Osmanlılar-3 (1595-1774)
















III. Mehmed 1596’da Eğri Seferi’ne çıkar ve kale fethedilir. Bunu izleyerek Osmanlılar’ın Avrupa’da kazandıkları son büyük meydan savaşı olan Haçova (Keresztes) karşılaşması gerçekleşir. Budin’in kesin olarak Avusturyalılar’a teslim edildiği 1686 tarihine kadar Macaristan, Habsburglar’la Osmanlılar arasında el değiştiren kent ve kaleleriyle sürekli bir savaş pazarı olarak kalacaktır.

Osmanlı diplomasisinin bir başka temel prensibi, iki cephede birden savaşmaktan kaçınmaktı. İmparatorluğun özellikle istemediği şey, Batı Avrupa ile uğraşırken İran'la savaşa tutuşmaktan kaçınmaktı. Osmanlıların Habsburglar’la uzun ve yıkıcı bir kapışma (1593-1606) içinde olduğu bir sırada, 1603'te Şah Abbas’ın (1588-1629) da savaş ilân edip Azerbaycan'daki bütün Osmanlı fetihlerini geri alması, bu politikanın çöküşü demekti.

Onun için, 1606 da Habsburglar’la yapılan Zsitva Törok andlaşmasını, Osmanlılar için talihin dönüşü ve gerilemenin başlangıcı saymak yanlış değildir. Osmanlıların başarısızlığı, geleneksel bir Asya kültürünün, Batı'dan Ödünç aldığı onca savaş teknolojisine karşın, çağdaş Avrupa’nın yükselişi karşısında yenilgiye mahkûm olduğu anlamına geliyordu. Bu noktada Osmanlı gerilemesinin, üstün Avrupa askerî teknolojisinden olduğu kadar, Batı Avrupa'nın modern ekonomik sisteminden de kaynaklandığını kaydetmeliyiz. Osmanlı ekonomisinin ve para sisteminin 1600'lü yıllarda uğradığı çöküntünün ardında, bu sırada Doğu Akdeniz'de Venediklilerin yerini alan Batı ülkelerinin saldırgan merkantilist ekonomileri yatıyordu.

Osmanlı İmparatorluğunun Sosyal ve Ekonomik Tarihi, Halil İnalcık- Donald Quatert, Eren Yayıncılık

….Yine de imparatorluk ı6oo'lerde etkileyici gücünü, çeşitli kıtalara yayılma özelliğini ve muazzam çeşitliliğini koruyordu. Sultanların mülkü Kuzey Karpatlar (güney Slovakya) ve Güneybatı Ukrayna ile Kafkaslardan Güney Arabistan'a, Yukarı Mısır'a ve Kuzey Afrika kıyısı boyunca Tunus ve Cezayir'e kadar uzanıyordu. Karadeniz kıyıları ile Balkanlar'daki soğuk ve nemli dağ ormanları tıpkı Anadolu ve Suriye'nin bozkırları gibi bu alemin bir parçasıydı. Yaprak dökmeyen Akdeniz ormanları Arnavutluk'tan Yunanistan'a, Güney Anadolu'ya ve Suriye kıyılarına kadar uzanıyordu. Bütün buralar nasıl bu imparatorluğun parçasıysa, Arabistan ve Kuzey Afrika'nın ıssız çölleri de öyleydi. Wolf Dieter Hütteroth, Cambridge Türkiye Tarihi, Cilt 3


Çocuk yaşta padişah olan 🔎I. Ahmed (1603-17) döneminin temel olayları, İstanbul’da Sultanahmed Camisi ve Külliyesi’nin inşaatı yanında İran’la yoğunlaşan savaşlardır. Kafkasya’dan Bağdat’a uzanan sınırların sürekli değişmesine karşın bunun Osmanlı tarihinde ne ekonomik, ne kültürel bir değişme nedeni olduğu söylenebilir. Sadece Iran edebiyatının Türkler için hala bir model oluşturduğu anımsanabilir.

17. yy’ın ilk yarısı yeniçeri kurumunun ve medresenin devletin dengesini bozacak bir konuma geldiklerini gösteren bir cinayetle anımsanmalıdır. Osmanlı tarihinde ilk kez, yeniçeri ve ulema işbirliği ile öldürülen padişah 🔎II. Osman’dır. Babası gibi küçük yaşta padişah olmuştur. Kişisel zaafları, rüşvete düşkünlüğü, zalimliği söz konusu olan, fakat Arapça, Farsça, Rumca ve İtalyanca bilen ve iyi şiir yazan bu genç adam, toplumun kemikleşmiş idari yapısında ilk kez köklü değişiklikler yapmak isteyen Osmanlı sultanıdır. Sultanların da nikâha dayalı aile kurmaları türünden Osmanlı harem imgesini ortadan kaldırmak isteyen ve bunun için Şeyhülislam Esad Efendi’nin kızı ile evlenen genç Padişah, kapıkulu ocaklarını kaldırarak yeni bir ordu kurmayı öngörüyordu. Ulema diktasının da karşısında olan II. Osman, İmparatorluk’un başkentini yeniden Bursa’ya nakletmeyi dahi düşünüyordu. Naima, Sultan’ın giyim kuşamda sadelikten yana olduğunu da vurgular. Onun bütün bunları dile getirecek kadar korkusuz olduğunu kabul etmek gerekir. Haince öldürülmesi de çok yaygınlaşmış ve iç içe geçmiş menfaat ağlarına karşı çıkması nedeniyle olmuştur. Ne yazık ki Osmanlı politik kültüründe ve o zamanki toplum örgütlenmesinde bu kadar erken parlayan köktenci ve yeni düşüncelerin muhatap bulması olanaksızdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun, Kanuni dönemi dünya imparatorluğundan bir yüzyıl sonra geleceğini nasıl kurtaracağını düşünmeye başlayan bir çöküntü devleti olması, kemikleşmiş strüktüre bağlı menfaat sisteminin dini içeriğinden kaynaklanmıştır.

Osmanlı Devleti’nin bir fetih ve cihat devletinden kendini savunmak zorunda kalan bir devlete dönüşmesi 17. yy’da kesinleşmiştir. Akdeniz’deki son zafer Kıbrıs’ın fethidir. Fakat Avrupa tarihinin sayfalarını süsleyen en önemli haçlı zaferi Lepanto’da Osmanlı donanmasının yenilgisidir (7 Ekim 1571).
Osmanlı’nın bundan sonraki bütün çabası Doğu Akdeniz egemenliğini Batılılar’a kaptırmamaktır.  Fakat bu da giderek tehdit altına girmiştir. Sonuçta Osmanlı Devleti bir yandan Safeviler’le, bir yandan Habsburglar’la, bir yandan Ruslar’la savaşa savaşa, 17. yy sonunda ayakta kalmaktan öte bütün amaçlarını yitirmiştir.

1617’de Kazaklar’ın Sinop kalesini yaktıklarını ve 1642’de, Bizans döneminde Vikingler’in yaptığı gibi, Boğaziçi’nde Yeniköy’e kadar geldiklerini düşünürsek, Karadeniz’in bir Osmanlı gölü sayıldığı 15. yy sonrası emniyetinin tümüyle yok olduğunu da görürüz.

Artık haraçla yaşayan bir devlet yoktur. Kuzey Afrika’daki yerel beylerin Osmanlı ile ilişkileri sadece simgeseldir. Mısır Memluk kalıntıları, Lübnanlılar, Anadolu’da Celâli isyanları devleti canından bezdirmiştir. Hint Denizi egemenliği hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Portekizliler ve İngilizler Batı Avrupa’dan kalkıp Ümit Burnu’ndan dolanarak Doğu Asya ticaretini ellerine geçirdikleri zaman, Osmanlı Devleti’nin buna verilecek bir yanıtı olmamıştır.

Savunmaya geçmiş İmparatorluk’un bütün bu fırtınalara karşı direnmek için idari, askeri, kültürel, ticari alanlarda ne yaptığını irdelemek önemlidir. Yok olmanın tohumları belki de daha önce atılmıştı. Belki de kendini Fatih’le birlikte tanımlamış olan bu politik strüktür, gücünün doğal limitlerine ulaşmıştı. Amerika’ları ve dünya ticaretini eline geçirmiş Avrupa’nın bütün gelişen güçleriyle, İslam dünyasında da İran’la ve yerel güçlerle savaşan bir devlet bugün bir Donkişot olarak görülebilir. Ayrıca bu devletin büyük bir sorunu vardı: Dünyanın insanlar ve ülkeler olarak coğrafyası hakkında yeterli bilgiye sahip değildi. Uluslararası ticaret yolları denizlerde Avrupalılar’ın, Asya’da Ruslar’ın kontrolüne geçtiği zaman “Osmanlı İmparatorluğu politik ve ekonomik olarak Küçük Asya, Balkanlar ve Arap ülkelerinden ibaret bölgesel bir devlete indirgenmişti.” Sultanların bir lütuf olarak verdikleri, sonra da vermek zorunda kaldıkları özel ticaret hakları (kapitülasyonlar), giderek her şeyin Avrupalılar’ın eline geçmesine neden olmuştur. İlginç olan, İmparatorluk’un Kanuni ve II. Selim iktidarında gücünün en tepesinde olduğu yıllarla Osmanlı tarihçilerinin yıkılıştan söz etmeye başladıkları 16. yy sonu arasında sadece çeyrek yüzyıl olmasıdır.

Yüzyılın üçüncü çeyreğinde İmparatorluk’un iki temel sınıfı “askeriye” ve “ulema” hem sosyal hem de ekonomik statülerini yitirmemişlerdi. Devlet kendine yeten bir üretime sahipti. Lepanto’dan kısa bir süre sonra yepyeni ve güçlü bir donanmayı inşa edip donatacak olanaklar vardı. Ne var ki merkezi hükümet eyaletleri kontrol edecek güçte değildi. Anadolu isyanları, rüşvet, bir türlü önlenemeyen idari istikrarsızlık halkı İstanbul’a kaçırıyordu.

Devletin nüfusu, bütün olumsuzluklara karşın, kentlerde yüzde seksen, kırsalda yüzde kırk artmıştı. İşsiz güçsüz nüfus artışı Anadolu’daki eşkıyalığı da teşvik ediyordu. Devletin zayıflamasının nedenlerinden biri klasik tımar sisteminin dejenere olmasıydı. Tımarlar onu hak edenlere değil, sarayda nüfuz sahiplerinin adamlarına verilmeye başlanmıştı. Bunlar ellerine geçen serveti vakıflara, sonra vakıflar kanalıyla kendi ailelerine mensup mütevellilere devrediyorlar, devletin elindeki tımar alanları ve ona paralel olarak ordunun temel öğelerinden sipahi sayısı azalıyordu. Mutlak ve değişmez bir sultanlık kurumu, herkesin sultanın kulu olduğu, hiçbir kurumunun değişemediği bu sistemin, değişen bir dünyanın ortasında ulaştığı tek sonuç Osmanlı sisteminin bütün kurumlarıyla bozulma sürecine girmesidir. Osmanlı düşünürleri bunu otorite boşluğu ve rüşvete dayandırırlarsa da bozulma yapısaldır. Örneğin Kanuni döneminde 87 bin olan sipahi sayısı, 1630’da 8 bine inmişti. Bunun bir nedeni tımar sisteminin bozulması ise, diğer nedeni sipahilerin Ortaçağ silahlarını bırakıp ateşli silahları kullanmak istememeleridir. İnalcık, Osmanlı ordu strüktürünün bozulması ve bunun devlet bütçesindeki olumsuz etkilerini anlatmıştır.
Klâsik Osmanlı lmparatorluğu'nun temel kurumları, hızla yükselen Avrupa'nın etkisiyle dağılmıştı; Osmanlılar kendilerini değişen koşullara uyduramıyordu. Osmanlı, modem ekonomik sorunları anlayamıyor, Ortadoğu devletinin geleneksel formüllerine bağlı kalıyordu. Çağdaş Avrupa güçlerinin merkantilist ekonomi düşüncesinin tersine Osmanlı devlet adamlan serbest pazar politikasına bağlı idiler; temel sorunlan, iç pazarda ihtiyaç maddelerinin bolluğunu sağlamaktı.
imparatorluk için kapsamlı bir ekonomi politikası düzenlemekten geri kalıp, kapitülasyonlarla pazarı AvrupalIlara açmakta bir tehlike görmüyorlardı; öyle ki,'

16. yüzyılın ikinci yansından sonra imparatorluğun Akdeniz limanları arasındaki taşımacılığını bile Avrupalılar üstlenmeye başladılar. Geleneksel anlayışa bağlı olan Osmanlı devleti, imparatorluğa mal ithalini teşvik ediyor, ihracatı ise köstekliyordu. İthalata da ihracata da eşit gümrük vergisi koyuyor, iç pazarda sıkıntı yaratabileceği kaygısı ile, belli metaların ihracını yasaklıyordu. Lonca kısıtlamalarını muhafaza ederek kimi üretim ve ihracat dallarının gelişmesi önleniyordu.

Osmanlı İmparatorluğunun Klasik Çağı, Halil İnalcık, Yapı Kredi Yayınları.
Osmanlı sistemindeki değişiklikler, dış dünyadaki değişikliklere olumlu ya da olumsuz tepki vermek zorundaydılar. Savaş teknolojisinin değişmesi ve silahın giderek bir ithal sorunu haline gelmesi, Amerika’dan gelen bol gümüşün Osmanlı parasının değerinin düşürülmesini zorlaması, ordu ve tımar sistemlerinin bozulması, kapıkulu sisteminin yozlaşarak Hıristiyanlarla birlikte Anadolu halkının da yeniçeriliğe kabul edilmesi, bunların sayıları artıp saflıkları bozuldukça huzursuzluk kaynağı olmaları devlet yapısını ve otoritesini zayıflatmıştı.

16. yüzyılın sonlarına doğru gelişen İktisadî, mali ve toplumsal bunalım Celâl! ayaklanmalarının zeminini hazırlamıştı. Tüm Anadolu’yu etkisi altına alan Celâli hareketleri kimi zaman yavaşlayarak, kimi zaman da hızlanarak 17. yüzyıl boyunca sürdü.

Siyasal açıdan bakıldığında bu yüzyılın en önemli özelliği, merkezî devletin gücünün hem başkentte hem de taşrada önemli ölçüde azalması, ancak ortaya çıkan iktidar boşluğunu hiçbir toplumsal ya da siyasal gücün dolduramamasıdır.

Savaş teknolojisindeki gelişmeler sipahi ordusunun etkinliğini azaltınca, ateşli silahlarla donatılan yeniçerilerin sayısı hızla artmıştı. Ayrıca, batıda Avusturya ve Venedik’le, doğuda İran’la girişilen savaşlar için merkezî devlet kırsal alanlardaki reayayı da silahlandırıyor ve cepheye sürüyordu. Bu paralı askerler başkent İstanbul’da ağırlığı giderek artan bir siyasal güç oluşturmaya başladılar. Uzun ve yorucu savaşlar malî bunalımları beraberinde getiriyor, yeniçerilerin maaşlarını ödemekte devlet güçlük çekiyordu. Ek malî gelir sağlamak amacıyla başvurulan tağşişler ise fiyat artışlarına, yeniçerilerin ayaklanarak, vezirlerin kellelerini talep etmelerine, hatta padişahları tahttan indirmelerine yol açıyordu. Yeniçerilerle esnaf loncaları arasındaki bağların güçlenmesi, bu bunalım döneminin gelişmeleri arasındadır. Askerliğin çekici bir meslek olmaktan çıkmasıyla birlikle, devletten sürekli ancak düşük maaş alan yeniçeriler esnaf loncalarına girmeye, ticaret ve zanaatlarla uğraşmaya başladılar. İstanbul’un iaşesinde sık sık karşılaşılan güçlükler, kıtlıklar ve darlıklar, zaman zaman baş gösteren tifo, kolera ve veba gibi salgın hastalıklar başkentteki siyasal ve toplumsal bunalımları daha da ağırlaştırıyordu

Taşrada, Balkanlar ve Anadolu’daki iktidar boşluğu daha da belirgindi. Merkezî devletin atadığı valiler sık sık ayaklanıyor, İstanbul’a karşı bağımsızlıklarını ilan ediyorlardı. Bu ayaklanmaların toplumsal tabanını ya da emek gücünü ise topraklarım terk ederek valilerin ve diğer yerel beylerin örgütlediği sekban bölüklerine paralı asker olarak giren köylüler oluşturuyordu. Merkeze karşı ayaklanan valiler reayaya baskı yapıyor, çeşitli bahanelerle ağır vergiler topluyorlardı. Böylece bölüklerdeki sekbanlara da geçim yolu açılmaktaydı. Sekban bölükleri savaş yıllarında cepheye gitmeyenlerin, savaş sonrası dönemlerde ise cepheden dönenlerin katılmasıyla daha da büyüyordu. Kırsal alanlardaki bağımsız eşkıyalık hareketleri de yine aynı dönemlerde yaygınlık kazanıyordu.

Osmanlı Türkiye İktisat Tarihi, Şevket Pamuk

 Sultanlar hâlâ güçlü görünseler de kapıkullarının oyuncağı ya da kurbanı olabiliyorlardı. Sultanların mutlak otoritelerinin en büyük gösterisi, sık sık devlete uzun süre hizmet etmiş vezirlerini, kendilerini kurtarmak için idam ettirmiş olmalarıdır.
16. yüzyılın son on yılında Avrupa’nın ekonomik ve askerî etkisi ve onu izleyen derin bunalım, Osmanlı imparatorluğunu kökten dönüştürerek tarihinde yeni bir çağ açmış oldu. Geleneksel Ortadoğu devletinin kurumlan çağdışı hale gelmiş, yeni koşullara uyma çabalan ise imparatorluğun geleneksel temellerini sarsmaya başlamıştır. İmparatorluk, 17. yüzyıl ortalarında bir kez daha görece sakinleştiğinde, 1600 öncesindeki durum kökten değişmiş bulunuyordu.

Osmanlı İmparatorluğunun Klasik Çağı, Halil İnalcık, Yapı Kredi Yayınları.
Osmanlı Devleti’ni 17. yy’dan başlayarak, Rönesans sonrası Avrupa’sının gerisine düşüren en önemli etken bilim, teknoloji, düşünce alanında kendisini Ortaçağ’a gömmüş; felsefeyi, hatta matematiği, dışarıdan gelen, her yeniliği din kalıbına sokmaya çalışan ulema sınıfıdır. İkinci Viyana kuşatması teşebbüsünden sonra, düşünenler ve giderek sultanlar, Avrupa diye bir şeyin varlığını, savaştan başka boyutlarıyla tanımaya başladıkları zaman değişmeye karşı çıkmamışlardır. Fakat onlar da değişmeyi temelde hala savaş bağlamında algılayabiliyorlardı. Kaldı ki ulema sınıfı ile eski statülerini kaybedeceklerini düşünen yeniçerilerin işbirliği sultanları ciddi yenilikler yapmaktan alıkoyuyordu. Geri kalma nedeninin bilim ve teknoloji eksikliği olduğu anlaşıldığı zaman ise Osmanlı toplumunun herhangi bir yeniliğe ulaşması ve onu kültür ve üretimine entegre etmesi olanağı kalmamıştı.
Hızla gelişen hümanist bir Avrupa kendisini her türlü ortaçağ engelinden kurtarırken, Osmanlı İmparatorluğu Ortadoğu uygarlığının geleneksel kurumlarına sıkı sıkı sarılmakta idi. Bu kurumların olgunluğa eriştiği 1. Süleyman döneminde, Osmanlı ekonomi ve toplumu kendi halinden memnun, içedönük ve dış etkilere kapalı bir duruma gelmişti. Osmanlılar, tarihleri boyunca, teknolojik, tıbbî ve malî birkaç modern keşfi benimsemişlerse de, ancak askerî ve pratik bir dizi amaç için kullanmışlardır. Şerîatla kutsanmış Ortadoğu kültürünün görüş ve değerlerinden ayrılmamış, Avrupa araç ve yöntemlerini yaratan anlayışı kavramaya çalışmamışlardır.

Daha 15. yüzyılda, Osmanlı devlet, din ve kültürünü tarafsız olarak tasvir etmeye çalışan Avrupalı gözlemciler vardı6; kendi dinsel ve politik üstünlüklerine inanmış Osmanlılar ise gözlerini dış dünyaya kapatmışlardır. Meselâ Amerika üzerinde bir tek tercüme eser yazılmış, ama bunu okuyan pek az insan görülmüştür.

Osmanlı İmparatorluğunun Klasik Çağı, Halil İnalcık, Yapı Kredi Yayınları.
17. yüzyılın Osmanlı tarihinde bazı savaş röperleri, tarihi hayalleri harekete getiren görkemli, dramatik, temelde İmparatorluk sistemine yeni bir şey katmayan, fakat bir yandan gerilemeyi derinleştirirken, öte yandan çare arayışlarını teşvik eden savaşlar olmuştur. IV. Murad’ın Revan ve Bağdat seferi, Girit fethi ve ikinci Viyana kuşatması ve daha sonra Prut’ta Büyük Petro’nun yenilmesi büyüklük ve güç gösterileri idi. Fakat bu sonuçlar çözülmeyi değiştirmeyen, belki de onu hızlandıran askeri olaylardı. 1638’de İranlılar’la yapılan Kasr-ı Şirin Anlaşması, İran-Osmanlı sınırını neredeyse günümüze kadar saptamış sayılabilir. Girit çok uzun yıllar süren savaşlarda parça parça ele geçirilmiştir. Kandiya’nın alınması ve Girit’in Osmanlılar’a geçmesi, Hanya Kalesi’nin 1645’te ele geçirilmesinden yirmi dört yıl sonra gerçekleşmiştir. Üstelik adada hala Venedik kaleleri vardı. Unutmamalı ki Osmanlı Devleti bu savaşı bir kent devleti olan Venedik Cumhuriyeti ile yapıyordu ve bu savaşlarda Venedik donanması iki kez Çanakkale Boğazı’nı ablukaya almıştır. Fakat Osmanlı donanmasının Adriyatik’i aşıp Venedik önüne gitmesi, Osmanlı’nın en güçlü döneminde de söz konusu olmamıştır.

🔎IV. Mehmed’in saltanatında (1648-1687) ve Köprülü ailesinin uzun vezaret döneminde adeta ritmik yengi ve yenilgiler sürecinde göreceli bir politik ve toplumsal stabilite sağlanmıştı.

Osmanlı tarihinin askeri başarısızlıkları toplumun varlıklı ya da toplumsal statüsü yüksek sınıflarını çok etkilemediği sürece, mimari de dahil hiçbir alanda yeni bir değişiklik olmamıştır. Onun için Sinan, bir tepe noktasının simgesi olmuş ve bir daha ulaşılamamış bir simge olarak kalmıştır. 17. yüzyılın büyük camileri Sinan camilerinin yakın varyasyonlarıydı. III. Mehmed’in annesi Safiye Sultan tarafından başlatılan büyük sultan camilerinden Yenicami’nin tamamlanması (1661-64) bu döneme rastlar. Sinan’ın Şehzade Camisi büyük sultan camileri için hala bir prototiptir. Mimari yapıtın boyutu da hiçbir yapı türünde Sinan dönemindekine erişememiştir. Fakat üslup iyi tanımlanmıştı ve Osmanlı mimarisi hiç olmazsa başkentte hoşa giden yapılar yaratma şansını kullanmıştır. Ne var ki toplumun mali gücü başkent dışında önemli bir yapı inşa etme olanağı vermiyordu. Gerçekten de Osmanlı tarihinin başkent dışında hiçbir yerde dünya mimarlık tarihine sunduğu büyük bir yapı yoktur. Sadece Türk konut mimarisinin bu tarihi süreç içinde geliştirdiği önemli bir konut tipolojisi vardır. Konutun tarihi sürecin iniş çıkışlarına direnen ve günlük yaşama doğrudan bağlı, iddiasız boyutları ondaki özgünlüğü ve değişmezliği koruyan nedenlerdir.

Avusturya ve Rusya karşısında İmparatorluk başarılardan çok başarısızlıklarla karşı karşıyadır. 🔎II. Mustafa döneminde (1695-1703) Karlofça Anlaşması (1699), 1711 Prut zaferine karşın 1718 Pasarofça Anlaşması, Osmanlı müverrihlerinin sultanlara bayram şekeri gibi fethedilen kale listelerini sundukları minyatür zafernamelere rağmen temelde sürekli yenilgi olduğunun kanıtlarıdır.

🔎III. Ahmed’in saltanatının (1703-1730) Damat İbrahim Paşa’nın sadrazam olmasından sonraki dönemi, Lale Devri olarak tanınır, İlk kez bu dönemde Osmanlılar kendilerinden başka etkinlikler içinde yaşayan bir Batı dünyasının savaştan başka boyutlarının farkına varmışlardır. Osmanlı sadrazamları içinde, büyük bir olasılıkla değişme ve yenileşmenin gerekliliğini ilk duyan Nevşehirli Damad İbrahim Paşa olmuştur. IV. Mehmed’in iktidarının son dönemlerinde devlete çekidüzen vermeye çalışan Köprülü ailesinin son temsilcisi Amcazade Hüseyin Paşa’nın sadrazamlığında (1699-1702) ithal Avrupa mallarıyla boy ölçüşecek yerli malı üretmek için, yeni fabrika açma girişimlerinin devlet politikasına getirdiği Avrupa’ya açılım düşünceleri, bir bakıma Osmanlı’nın her zaman derisinin altında duran Avrupalılık, Damat İbrahim Paşa’da temsilcisini bulmuştur.

III. Ahmed döneminde ilk kez bir Osmanlı, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, Paris’e sürekli elçi olarak gönderilmiştir. O dönemin lale eğlenceleri, zevk safa alemleri gibi öykü ve efsaneleri, gerçek bir köktenci değişim isteğinin ortaya çıktığı gerçeğini değiştiremez. Tıpkı II. Osman’ın öldürülmesi gibi, Ulema-Yeniçeri koalisyonu ve onların kışkırttıkları başıbozuk isyanı, Damat Ibrahim Paşa ve III. Ahmed’in de sonunu getirmiştir. Ne var ki belki de bazı sultanların ve uzak görüşlü idarecilerin algıladıkları köklü değişiklik istekleri I. Mahmud, III. Osman, III. Mustafa, I. Abdülhamid, III. Selim, II. Mahmud ve onları izleyen sultanların iktidarlarında önüne geçilemez değişiklikleri zorlayacaktır. III. Selim’le bir kurban daha verecek olan Osmanlı hanedanı geçmişin kurduğu strüktürü kırmak için iki yüz yıl uğraşmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1720’den sonraki tarihi, değişik alanlarda değişik yoğunluklarda direnen eskiyle, onların yerine getirilmek istenen yeniliklerin çatışması üzerine kuruludur. Bu mücadeleler devlet sınırlarının devamlı küçüldüğü bir coğrafi çerçevede olur. Politik ve ekonomik endekslerin her gün biraz daha geriye gittiği Osmanlı 18-19. yüzyıllar tarihi, sadece başkent ve bir kaç eyalet merkezinde değişme eğilimlerini sergilemiştir. Kuşkusuz Osmanlı kültürü açısından en önemli değişiklik 1727’de matbaanın kurulmasıdır. Konstantinopolis’in surlarını yıkan topların ustası Urban gibi, matbaayı kuran İbrahim Müteferrika da Macar asıllıdır.

III. Ahmed ve I. Mahmud saltanatları Osmanlı askeri direncinin hala hatırı sayılır olduğunu gösteren savaşlara sahne olmuştur. İranlılar’a karşı özellikle Güney Kafkasya’da başarılı savaşlar, 1736-37 yıllarında Rus ve Avusturya ordularına karşı gösterilen askeri başarılar ve onları sonlandıran 1739 Belgrad Barış Anlaşması, göreceli de olsa, bir süre için güven verici bir ortamın varlığını ifade eder.

🔎I. Mahmud’un uzun saltanatı (1730-54), Lale Devri yenileşme ruhunun gevşemediğini gösterir. Türkiye’de bir yüzyıl sanata egemen olacak Avrupa Barok ve Rokoko etkileri I. Mahmud döneminde köktenci bir sanat ortamı değişmesinin ürünleriyle birlikte ortaya çıkar. Klasik dönemden sonra Osmanlı mimarlığının en önemli mimari yapıtı olan Nuruosmaniye Camisi ve Külliyesi, I. Mahmud’un kültürel gösterisidir. Comte de Bonneval’in Osmanlı tabiyetine geçip humbaracı Ahmed Paşa olarak Humbarahane’yi kurması da I. Mahmud’un döneminde olur.

18. yy İstanbul’u, kuşkusuz Batı’ya dönüşün getirdiği yenilikler ve heyecanlarla, 17. yy’dan farklı bir çağdır. En önemli değişiklik ordunun yenileştirilmesini amaçlayan topçu ve mühendis kimlikli, harita okuyan, arazi krokisi yapan askerler yetiştirmektir. Bu kurumlaşma her zaman yeniçerilerin homurtularına karışmıştır. Fakat yeni bilgiler, yeni okul ve kışla yapıları, onlarla birlikte gelen ya bancılar ve açtıkları başka bir dünya vizyonu, Avrupa ilişkilerinin artması ve yabancı sefaretlerin, insanlarıyla birlikte çoğalarak Avrupa’dan yeni imgeler taşımaları Osmanlı Avrupalılaşması’nın, başka bir deyimiyle Batılılaşması’nın, hatta çağdaşlaşması’nın ilk adımlarıdır.

 🔎III. Osman’ın kısa süren (1754-57) saltanatından sonra III. Mustafa (1757-74) bu yeniliklerin kurucuları arasında anılır. Öte yandan Osmanlı Devleti’nin Rusya karşısında tümüyle aciz duruma düşmesi de onun dönemine rastlar. 1770’te Rus donanması Çeşme’de Osmanlı donanmasını yakar. Rus orduları Eflak ve Boğdan’ı istila eder. 1771’de Kırım elden çıkar. 1774 Kaynarca Barış Antlaşması Ruslar’a verilen büyük ödünlerle doludur.

🔎III. Mustafa, Askeri Mühendis Mektebi’nin kurucusudur. İstanbul’a kendi adını taşımayan üç önemli cami ve kentin mimari karakterini değiştiren kışlalar yaptırmıştır. Fakat İstanbul’u yerle bir eden ve Fatih’in yaptırdığı camiyi de yıkan 1766 depremi onun iktidarında olmuştur. İstanbul 18. yüzyılda bir yangın kentidir. Kent bazen üçte birini yok eden yangınlarla sürekli yanıp yeniden yapılmaktadır. Fakat 17. yüzyılda olduğu gibi, bu yüzyılda da yangına karşı bir tedbir alınamayacaktır.
Doğan Kuban, Osmanlı Mimarlığı, YEM Yayınları

Osmanlı Mimarisi'nde Geç Klasik Çağ

Osmanlı Minyatürü (Klasik Sonrası)













17.Yüzyıl Çelebiler Çağı, Cemal Kafadar



18.Yüzyıl Osmanlı Dünyasında Siyaset ve Ekonomi, Ali Yaycıoğlu


Kösem Sultan ve 17.Yüzyıl Osmanlı Siyaseti, Özlem Kumrular.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder