmüştü.


Köy Enstitüleri Kanunu TBMM’de hükümetin istediği biçimde kabul edildi (17 Nisan 1940) ama oylamaya katılmayan üyelerin de sayıca çokluğu dikkat çekiciydi. Bu da, Köy Enstitüleri’nin daha başlangıçta CHP içinde önemli bir “sessiz muhalefet” ile karşılaştığını göstermekteydi.
(…)
Yeni ve değişik bir eğitim anlayışı ile yetiştirilen Köy Enstitüsü mezunu gençlerin, gittikleri yerlerde siyasal, sosyal ve kültürel önemli etkilere neden olacakları daha işin başında düşünülmüştü.

Bu dönemde kırsal alanda kültürel bir hareket olarak (Halkevlerinin yanı sıra uygulamaya konulan) Halk Odaları ile Köy Enstitüleri bir ara da düşünüldüğünde, tablo anlamlı hale gelmektedir. İnönü, savaş yılları. boyunca Köy Enstitüleri’nin ve öğrencilerinin sayısının artması için baskıda bulunmuştu. Amacı, köy öğretmenlerinin yanında iki yüz bin tarımcı öğretmen yetiştirmekti. Kırsal kesimde Halk Odaları aracılığı ile halkın kültürel seviyesini yükseltmek, Köy Enstitüleri ile de çok sayıda yetişmiş ve köy yaşamını tanıyan ve köye önderlik edebilecek, CHP’nin ilerideki bazı atılımlarını savunabilecek ve bu konuda yol gösterebilecek genç öğretmenler yetiştirmek, —daha savaş yıllarında planlamakta olan— bir toprak reformuna destek olacak bir kitleyi ve önderlerini oluşturabilirdi.

Savaş yıllarında (1939-1945) Enstitü sayısı yirmiye çıktı, 1949 yılında ise ülkedeki Koy Enstitüsü sayısı yirmi bir olmuştu 1940’lı yılların sonunda yirmi beş bin civarında Enstitü mezunu öğretmen yetiştirildi. Köy Enstitüleri girişimi savaştan sonra tamamen durdu ve bir durgunluk döneminden sonra da sessizce ortadan kalktı.
Türkiye Tarihi-Cemil Koçak


Savaş Sonrası
Savaştan sonra Türkiye’de tek parti yönetimini sona erdiren hızlı bir siyasi değişim süreci yaşandı. 1945’te Cumhurbaşkanı İnönü 19 Mayıs konuşmasında “memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir” demişti. 7 Haziran 1945’te CHP grup toplantısında dört milletvekili Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü Türk siyaset tarihine «Dörtlü Takrir» olarak giren bir önerge vererek «demokratik kurumların serbestçe doğup yaşamasına engel olan» anayasadaki ve parti tüzüğündeki hükümlerin değiştirilmesini istedi. Önergenin reddedilmesi adı geçen dört milletvekilinin CHP’den koparak 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi (DP) kurmasıyla sonuçlandı. DP teşkilatlanmasını henüz tamamlamadan katıldığı 1946 seçimlerinde 61 milletvekili çıkardı. Türkiye tarihinde ilk defa tek dereceli olarak yapılan seçimlerde açık oy gizli sayım yöntemi uygulanmıştı. Bu durum DP’nin seçimlere hile karıştırıldığı yolundaki iddialarının toplumda geniş bir yansıma bulmasına imkan verdi.


Cumhurbaşkanı İnönü’nün başbakanlığa CHP’nin otoriter kanadından Recep Peker’i getirmesi iktidar-muhalefet ilişkilerini gerginleştirdi. İktidar muhalefeti halkı isyana tahrikle, muhalefet ise iktidarı muhalefet üzerinde baskı kurmakla suçluyordu. Başbakan ve DP liderleriyle bir dizi görüşme yapan Cumhurbaşkanı İnönü 12 Temmuz 1947’de bir beyanname yayımlayarak siyasi ortamı yumuşatmaya çalıştı. Peker’e karşı CHP içinde muhalif bir grup ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı’ndan da beklediği desteği göremeyen Peker 9 Eylül 1947’de istifa etti.

Hasan Saka tarafından kurulan yeni hükümetin muhalefetle ilişkileri daha ılımlı oldu, 7 Temmuz 1948’de gizli oy açık tasnif sistemine dayalı yeni Seçim Kanunu kabul edildi. Öte yandan DP içindeki sertlik yanlıları DP’den koparak Millet Partisi’ni (MP) kurdular (20 Temmuz 1948). Mareşal Fevzi Çakmak’ın fahri başkanı olduğu Millet Parti’si, DP’yi «muvazaa partisi» olmakla suçluyor gerçek muhalefeti kendisinin temsil ettiğini ileri sürüyordu.

Ocak 1949’da istifa eden Başbakan Hasan Saka’nın yerini alan Şemsettin Günaltay hükümetinde CHP, içindeki liberal kanat önemli bir yer işgal ediyordu. Haziran 1949’da toplanan DP 2. Kongresi, kabul ettiği «Milli Tesanüt Andı»nda dürüst bir seçim yapmaması durumunda CHP’nin «milli husumete» maruz kalacağı belirtiliyordu. CHP çevreleri bu andı «Milli Husumet Andı» olarak niteledi. 16 Şubatta kabul edilen yeni Seçim Kanunu’na göre 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimler DP’nin zaferi ve 27 yıllık CHP iktidarının sona ermesiyle sonuçlandı. DP 408, CHP 69, MP 1, bağımsızlar ise 9 milletvekili çıkardı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder