15. yüzyıl sonunda yeni Safevi lider İsmail, hanedanlık çatışmaları
nedeniyle zayıflayan Akkoyunlulara rağmen Safevilerin politik etkisini arttırmayı
başarır. İsmail 1460, 1470'lerde yaşamış büyük Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın
torunudur ve dedesinin karizmatik ve mesihsel liderlik tarzını bir miktar
benimsemiştir. 1501 yılında Kızılbaş yandaşları ile İran'ın kuzeybatısındaki
Tebriz'i (eski Selçuklu başkenti) fetheden İsmail kendisini Şah ilan eder … Tebriz'i fethettiğinde İsmail topraklarının yeni dininin On İkinci
Şiilik olduğunu ilan eder. İsmail'in Şiiliği biçimsel olarak aşırıdır; Ali'
den önceki ilk üç halifenin hatırasına lanet okuyabilecek bir dine bağlılık
talep eder ve bu, Ali'yle birlik te bu üç halifeyi Hulefa-i Raşidin veya
adaletli halifeler olarak kutsayan Sünni Müslümanlara saldırıdır. İsmail'in
bu tavrı, Safeviler ile düşmanları, özellikle de batıdaki Sünni Osmanlılarla
arasındaki gerginliği yoğunlaştırır. Günümüz uzmanları, daha önceden
Kızılbaşlar arasında Şiiliğe bir eğilim olmasına rağmen İsmail' in 1501' de
ülkenin dini olarak Şiiliği belirlemesinin kasıtlı bir politik eylem olduğunu
belirtirler. .. İsmail yeni topraklarının tamamında Şiiliği yayarak siyasi üstünlüğünü sağlamlaştırmaya çalışır (bunun kısa bir süre içinde başarıldığını ve Şii bilginlerinin İran dışından ithal edildiğini söyleyen geleneksel görüşe artık şüpheyle yaklaşılmaktadır). İsmail rakip sufi hükümdarları bastırmak için de elinden geleni yapar. İran' da 1501 yılından önce yüzyıllar boyunca Şii unsurlar ve Kum ya da Meşhed gibi Şii türbeleri olmuştur; ancak İran, İslam dünyasının çoğu gibi çoğunlukla Sünni' dir. Şiiliğin merkezi Güney Irak'ın tapınak şehirleridir. İsmail Safevilerin dili olan, Azerbeycan'ın Türki lehçesinde bazı şiirler yazmıştır ve yandaşları diğer dini ilahilerle birlikte onun şiirlerini ve bestelerini de söylemişlerdir. İran: Aklın İmparatorluğu / Michael Axworthy, Say yayınları, 2017 |
Osmanlılar, Şah İsmail'in ordusunu hezimete uğrattılar, yenilmezlik
mitini yok ettiler. İsmail'e sadık fedailer ruhen çöktüler. İtibarını yitiren
İsmail, kendi içine kapandı ve 1524'te erken yaşta öldü. Son vasiyeti
Şehname'nin resimli bir halinin yeniden yazılmasıydı. Bu muhteşem eser oğlu
Tahmasb zamanında tamamlandı. Birçok sanat tarihçisi bu çalışmayı Pers resim
sanatının zirvesi olarak görür. |
"Büyük”
lakabıyla anılan Şah Abbas, yeni İran’ın en önemli hükümdarı sayılır, hem
fetihleriyle hem de iç politikasıyla. Akıllıca yürütülmüş savaşlar ve
görüşmelerden oluşan bir siyaset izleyerek, Arapça konuşulan Irak'ta,
kendinden öncekilerin Osmanlılara verdiği toprakları geri aldı. Doğuda
bugünkü Batı Afganistan’ı yeniden denetimi altına almayı başardı. Herhalde
bunlardan çok daha önemlisi, İran’ı gerçekten özerkleşmiş Türkmenlerin ve
diğer askeri önderlerin elinden geri almasıdır ki hemen hemen yabancı bir
ülkenin fethine eşit bir çabayı gerektirmiştir. Bu fetihleri başarabilmek ve
kendinden önceki hükümdarları güçsüzleştirmiş olan Kızılbaş aşiretlerin
tehlikeli bağlılığına son verebilmek için Şah Abbas -büyük ölçüde
Osmanlıların yeniçerisini model alarak- eğitimli bir ordu kurdu. Bu orduda
topçu, piyade ve süvari birlikleri bulunuyordu. Ordunun insan gücü, Müslüman
edilmiş Hıristiyan Gürcü ve Ermeni kölelerden sağlanmıştı. Şah Abbas ayrıca
Türkmen aşiretlerinden birkaçını zor kullanarak İran'da çeşitli yerlere
gönderdi. Böylece bunların kuzeydeki kardeşleriyle bağlantılarını keserek
topluca harekete geçmeleri olanağını kaldırdı. Askeri konularda gerçekten
bilgi sahibi iki İngiliz serüvenciyi, Sir Robert ile Sir Anthony Sherley'i
sarayında konuk etti; onların topçuluk tekniğine ilişkin uzmanlıklarından
yararlandı. Her ne kadar Sherley'in topçuluğu İran'a ilk kez getiren kimse
olduğu yolunda bir söylenti varsa da, İran'da bu alanda çok daha önceden
oluşmuş önemli birikim göz önüne alınırsa, bunun gerçekliği kabul edilemez. Abbas'ın
ekonomik ve kültürel alanlarda bıraktığı şeyler, askeri alandaki başarılarından
çok daha değerlidir. Safevilerin başkentini İsfahan'a nakletti. Burası
ülkenin daha merkezi yerinde ve halkı Farsça konuşan bir ilin kalbinde
bulunuyordu. Zenaatkârları ve mimarları etrafına topladı. İsfahan'ı gerçek
bir kent haline getiren görkemli yapılan bu adamlar yarattılar. Kısa süre
önce girişilen restorasyon çalışmaları sayesinde, bugün burası dünyanın en
güzel mimari eserlerinin bir kısmım barındıran kent olarak dikkatleri üzerine
çekebilmektedir. Çok geniş ve heybetli "Büyük Meydan" bir ucunda
eşsiz Şah Camii, bir yanda İslam mimari sanatının pırlantası, tümüyle kendine
özgü Şeyh Lütfullah Camii ile çevrilidir. Her biri tek renk mineli, parlak
çinilerden çok karmaşık mozaikler yapma tekniği, Safevi devletinin
yapılarında ve diğer yapılarda doruk noktasına ulaşmıştır. İsfahan'ın Şah
Abbas zamanında yapılmış ve bugün hâlâ hayranlık uyandıran öteki mimari
anıtları Çihil Sütun Saray (Kırk Sütunlu Saray), Zindarud Irmağı üzerindeki
büyük taş köprü ve parke döşeli Cahar Bağ (Kırk Bağ) Caddesidir. Abbas’ın
Hıristiyanlara karşı gösterdiği hoşgörü, Avrupa'yla ticareti ve diğer
ilişkileri geliştirmek istemesi, başkentinde Avrupalı tacirlerin, Katolik
misyonerlerin toplanmasına yol açtı. Bunların Müslümanlar arasında
Hıristiyanlığı yaymayı yasaklayan İslam yasasına karşı çıkmalarına izin
verilmemekle birlikte, ülkede yerleşmeleri teşvik edildi. Sanatçılar,
bilginler ve özellikle de Şii ilahiyatçılar, Abbas'ın lütuf ve ihsanlarının
tanıkları oldular. Bununla birlikte Abbas da, kendinden önceki ve çağdaşı
birçok hükümdar gibi, egemenliğine yönelik herhangi bir tehdit ortaya çıkar
çıkmaz pek zalim davranmıştır. Şah I. Tahmasp rejiminin karakteristiği
sayılan aile içinde iç savaşı andırır taht kavgalarım önlemek için,
kardeşlerini kör ettirmiş ve halk tarafından çok sevilmesini tehlikeli
gördüğünden büyük oğlu Safi Mirza'yı öldürtmüştür. Üretim
güçlerini artırmak ve İran'ın ticaretini büyültmek yolundaki çabalarında
Abbas başarılı oldu. Ne var ki bu başarının faturasını yağmaladığı sınır
illeri ödemiştir. Bu çeşit önlemlerinden en önemlisi -bugün Sovyet sınırının
biraz kuzeyinde bulunan- Ermeni kenti Gulfa'nın tüm halkını İsfahan'a göç
ettirmesidir. Bununla Gulfa Ermenilerinin denetiminde olan ülkeler arası ipek
ticaretinin merkezini başkentine nakletmeyi amaçlıyordu. Şah Abbas, Ermeniler
için İsfahan’da ırmağın karşı yakasında bir "Yeni Gulfa" kurdurdu;
halka önemli ölçüde özerklik ve din özgürlüğü tanıdı; onlardan düşük vergi
aldı; ancak Müslümanların da bu yeni kentte oturmalarını yasakladı. Özellikle
ipek dışsatımını artırmayı istiyordu. Bu amaçla ülkedeki tüm ipeği hükümete
satın aldırttı; ticaret bağlantıları kurmak için de Venedik'e ve diğer Avrupa
kentlerine birçok heyetler gönderdi. Fethetmiş olduğu Kuzeybatı Kafkasya
bölgesini, Orta İran'ın çıkarma sömürtmeye koyuldu. Çünkü burası zengin bir
ticaret ve tarım bölgesiydi; o yüzden de Osmanlıların ve diğer düşmanların
iştahını çeken bir yerdi. Fethettiği bu bölgede yaşayan binlerce Ermeni,
Gürcü ve Azeriyi, İç İran'a göçe zorladı. Bu göç sırasında pek çok insan
yollarda hayatını kaybetti. Bu eyleme girişirken asıl amacı, ordunun insan
eksiğini tamamlamaktı; ancak bunda ekonomik ve stratejik etmenlerin de rolü
olduğu kesin. Merkezi
hükümetin vergi aldığı geniş bir karayolu ağı kurmak ve bu yollarda
kervansaraylar yaptırmakla, ticaretin gelişmesi için çekici bir ortam
yarattı; bu da hükümetin zenginliğini artırdı. Ticarete böyle önem vermesinde
birinci derecede amaçlanan, hükümetin servetini ve gücünü yükseltmekti.
İmalat alanında verimli yatırımlar ve özel girişimler ya engellendi ya da
yasaklandı. Abbas zamanında üretime yönelik bütün yatırımlar ve bütün imalat
kuruluşları hükümdarlığın tekelindeydi. Ne var ki şahlığa ait ünlü
işletmeler, sadece saray tüketimine yönelik lüks eşya üretimi yapmaktaydı.
Bunun sonucu olarak da bir süre sonra sarayın zenginliği azalmaya başlayınca,
üretimleri de düştü. Başka yatırım olmadığından zengin tacirler, paralarını
ya istif ettiler ya da toprağa yatırdılar. Öte yandan Abbas'tan sonraki
dönemde hükümetin üretime yönelik yatırımları giderek azaldı. Her zaman için ordu önderlerinin mülkiyetine geçme tehlikesiyle yüz yüze bulunan tımar sisteminde Abbas, hiçbir esaslı reform yapabilmiş değildir. Bu yolla her ne kadar merkezi hükümetin Kızılbaş aşiret beylerine bağımlılığını azalttıysa, Kafkasya’dan getirtip Müslüman yaptığı kimseleri orduda görevlendirip bu yeni ordu önderlerine şahlık arazisinden tiyul denilen tımarlar verdi. Bu tiyullar erkek varislerin askerlik hizmeti yapmaları koşuluyla miras yoluyla babadan evlada geçiyordu. Çok geçmeden bu düzenleme, toprakların gerçekte başkalarının mülkiyetine geçmesi ve Abbas'ın ölümünden sonra da merkezi hükümetin kontrol olanaklarının ordu karşısında yeniden azalmasıyla sonuçlandı. Öte yandan Abbas’ın hükümdarlığı zamanında gerek şah
gerekse diğer büyük mülk sahipleri, bir kısım toprakları vakıf arazisine
dönüştürmeye başladılar. Bu da kısa sürede önde gelen din adamlarının (ulema
ve seyyidlerin) servetlerinin büyümesi sonucunu verdi. Bunlar vakıf
topraklarının aylıklı yöneticileri oldular. Yüksek ücret aldıklarından çok
geçmeden kendilerine dev çiftlikler almaya başladılar. Abbas ile halefleri,
dinsel vergileri yükselttikleri ve tutucu Şii ulemayı, halk üzerinde manevi
vasilik kurmaları doğrultusunda destekledikleri için, önde gelen din
adamlarının etkisi de, serveti de Safeviler döneminde arttı. Hele Abbas,
bunların bazı ileri gelenlerine vergiden muaf araziler bağışlayınca, güçleri
biraz daha büyüdü. Abbas'ın hükümdarlığı zamanında ulema, eğitim kurumlarında
ve yönetim çarkında kilit noktalarda bulunduğundan merkezi hükümetin her
bakımdan destekçisiydiler. Abbas için ulema, merkezi yönetim ile ordunun
yanında rejimin en önemli direklerinden birini oluşturmaktaydı. Böylece Şah
Abbas, ordunun yeni önderleri gibi ulemaya da bağımsız gelir ve güç
kaynakları açmakla, kendinden sonraki hükümdarlara bazı sıkıntılar verecek
başına buyruk iktidar merkezleri yaratmış oldu. Devlet
gelirlerinin ana kaynağını toprak vergisi oluşturuyordu. Bu vergi bölgelere
göre farklı nitelikteydi. Bunun yanı sıra ticaretten alınan bir yığın vergi
ile kent halkından alınan gelir vergisi vardı. Toprak vergisinin asıl yükü
köylünün omuzlarındaydı. Köylünün büyük kesimi kiracı durumundaydı ve
keseneklerini ürünle öderlerdi. Parayla vergi ödeyebilenler ya da bir parça
toprağa sahip olanlar küçük bir azınlıktı. Her ne kadar kaynaklar kırsal
kesim hakkında pek az bilgi veriyorsa da, yine de bölgelerin çoğunda ürünü,
geleneksel bölünüşünün toprak, su, tohumluk tahıl, insan ve hayvan iş gücü
diye beş üretim öğesine göre yapılmasının yaygın olduğu biliniyor. Bu öğelere
göre ürünün paylaşılması bölgeden bölgeye farklılık gösteriyordu. 17. yüzyıl
sonlarında Fransız gezgini, dikkatli bir gözlemci olan Chardin, köylülerin
genellikle ürünün üçte ikisini kendilerine alıkoyduklarını, hükümet ve
hükümet memurları tarafından hayli sömürülmelerine rağmen yine de
durumlarının Batı Avrupa köylülerinden çok daha iyi olduğunu bildirmektedir.
Bu da İran köylüsünün durumunun, daha sonraki çağlarda kötüleştiği gerçeğini
gösteren birçok kanıttan biridir. Yine Chardin'in saptadığına göre, vergi
mültezimlerinin kısa sürede kazanç elde etmeyi amaçlayarak köylülerden
olabildiğince çok bir şeyler koparmaya uğraşmaları, tarımsal verimin uzun
sürede geliştirilmesi konusuyla hiç ilgilenmemeleri, özellikle bu çabaların,
Safavi devletinin son dönemlerinde hükümdara ait arazileri işleyen
çiftçilerden vergi alınmasında yaygın bir yöntem haline gelmesi, kırsal kesim
halkının durumunu giderek kötüleştirmiştir. Vergi payı bakımından büyük önemi
bulunan hükümdara ait arazilerin, bu tarzda aşırı derecede sömürülmesi,
Safavi hanedanının çöküş nedenlerinden biri olmuştur. Ticaret
ve imalatın Abbas tarafından korunması, kent esnaf ve zenaatkârları sayısını
büyük ölçüde artırmıştı. Bir zümre olarak etkileri, batıdaki meslektaşlarına
oranla pek azdı ve loncalarının da ancak çok sınırlı bir özerkliği vardı. 20.
yüzyıla kadar sürüp gelmiş bulunan din adamları ile tüccarlar arasındaki
bağlaşıklığın kökeni Safeviler çağına dek uzanır. Bu iki zümre arasında
evliliklere çok sık rastlanıyordu ve bir oranda dokunulmazlıkları olan ulema,
kentli esnaf ve tüccarın isteklerini, çoğu kez kendi isteği haline
getiriyordu. Yalnızca Türkmen aşiretleri arasında değil, kentli esnaf ve
zenaatkârlar arasında da etkinliği olan sofi tarikatlar, Şah Abbas ve
halefleri zamanında, giderek artan ölçüde kovuşturmalara ve baskılara
uğradılar. Halkın sosyal ve dinsel ihtiyaçlarını karşılamak görevini zamanla
tutucu ulema üstlendi. İslamiyet,
Gustave Edmund Von Grunebaum, Bilgi Yayınevi |
Şah Abbas yönetiminde Safevi hanedanlığı İran' ın yüz yıllar boyunca
sahip olduğu geleneksel topraklardan daha gelişmiş, güçlü ve istikrarlı bir
yönetim sistemi kurmuştur. Safevi Devleti' nin, yönetimi ve Şiiliği
kurumsallaştırması İran'ın modern temellerini de atmıştır. İran'ın maddi
kültürü, metal işçiliği, tekstili, halı yapımı, minyatürü, seramik sanatı ve
hepsinin üstünde mimarisi bu süreçte en yaratıcı dönemini yaşamıştır.
Şiiliğin ve Şii ulemanın siyasi üstünlüğü Şii ideasının yaratıcılığını da
beraberinde getirmiştir. Bu fikirler İsfahan Okulu olarak kurumsallaşmıştır
(Mir Damad, Mir Findiriski ve Şeyh Baha'i bu okulun düşünürlerindendir) ve
büyük dini filozof Molla Sadra da bu dönemin isimlerindendir. İran: Aklın İmparatorluğu / Michael Axworthy, Say yayınları, 2017 |
Süleyman (Safi II)1666 yılında tahta geçer ve 28 yıl boyunca ülkeyi yönetir. Süleyman'ın saltanatı genel olarak sakin geçer (1668-69' da haydut
kral Stenka Razin ve Don Kazaklarının Mazenderan kentine yaptıkları ani
istila dışında). Bazı güzel camiler ve saraylar inşa edilir, fakat bunlar
ekonomik kaynakların dini vakıflara aktarılışının ve hükümdarlık ile
Süleyman yönetiminin uzun vadede imparatorluğa zarar verecek olan at gözlüklü, içe dönük eğiliminin maddi sembolleri olarak değerlendirilebilir.
Süleyman yönetimle çok ilgilenmeyip devlet işlerini saray memurlarına bırakır. .. Şah Süleyman' ın da nadiren sağlık endişeleri ve dini gerekliliklerle ölçülü olmaya çalışsa da çok içen biridir. Süleyman'ın zevk
düşkünü kayıtsızlığı haremde büyümesinin doğal sonucudur. Sarayın dışındaki
dünyaya dair pek fikri, ilgisi yoktur. .. Bu, güçlü bir hükümdar olmadığı halde ayakta duran Safevi
Devleti'nin ve bürokrasisinin gücünün ve ihtişamının göstergesidir. Politik ilişki açısından ulemanın saraydaki etkisi ise Şah'ın yönetime katkısının azaldığı ölçüde kuvvetlenir. Özellikle bir isim Muhammed Bakır el-Meclisi'nin insanların içindeki en kötü güdüleri harekete geçirerek rejimin popülaritesini artırmak için azınlıkları hedef gösteren politikalar ürettiği söyle nir (en azından Hindu Hint tüccarlara yönelik).26 Bu baskıcı uygulamalar dönemsel ve öngörülemezdir. Bazen Hintlere veya Musevilere, bazen Ermenilere, bazen Sufilere ya da Zerdüştlere ya da Sünni Müslümanlara yönelir. Ancak Ehl-i Kitap' a rağmen Museviler ile Hıristiyanlar da korunmasızdır ve azınlıklar hukuk karşısında dezavantajlıdır, aşağılamalara maruz kalırlar ve ahunlar (isyan çıkaran vaizler, mollalar) hırslarının karşısında savunmasızdırlar. İran: Aklın İmparatorluğu / Michael Axworthy, Say yayınları, 2017 |
Şah Abbas'ın yerine, afyon bağımlısı olan ve haremi nadiren terk eden
bir dizi zayıf hükümdarlar tahta geçti. Ortaya çıkan iktidar boşluğu,
genellikle kraliyet kadınları tarafından kışkırtılan saray entrikaları ve
giderek gücünü artıran baş din adamı (Şeyhülislam) Muhammed Bakır Meclisi'nin
emrindeki Şii din adamları tarafından dolduruldu. Meclisi, başta Sufi tarikatlar olmak üzere, aydınlanmacı düşünürler ve ıslah fikrine karşı çıkan ve daha çok geleneklere dayanan Ahbari ekolüne taraf olan mollalarla mücadele edip, onları baskıladı. (Meclisi, Usuliler ismi verilen dini yorumun önünü açan, daha esnek bir tutum takınan din adamlarıyla birlikte hareket ediyordu.) Meclisi, eğlence yerlerini, kahvehaneleri, genelevleri kapattırdı. Uyuşturucuları, kumarı, halka açık müzik ve dansı, eşcinselliği yasakladı. İran Tarihi, Richard Foltz, İnkılap Yayınevi, 2021 |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder