19.yy.dan 20.yy.a geçiş, aynı zamanda hanedanlıklar(imparatorluklar) çağının kapanması dönemidir. Osmanlılar, Romanoflar, Hohenzollern ve Habsburglar I.Dünya Savaşı sürecinde tasfiye oldular. Romanoflar’dan Sovyetler Birliği doğdu. Osmanlı İmparatorluğu yerini Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktı. Habsburglar’ın Avusturya’sı da cumhuriyeti denedi. Hohenzollern Almanya’sı Hitler’e kadar cumhuriyet ile yönetildi.
Gelenekçi yönetimler sonrasında, iki dünya savaşı arasındaki görece özgürlük ortamında, andığımız ülkeler coğrafyaları modernist hareketlere sahne oldu. B.Berksan
Weimar Anayasası.
Versailles Antlaşması’nın imzalanmasından bir ay sonra Weimar kurucu meclisi yeni anayasa taslağını hazırladı. Ortaya çıkan metin o dönemin en demokratik anayasası olarak büyük ilgi gördü. Dış politika ve silahlı kuvvetler konusunda önemli yetkiler verilen cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve başbakanın cumhurbaşkanınca atanması benimsendi; hükümetin nispi temsile göre seçilecek millet meclisinden (Reichstag) güvenoyu alması zorunluluğu getirildi. Üst meclis (Reichsrat) federal eyalet hükümetlerinin belirleyeceği delegelerden oluşacaktı.
Weimar Anayasası’nın en yenilikçi özelliklerinden biri, halk inisiyatifi ve referanduma ilişkin hükümleriydi. Buna göre seçmenler Reichstag’a yasa önerisi sunabilecek ve öneriyi oylamak için meclisi zorlayabilecekti. Önerinin mecliste kabul edilmemesi halinde referanduma gidilerek Reichstag’ın iradesine karşın yasalaşması sağlanabilecekti. Weimar Anayasası 11 Ağustos 1919’da resmen yürürlüğe girdi. Eylülde hükümet Berlin’e taşındı. Ama cumhurbaşkanı ve Reichstag seçimleri için ortamın henüz yeterli ölçüde güvenli olmadığı düşünülüyordu. Ebert’in geçici cumhurbaşkanlığı üç yıl uzatıldı; Reichstag seçimi Haziran 1920’ye ertelendi.
Bunalım yılları: 1920-23.
Yeni Alman demokrasisi ilk yıllarını büyük çalkantılarla geçirdi. Savaşın getirdiği düşkırıklığı Versailles Antlaşması’yla daha da pekişti. Antlaşmanın uyandırdığı nefret, cumhuriyetin sosyalist ve demokrat kurucularına yöneltildi; bunların savaşın son aşamalarında Almanya’yı arkadan vurdukları iddia edildi. Saldırgan Freikorps birlikleri Alman siyasal yaşamına vahşeti getirdi. Mart 1920’de bu birliklerden biri Berlin hükümetini kısa bir süre için ele geçirdi. Tutucu siyaset adam Wolfgang Kapp’ın planladığı bu darbe Berlin’deki sosyalist ve komünist işçilerin genel greviyle başarısızlığa uğratıldı. Benzer bir sağcı darbe ise Bavyera’da başarıya ulaştı ve bu eyalet sağcıların barınağı haline geldi. 1922 sonuna gelindiğinde ülkede 400 siyasal cinayet işlenmişti.
Bunalımın etkileri Haziran 1920 seçimin de açıkça görüldü. Daha önce oyların yüzde 75’ini almış olan ve sosyalist SPD, Katolik Merkez Partisi ile Demokratlardan oluşan Weimar koalisyon partileri ancak yüzde 43,5 oranında oy toplayabildiler. Hızla yükselen enflasyon da bunalımı derinleştiren nedenlerden biriydi. Enflasyonun temelinde Almanya’nın savaş giderlerini karşılamak için girdiği ağır borç yükü yatıyordu. Ancak 1923’teki hiperenflasyon Fransız- Belçika birliklerinin Şubat ayında sanayi merkezi Ruhr Havzasını işgal etmesiyle başladı. Hükümet işgale boyun eğmedi ve bölgedeki fabrikaların kapatılmasını istedi. Boşta kalan işçilerin ücretleri sonraki aylar da değeri her an düşen paralarla ödendi.
1923’ün ortasına gelindiğinde Alman Markı her dakika değer kaybetmeye başladı. Sabah 20 bin mark olan ekmeğin fiyatı akşamüstü 5 milyon marka çıkıyordu. Her şeyin çöktüğü 15 Kasım’da 1 Amerikan Doları’nın değeri 4,2 trilyon Alman Markı’ydı. Hiperenfiasyon sağ ve sol radikalizmi ateşledi. Komünistler devrim için uygun bir ortamın doğduğu düşüncesine kapıldı.
Münih’te Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi adlı küçük bir örgütün önderi Adolf Hitler öteki sağcı grupları birleştirmeye yöneldi. Bu amaçla Bavyera’dan Berlin’e milliyetçi bir yürüyüşü örgütlemek üzere Kasım 1923’te giriştiği darbe sonuçsuz kaldı. Sağ ve sol radikalizm umduğunu bulamadı. Hükümet bir para reformu yaptı; Ruhr’daki işgali sona erdirmek için savaş borçlarını yeni bir takvime bağladı ve Ruhr’da pasif direniş politikasına son verdi.
Weimar Rönesansı.
1920’lerin başlarındaki siyasal ve ekonomik kargaşaya karşın, Almanya’mn kültürel ve düşünsel yaşamında önemli gelişmeler oldu. 19. yüzyıl sonundan başlayarak Avrupa’daki estetik duyarlığı dönüştürmeye başlayan modernist devrim Weimar Rönesansı olarak adlandırılan bu dönemde Almanya’da yankı buldu.
Modernizmin geleneği reddeden yaklaşımı ile Alınanların savaşta yok olanların yerine yeni anlam ve değerler bulma gereksinimi tam olarak uyuşuyordu. 1918’in sonlarında cepheden dönüşünde “Bir dünya yıkıldı; şimdi radikal bir çözüm bulmalıyız” diyen genç mimar Walter Gropius, 1919’da Weimar’daki Bauhaus tasarım okulunun kurucusu ve ilk yöneticisi oldu. Almanya’da modernizmin estetik ve kültürel görüşlere öncülük eden bu okula bağlı sanatçılar, bir önceki yüzyılın sanatsal üsluplarım bütünüyle reddettiler.
Bauhaus’un dışında George Grosz, Max Beckmann ve Otto Dix gibi ressamlar dışavurumculuğu benimsediler; gerçeğin kendisi yerine gerçek karşısındaki duygusal tepkilerini tuvale dökmek istiyorlardı. Arnold Schoenberg, Anton von Webern ve Alban Berg gibi besteciler yüzyıllardır süregelen geleneği kırarak tonal müziği reddettiler. Popüler ve ciddi müziğin buluşma noktasında besteci Kurt Weill, şair Bertolt Brecht’le işbirliği yaparak Die Dreikrosche noper’in (1928; Üç Kuruşluk Opera) yaratılmasına katkıda bulundu. Dos Kabinet des Dr. Caligari (1919; Dr. Caligari’nin Muayenehanesi) gibi filmlerde, yaşamın yüzeysel görünümlerinin arkasındaki rahatsız edici gerçekleri araştırmak için çarpıtılmış dekorlar ve alışılmamış kamera açıları kullanıldı.
Ama geleneğe yönelen modernist saldırıdan herkes hoşnut değildi. Operalar ve tiyatro oyunları çoğu zaman öfkeli seyircilerce yarıda kesiliyordu. Richard Wagner’in oğlu Siegfried Wagner, babasının Der fliegende Hollünder (1843; Uçan Hollandalı) yapıtının modernist uyarlamasını kınayarak bu uygulamayı “kültürel Bolşevizm” olarak niteledi. Bu hareketli ortamın dışında kalmayı yeğleyen sanatçılar da vardı. Örneğin romancı Thomas Mann dünyayı Alman kültürünün yüce doruklarından gözlemeyi seçti. Bu çabası ona 1929 Nobel Edebiyat Ödülü’nü getirecekti.
Kaynak: Ana Britannica
Görünüşte Denge Dönemi
Almanya uluslararası sistemde yeniden bir yer kazandı ve Eylül 1926’da Milletler Cemiyeti’nin üyesi oldu. Stresemann, Locarno Antlaşması’nın, izlediği politikaların yurtiçinde eleştirilmesini önleyip doğu stratejilerine yardımcı olacağını düşünüyordu. Nisan 1926’daki Berlin Antlaşması, daha önce ilk kez (Dışişleri Bakanı hâlâ Rathenau’yken) 1922 Rapallo Antlaşmasıyla dile getirilen yeni Almanya-Rusya ilişkilerini de onayladı. Rapallo Antlaşması Almanya ile Rusya arasındaki zaten iyileşmiş ilişkilerin normale dönmesine yardımcı oldu (bu antlaşma, bazı revizyonist Almanlann umduğu gibi, Polonya’nın bölünmesi ve 1914 doğu smır-lannın geri kazanrlması için bir araç olarak düşünülmemişti). 1926 Berlin Antlaşması’nda Almanya Rusya’ya, eğer Rusya üçüncü bir güçle savaşırsa Almanya’nın tarafsız kalacağı güvencesini verdi. Bu da, sözgelimi, Rusya Polonya’yla savaşa girerse, Fransa’nın Polonya’nın yardımına Alman topraklarından geçerek gelemeyeceği anlamına geliyordu. Polonya’nın konumu bu yüzden biraz zayıflamıştı.
Tazminat cephesindeyse 1924 Dawes Planı, Alman çıkarlarını Amerikan ekonomik yayılmacılığıyla birleştirmeyi başardı. Önceki düzenlemelere göre daha uygulanabilir şartlarda, yıllık ödemeler yapılması konusunda anlaşıldı. İlk başta bir iyileşme süreci belirlendi, buna göre, ödemelerin sadece beşte biri Almanya’nın öz kaynaklarından, beşte dördüyse “başlangıç” yardımı olarak alman uluslararası borçlardan karşılanacaktı. “Normal” yıllık ödemeler, Almanya tarafından 1928-29’dan itibaren ödenecekti. Temmuz 1925’te, Fransız birlikleri Ruhr’dan çekilmeye başladı ve Ren’in ilk bölgesi temizlendi. Ocak 1927’de Almanya’nın silahsızlanmasını denetleyen uluslararası müttefik askerî komisyonu çekildi. Fransa ile Almanya arasında ekonomik yakınlaşma yaşanıyordu ve Alman diplomasisi, ABD ile Fransa arasındaki çalışmalarının sonucunda Ağustos 1928 Kellogg-Briand Paktı’nm yapılmasını sağladı. Normal tazminatların başlangıcı yaklaştıkça, tazminatlar ve Ren bölgesinin tam tahliyesiyle ilgili tartışmalar alevlendi; Ağustos 1929’da Young Planı (yurtiçinde önemli bir sağcı muhalefete rağmen) uygulamaya kondu; buna göre, ödenecek tazminatlar için yeni bir toplam miktar ve Dawes Plam’na kıyasla daha düşük bir yıllık faiz belirlendi. Yabancı denetimler kaldırılacak ve Ren Bölgesi Haziran 1930’da, Versailles Antlaşması’nda öngörülenin beş yıl öncesinde askerî işgalden arındırılacaktı.
Büyük ölçüde Stresemann’ın rehberliğinde, bir dizi hedef elde edilmiş gibiydi: Ruhr’un boşaltılması, Ren Bölgesinin işgalinin daha erken sona erdirilmesi, askerî denetimlerin kaldırılması, Almanya’nın komşularıyla olan ilişkilerinin düzene sokulması, Almanya’nın Milletler Cemiyeti’nin üyesi olarak tanınması, altından kalkılabilir bir tazminat düzenlemesi; hatta revizyonist amaçları barışçı yollarla yürütürken, Almanya’nın doğu sınırları meselesinin de açık tutulması.
......
Weimar Cumhuriyeti 1924 sonrasında görünüşte istikrara kavuşmuş olmasına rağmen, bu yeni siyasal biçime içtenlikle bağlı olan kişilerin sayısı çok fazla değildi. Yaşlı bir milliyetçi askeri kahraman olan mareşal Hindenburg’un, Friedrich Ebert’in 1925’teki vakitsiz ölümü üzerine cumhurbaşkanı seçilmesi, İmparatorluk Almanyasının eski günlerine duyulan yaygın özlemi yansıtır.
1925-26’dan sonra, (1926’dan sonra ordunun fiili lideri olan) general Kurt von Schleicher’in de katılmasıyla Hindenburg, meclisi ve sosyal demokrat etkisini dışlayarak sağ kanattan oluşan, daha otoriter bir yönetim biçimi geliştirmek üzere tasarılar yapıyordu. Ayrıca parti yönetiminde süreklilik gösteren güçlükler de vardı. Oranlı temsil sistemi ve küçük partilerin kalabalığı sürdürülebilir koalisyon hükümetleri oluşturmayı güçleştiriyordu. Katolik kökenli Merkez Partisi, liberal DVP ve muhafazakâr DNVP [Alman Nasyonal Halk Partisi, Deutschnationale Volkspartei] arasında iç politikada anlaşma sağlansa bile, dış politikada uzlaşma olmuyordu; ama tersine, SPD’den Merkez Partisi’ne ve DVP’ye uzanan (ama DVNP’yi dışlayan) bir “büyük koalisyon” dış politikada uzlaşıyor, ama iç politikada anlaşamıyordu. Tek seçenek bir azınlık kabinesi oluşturmayı ve sağdan ya da soldan, destek değilse de hoşgörü kazanmayı zorunlu kılıyordu. Bu koşullar altında, kabinelerin peş peşe kurulup dağılması ve cumhurbaşkanının sık sık müdahale etmesiyle birlikte, parti politikaları ve meclise dayalı hükümet yönetimi, oluşturabildiği zayıf güveni de Alman halkının büyük kısmının gözünde kaybediyordu.
Güç koşullarda doğduğu ve ilk yıllarında ağır bir miras devraldığı, üstelik toplumsal ve siyasal temellerinin kırılganlığı da düşünülürse, Weimar Cumhuriyeti’nin uzun vadede iyi koşullar alfanda hayatta kalabileceği meselesi bile tartışılabilir. Sonuçta, 1929’dan itibaren, Weimar demokrasisi bir dizi saldırıya maruz kaldı ve bundan zarar görmeden çıkması mümkün değildi. 1930’dan sonra esas soru demokrasinin tam olarak ne şekilde çökeceğiydi.
Weimar Demokrasisinin Çöküşü
Wall Street’in Ekim 1929’da çökmesinden de önce, Weimar Almanyasında meclise dayalı demokrasiyi dağıtmaya yönelik planlar vardı. Ama demokrasinin çöküşünün gerçekleşmesi, dünyada yaşanan ve özellikle Almanya’ya çok ağır yansıyan durgunluğun yol açtığı ekonomik krizlerle olacaktı.
1928 seçimlerinde SPD’nin göreceli başarısının ardından, SPD’den şansölye Hermann Müller’in yönetiminde bir “büyük koalisyon” oluşturulmuştu. Bu koalisyon, SPD içinde, bir savaş gemisinin maliyeti ve Young Planı’nın benimsenmesiyle ilgili daha geniş krizlerden kaynaklanan ilk bölünmeleri atlattı. Ama Wall Street Krizi’nin kendine has ciddi etkileri vardı; çünkü Alman ekonomisi yurtdışından alman ve hemen tüketilen kısa vadeli borçlara dayanıyordu. Hızla artan işsizlik Eylül 1929’daki 1,3 milyondan Eylül 1930’da 3 milyona yükseldi ve 1933 başında çalışan nüfusun her üç kişisinden birini kapsayacak şekilde 6 milyona ulaştı. Asıl sayının resmî olarak az gösterilmesinin yanı sıra yaygın olan kısa süreli işlerle birlikte, belki de Almanya’daki ailelerin yarısı çöküşten etkilenmişti ve çok daha büyük kısmıysa finansal felaket korkusuyla paniğin eşiğinde yaşıyordu.
Bu koşulların birçok farklı sonucu oldu. Doğrudan, Müller hükümetinin devrilmesine yol açtılar; çünkü bu hükümet çalışarı sayısının 1927’de kabul edilen düzeyin altına düşmesiyle birlikte, sayıları artan işsizlerin artık desteklenemeyeceği bir duruma gelmiş işsizlik sigortası sorunu bir çözümsüzlüğe saplanmıştı. Değişik önerilere rağmen, sendikalar, işverenler ve çeşitli parti üyelerinin hepsinin de konu hakkında farklı görüşlere sahip olması yüzünden farklı boyutlarda uyuşmazlık sergilemeleri nedeniyle bir uzlaşmaya varılamadı.
Mart 1930’da hükümetin mecliste bir siyasal parti desteğine sahip olmasını güvenceye alma çabası da bırakıldı. Bir kabine ilk kez demokrasiyi ciddi bir şekilde dikkate almaksızın yönetmek üzere atandı. 1930 [Merkez Partisi’nden] Brüning kabinesi, aslında iktidarı meclisten alıp otoriter bir başkanlık rejimi altında eski elitlere -ordu, bürokrasi ve ekonominin elitlerine- teslim etme stratejisinin parçası olarak 1929’da tasarlanmıştı. 1930’dan sonra olağanüstü kararlar almak üzere 48. Madde sıkça kullanılmaya başlandı; bu arada meclis oturumları ve parlamenter yasama da azaltılmıştı. Brüning, tazminatları ödeme politikasıyla birleştirdiği deflasyonist bir politika izliyor, tazminatlar sorununun köklü bir revizyonunu sağlamak amacıyla Almanya’nın flnans ve işgücü durumunun kötüleşmesini kasıtlı olarak abartıyordu. Bunu milyonlarca Almanın sıkıntı çekmesi pahasına gerçekten de başardı, Hoover Morotaryumu sonuçta 1932’de tazminatların sona ermesine yol açtı. Ama bu arada zaten aşırı değişken olan iç siyasal durumda köklü karışıklıklar yaşanıyordu.
1930’dan 1933’e dek geçen sürede iki etken bir araya gelmişti ve bunun sonucunda Weimar demokrasisi yıkıldı: Eski elitlerin parlamenter hükümete yönelik ve aslında ekonomik krizden önce başlamış saldırıları ile kriz dönemlerinde yaşanan yeni bir kitle hareketinin seferberliğe geçip nüfusun büyük kısmının karizmatik lider figürü olan Adolf Hitler’in çağrılarından etkilenmesi örtüşmüştü.
.......
Almanya'nın Kısa Tarihi, Mary Fulbrook
1929 Bunalımı ve Sonrası
|
|
24 Ekim 1929
|
Borsanın Çöküşü (Wall Street)
|
27 Mart 1930
|
Koalisyonun düşmesi. Sosyal Demokratlar
hükumetten çekildi.
|
14 Eylül 1930
|
Reichstag Seçimleri. SPD %24,5; NSDAP %18,3; Merkez %14,8; KPD %13
|
Mayıs 1931
|
Almanya’da 4 milyon işsiz
|
13 Temmuz 1931
|
Alman Banka Krizi
|
11 Ekim 1931
|
Muhalefet güçlerinin, hükumet ve cumhuriyet karşıtı cephe ilan etmeleri.
|
10 Nisan 1932
|
Hindenburg Almanya Cumhurbaşkanı Seçildi
|
30 Mayıs 1932
|
Şansölye Brüning istifa etti
|
Haziran 1932
|
Von Papen Şansölye atandı
|
4 Haziran 1932
|
Reichtag feshedildi
|
16 Temmuz 1932
|
Nazilere yönelik yasakların kalkması şiddet olaylarına yol açtı.
|
20 Temmuz 1932
|
Prusya’daki koalisyonun Papen tarafından dağıtılması. (Prusya darbesi)
|
31 Temmuz 1932
|
Nazi Partisi’nin en büyük
parti olduğu(%37,3) Reichstag Seçimleri.
|
13 Nisan 1932
|
Nazi teşkilatlanmasına karşı operasyonlar
|
6 Kasım 1932
|
Rechstag seçimleri. Nazilerin oyları % 4 düştü.
|
3 Aralık 1932
|
Kurt von Schleicher kabinesi
|
28 Ocak 1933
|
Kurt von Schleicher görevden ayrıldı.
|
30 Ocak 1933
|
Adolf Hitler Almanya Başbakanı olarak yemin etti.
|
Hitler daha atanmasının üzerinden 24 saat geçmeden, anayasayı değiştirmesi için gereken parlamento çoğunluğunu elde etmek umuduyla yeniden seçim ilan etti. Ancak seçimler adil ve tarafsız olmadı. 31 Ocak 1933’te Hitler hükümet başkanı konumunu kullanarak “Alman Halkına Sesleniş”i yayımladı. Bu bildiride, mevcut koşulların sebebi olarak, demokratik sistemi ve Komünistlerin terörist faaliyetlerini gösteriyordu (ironik bir şekilde, seçim kampanyasının bir korku ve şiddet atmosferinde geçtiğini belirtiyordu) ve hükümetini, Almanya’nın onurunu ve birliğini yeniden ayağa kaldıracak bir “milli yükseliş” olarak sunuyordu. Aynı zamanda, Prusya İçişleri Bakanı olarak Göring, Alman Lânder’inin en büyüğünün polis gücünü de kontrol ediyordu ve çoğu SA saflarından gelen 50 bin ek polisi, polis gücüne dahil edebildi. Sosyalist ve komünistlerin gösterileri ve toplantıları, sık sık polis veya Nazi güçleri tarafından basılıyordu ve beş haftalık seçim kampanyası sırasında 69 kişi öldürüldü.
Ardından, 27 Şubat’ta işsiz bir Hollandalı duvar ustası olan Marius van der Lubbe tarafından Reichstag kundaklanarak yakıldı. Tarihçiler, yangından nihayetinde kimin sorumlu olduğu konusunu çok uzun zamandır tartışmaktadır; pek
çoğu, siyasi muhaliflerinin faaliyetlerine resmi olarak son verebilmenin bahanesi olarak yangını bizzat Nazilerin ayarladığını
savunmaktadır. Gerçek ne olursa olsun, Nazi liderliği bu olayı
anında geniş çaplı komünist komplonun bir kanıtı olarak sundu ve Cum hurbaşkanını, Almanya’da sivil özgürlükleri etkin
bir şekilde askıya alan ve merkezi hüküm etin devlet yetkilileri üzerindeki gücünü artıran Halkın ve Devletin Korunmasına
Yönelik Kararname’yi yayımlamaya ikna etti.
Bütün bunlara karşın, 5 Mart 1933’te Almanya sandık başına gittiğinde Nazilerin kazancı aslında son derece sınırlı oldu.
Oy oranlarındaki artış yalnızca % 10’u biraz geçiyordu; bu oran
onlara Reichstag’da 288 sandalye kazandırdı. Dolayısıyla çoğunluğu ancak 52 Milliyetçi meclis üyesinin yardımıyla sağlayabiliyorlardı. Anayasayı değiştirebilmek için net üçte ikilik çoğunluk gerektiğinden, bu durum Hitler’in planlarına büyük bir
siyasi darbe vurdu. Ancak sonuçta bu bir yenilgi değil, yalnızca
bir aksaklıktı. Anayasayı değiştirmek için gereken çoğunluktan
yoksun olan Hitler, “parlamento ve yasa çıkarma prosedürünü
etkili bir şekilde ortadan kaldırarak bunun yerine Şansölye ve
hüküm etine sonraki dört yıl boyunca tam yetki sağlayacak” bir
Geçici Yetki Yasası’nın onaylanmasını teklif etti; “böylece diktatörlük yasal hale gelecekti.”....
Weimar Cumhuriyeti'nin Kısa Tarihi, Colin Storer, İletişim Yayınları
Weimar Cumhuriyeti'nin Kısa Tarihi, Colin Storer, İletişim Yayınları
Robert
Musil ise bunun ileri ·aşamasını Weimar Cumhuriyeti'nin
sonuna doğru sadece yergiyle yorumlayabilmişti: "Yeni bir izm ortaya
çıkar çıkmaz, yeni bir insan doğduğu sanılıyor, her ders yılının sonunda da
yeni bir çığır açılıyor . . . Güvensizlik, enerjisizlik, kötümser bir renk,
bugün ruh olan her şeyi belirliyor ... Doğal olarak bu, duyulmamış bir tinsel
işportacılıkta yansıma buluyor . . . Çiftçilerin ve işçilerin siyasalpartilerinin
farklı felsefeleri var . . . Ruhhan sınıfının bir ağı var, ama Steinercilerin
de milyonları var, üniversitelerin namı· var: Gerçekten bir keresinde
garsonların sendika dergisinde, lokanta ayakçılarının da yüceltilmesi gereken
bir dünya görüşü olması gerektiğini okumuştum. Bir Babil tımarhanesi gibi;
bin pencereden bin farklı ses çıkıyor." Bir
Alman Üstad: Heidegeger , Rudiger Safransky
|
Peter Gay ve Weimar Kültürü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder