Safeviler


Safeviler dönemini Osmanlı tarihi ile paralel okumak ilginç olacaktır. Her iki devlet de doğu ve batıda genişlemek istemiş ve sorunlar yaşamıştır. Türkmenlerin farklı rolleri de iki devlet için belirleyici sonuçlar doğurmuştur. Savaş teknolojisinde Osmanlılar bir adım önde olmuştur. Bunu farkına varan İran şahları bu açığı kapatmak için ciddi çaba göstermiştir. Her iki tarafta da benzer toprağa bağlı askerlik sistemi vardır. Osmanlı devşirme yöntemi yine Safevilere örnek olmuştur. 

Devletin birliği için sıkı veraset sistemi Mirza'ların kapalı ve kontrol altında yaşamaları sonucunu doğurmuş, bu da taht sahibi olduklarında yönetim becerilerini etkilemiştir. Kardeşlerin katledilmesi burada da görülmüştür. Aşırı dini eğilimler, yerel beylerin güçlenmesi, din adamlarının zenginleşip güç sahibi olması, toprak ve tarım düzeninin bozulması ülkenin zayıflamasına neden olmuştur ki, benzer olguları Osmanlı tarafında da görmekteyiz.

Şii'liğin öne çıkarılması, bölgesel rekabette Arap ve Osmanlı Türkleri'ne karşı İran coğrafyasındaki farklı unsurların bir araya getirilmesinde önemli bir etken olmuştur.

B.Berksan.


Safeviler, 1502-1736 arasında İran’da hüküm süren ve Şiiliği devlet dini haline getirerek ülkede birleşik ulusal bilincin doğmasında önemli rol oynayan hanedan.

Safeviye (Erdebiliye) tarikatının önderi Şeyh Safiyeddin Erdebili’nin (1252-1334) soyundan gelmekle birlikte yaklaşık 1399’da Sünnilikten vazgeçerek Şiiliği benimsemişlerdir. Erdebil Şafiilerinin önderi I. İsmail bin Haydar yöredeki Türkmenlerden ve yerleşik dine karşı çıkan öbür kabilelerden destek sağlayarak Akkoyunlulardan Tebriz’i aldı ve Temmuz 1501’de Azerbaycan şahı olarak tahta çıktı. Mayıs 1502’de(1501) de İran şahı olan I. İsmail, izleyen 10 yılda İran’ın büyük bölümüne egemen oldu; ayrıca Bağdat ve Musul’u ilhak etti. Ele geçirdiği topraklarda Sünniliğin çok yaygın olmasına karşın Şiiliği devlet dini olarak ilan etti.

I. İsmail Ağustos 1514’te Çaldıran’da Sünni Osmanlı sultanı I. Selim (Yavuz) karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. Bu tarihten sonra Safevilerin Sünnilere karşı mücadelesi batıda Osmanlılarla, kuzeydoğuda da Özbeklerle sürekli savaşlara ve İran’ın Kürdistan bölgesinin, Diyarbakır’ın ve Bağdat’ın yitirilmesine yol açtı. Önce geçici olarak İsfahan’a taşınan Safevi başkenti 17. yüzyılın başlarından sonra hep orada kaldı.

Şah I. Tahmasb (hd 1524-76) döneminde önemli ölçüde zayıflayan İran, onun ardından gelen yetersiz hükümdarların yönetimi altında da Türkmen akıncıların şiddetlenen saldırılarına karşı koyamadı. 1588’de Sultan Muhammed Şah (Muhammed Hüdabende) tahttan indirilerek yerine oğlu I. Abbas (Büyük) getirildi. Askeri gücünün sınırlarını gören I. Abbas, saldırılarını Özbeklere yöneltmek üzere 1590’da Osmanlılarla barış antlaşması imzalayarak İran’ın batı ve kuzeybatısında geniş toprakları Osmanlılara bıraktı. Ne var ki Özbeklere karşı da önemli bir başarı sağlayamadı. 1599’da orduda büyük bir reforma girişerek bu iş için İngiliz Sir Robert Sherley’yi görevlendirdi. Yeni kurulan Avrupa tarzı sürekli ordu gulam, tüfenkçi ve topçu birliklerinden oluşuyor, maaşlar devlet hâzinesinden ödeniyordu.

Abbas 1603’ten sonra yeni ordusuyla Osmanlılara karşı bir dizi başarılı sefere girişerek kaybettiği topraklan ve Bağdat’ı geri aldı. 16. yüzyılın başlarında Basra Körfezinde Hürmüz Adasını ele geçirmiş bulunan Portekizli tüccarları da ülkeden kovdu (1602, 1622). Hükümdarlığı sırasında İran güçlü bir devlet haline geldi. Batıyla ticaretin yanı sıra üretim de arttı; yeni yollar yapıldı; başkent Isfahan, Safevilerin mimari başarısını simgeleyen Mescid-i Şah, Şeyh Lütfullah Camisi, Âli Kapı, Çihil Sütun, Meydan-ı Şah gibi görkemli yapılarla süslendi. Safeviler Şiiliğin ateşli savunucusu olmalarına karşın Hıristiyanlara hoşgörülü davrandılar; misyonerlere ve kiliselerin yapılmasına izin verdiler.

I. Tahmasp, herhalde aşiret beyleri arasındaki düşmanlarından kurtulma umuduyla olacak, başkentini Tebriz'den bugünkü Tahran yolu üzerindeki Kazvin'e nakletti. Ne var ki iç kavgaların kaosu andıran kargaşası yine de sürüp gitti; hatta 1568'den sonra Tebriz ve Kazvin'de ayaklanmalar oldu. Bu isyanlara hoşnut olmayan köylüler ile kentli zenaatkârlar katılmışlarsa da, öncülüğünü yapan kitle hükümete cephe almış bulunan Kızılbaşlardı. Sonunda Tahmasp'ın 1576 yılında ölümü, bir kargaşalıklar ve taht kavgaları dönemini başlattı. Bu dönem ancak Tahmasp'ın torunlarından Şah I. Abbas'ın (1587-1629) zaferiyle son bulabildi.

"Büyük” lakabıyla anılan Şah Abbas, yeni İran’ın en önemli hükümdarı sayılır, hem fetihleriyle hem de iç politikasıyla. Akıllıca yürütülmüş savaşlar ve görüşmelerden oluşan bir siyaset izleyerek, Arapça konuşulan Irak'ta, kendinden öncekilerin Osmanlılara verdiği toprakları geri aldı. Doğuda bugünkü Batı Afganistan’ı yeniden denetimi altına almayı başardı. Herhalde bunlardan çok daha önemlisi, İran’ı gerçekten özerkleşmiş Türkmenlerin ve diğer askeri önderlerin elinden geri almasıdır ki hemen hemen yabancı bir ülkenin fethine eşit bir çabayı gerektirmiştir. Bu fetihleri başarabilmek ve kendinden önceki hükümdarları güçsüzleştirmiş olan Kızılbaş aşiretlerin tehlikeli bağlılığına son verebilmek için Şah Abbas -büyük ölçüde Osmanlıların yeniçerisini model alarak- eğitimli bir ordu kurdu. Bu orduda topçu, piyade ve süvari birlikleri bulunuyordu. Ordunun insan gücü, Müslüman edilmiş Hıristiyan Gürcü ve Ermeni kölelerden sağlanmıştı. Şah Abbas ayrıca Türkmen aşiretlerinden birkaçını zor kullanarak İran'da çeşitli yerlere gönderdi. Böylece bunların kuzeydeki kardeşleriyle bağlantılarını keserek topluca harekete geçmeleri olanağını kaldırdı. Askeri konularda gerçekten bilgi sahibi iki İngiliz serüvenciyi, Sir Robert ile Sir Anthony Sherley'i sarayında konuk etti; onların topçuluk tekniğine ilişkin uzmanlıklarından yararlandı. Her ne kadar Sherley'in topçuluğu İran'a ilk kez getiren kimse olduğu yolunda bir söylenti varsa da, İran'da bu alanda çok daha önceden oluşmuş önemli birikim göz önüne alınırsa, bunun gerçekliği kabul edilemez.

Abbas'ın ekonomik ve kültürel alanlarda bıraktığı şeyler, askeri alandaki başarılarından çok daha değerlidir. Safevilerin başkentini İsfahan'a nakletti. Burası ülkenin daha merkezi yerinde ve halkı Farsça konuşan bir ilin kalbinde bulunuyordu. Zenaatkârları ve mimarları etrafına topladı. İsfahan'ı gerçek bir kent haline getiren görkemli yapılan bu adamlar yarattılar. Kısa süre önce girişilen restorasyon çalışmaları sayesinde, bugün burası dünyanın en güzel mimari eserlerinin bir kısmım barındıran kent olarak dikkatleri üzerine çekebilmektedir. Çok geniş ve heybetli "Büyük Meydan" bir ucunda eşsiz Şah Camii, bir yanda İslam mimari sanatının pırlantası, tümüyle kendine özgü Şeyh Lütfullah Camii ile çevrilidir. Her biri tek renk mineli, parlak çinilerden çok karmaşık mozaikler yapma tekniği, Safevi devletinin yapılarında ve diğer yapılarda doruk noktasına ulaşmıştır. İsfahan'ın Şah Abbas zamanında yapılmış ve bugün hâlâ hayranlık uyandıran öteki mimari anıtları Çihil Sütun Saray (Kırk Sütunlu Saray), Zindarud Irmağı üzerindeki büyük taş köprü ve parke döşeli Cahar Bağ (Kırk Bağ) Caddesidir.

Abbas’ın Hıristiyanlara karşı gösterdiği hoşgörü, Avrupa'yla ticareti ve diğer ilişkileri geliştirmek istemesi, başkentinde Avrupalı tacirlerin, Katolik misyonerlerin toplanmasına yol açtı. Bunların Müslümanlar arasında Hıristiyanlığı yaymayı yasaklayan İslam yasasına karşı çıkmalarına izin verilmemekle birlikte, ülkede yerleşmeleri teşvik edildi. Sanatçılar, bilginler ve özellikle de Şii ilahiyatçılar, Abbas'ın lütuf ve ihsanlarının tanıkları oldular. Bununla birlikte Abbas da, kendinden önceki ve çağdaşı birçok hükümdar gibi, egemenliğine yönelik herhangi bir tehdit ortaya çıkar çıkmaz pek zalim davranmıştır. Şah I. Tahmasp rejiminin karakteristiği sayılan aile içinde iç savaşı andırır taht kavgalarım önlemek için, kardeşlerini kör ettirmiş ve halk tarafından çok sevilmesini tehlikeli gördüğünden büyük oğlu Safi Mirza'yı öldürtmüştür.

Üretim güçlerini artırmak ve İran'ın ticaretini büyültmek yolundaki çabalarında Abbas başarılı oldu. Ne var ki bu başarının faturasını yağmaladığı sınır illeri ödemiştir. Bu çeşit önlemlerinden en önemlisi -bugün Sovyet sınırının biraz kuzeyinde bulunan- Ermeni kenti Gulfa'nın tüm halkını İsfahan'a göç ettirmesidir. Bununla Gulfa Ermenilerinin denetiminde olan ülkeler arası ipek ticaretinin merkezini başkentine nakletmeyi amaçlıyordu. Şah Abbas, Ermeniler için İsfahan’da ırmağın karşı yakasında bir "Yeni Gulfa" kurdurdu; halka önemli ölçüde özerklik ve din özgürlüğü tanıdı; onlardan düşük vergi aldı; ancak Müslümanların da bu yeni kentte oturmalarını yasakladı. Özellikle ipek dışsatımını artırmayı istiyordu. Bu amaçla ülkedeki tüm ipeği hükümete satın aldırttı; ticaret bağlantıları kurmak için de Venedik'e ve diğer Avrupa kentlerine birçok heyetler gönderdi. Fethetmiş olduğu Kuzeybatı Kafkasya bölgesini, Orta İran'ın çıkarma sömürtmeye koyuldu. Çünkü burası zengin bir ticaret ve tarım bölgesiy-di; o yüzden de Osmanlıların ve diğer düşmanların iştahını çeken bir yerdi. Fethettiği bu bölgede yaşayan binlerce Ermeni, Gürcü ve Azeriyi, İç İran'a göçe zorladı. Bu göç sırasında pek çok insan yollarda hayatını kaybetti. Bu eyleme girişirken asıl amacı, ordunun insan eksiğini tamamlamaktı; ancak bunda ekonomik ve stratejik etmenlerin de rolü olduğu kesin.

Merkezi hükümetin vergi aldığı geniş bir karayolu ağı kurmak ve bu yollarda kervansaraylar yaptırmakla, ticaretin gelişmesi için çekici bir ortam yarattı; bu da hükümetin zenginliğini artırdı. Ticarete böyle önem vermesinde birinci derecede amaçlanan, hükümetin servetini ve gücünü yükseltmekti. İmalat alanında verimli yatırımlar ve özel girişimler ya engellendi ya da yasaklandı. Abbas zamanında üretime yönelik bütün yatırımlar ve bütün imalat kuruluşları hükümdarlığın tekelindeydi. Ne var ki şahlığa ait ünlü işletmeler, sadece saray tüketimine yönelik lüks eşya üretimi yapmaktaydı. Bunun sonucu olarak da bir süre sonra sarayın zenginliği azalmaya başlayınca, üretimleri de düştü. Başka yatırım olmadığından zengin tacirler, paralarını ya istif ettiler ya da toprağa yatırdılar. Öte yandan Abbas'tan sonraki dönemde hükümetin üretime yönelik yatırımları giderek azaldı.

Her zaman için ordu önderlerinin mülkiyetine geçme tehlikesiyle yüzyüze bulunan tımar sisteminde Abbas, hiçbir esaslı reform yapabilmiş değildir. Bu yolla her ne kadar merkezi hükümetin Kızılbaş aşiret beylerine bağımlılığını azalttıysa, Kafkasya’dan getirtip Müslüman yaptığı kimseleri orduda görevlendirip bu yeni ordu önderlerine şahlık arazisinden tiyul denilen tımarlar verdi. Bu tiyullar erkek varislerin askerlik hizmeti yapmaları koşuluyla miras yoluyla babadan evlada geçiyordu. Çok geçmeden bu düzenleme, toprakların gerçekte başkalarının mülkiyetine geçmesi ve Abbas'ın ölümünden sonra da merkezi hükümetin kontrol olanaklarının ordu karşısında yeniden azalmasıyla sonuçlandı. Öte yandan Abbas’ın hükümdarlığı zamanında gerek şah gerekse diğer büyük mülk sahipleri, bir kısım toprakları vakıf arazisine dönüştürmeye başladılar. Bu da kısa sürede önde gelen din adamlarının (ulema ve sayyidlerin) servetlerinin büyümesi sonucunu verdi. Bunlar vakıf topraklarının aylıklı yöneticileri oldular. Yüksek ücret aldıklarından çok geçmeden kendilerine dev çiftlikler almaya başladılar. Abbas ile halefleri, dinsel vergileri yükselttikleri ve tutucu Şii ulemayı, halk üzerinde manevi vasilik kurmaları doğrultusunda destekledikleri için, önde gelen din adamlarının etkisi de, serveti de Safeviler döneminde arttı. Hele Abbas, bunların bazı ileri gelenlerine vergiden muaf araziler bağışlayınca, güçleri biraz daha büyüdü. Abbas'ın hükümdarlığı zamanında ulema, eğitim kurumlarında ve yönetim çarkında kilit noktalarda bulunduğundan merkezi hükümetin her bakımdan destekçisiydiler. Abbas için ulema, merkezi yönetim ile ordunun yanında rejimin en önemli direklerinden birini oluşturmaktaydı. Böylece Şah Abbas, ordunun yeni önderleri gibi ulemaya da bağımsız gelir ve güç kaynakları açmakla, kendinden sonraki hükümdarlara bazı sıkıntılar verecek başına buyruk iktidar merkezleri yaratmış oldu.

Devlet gelirlerinin ana kaynağını toprak vergisi oluşturuyordu. Bu vergi bölgelere göre farklı nitelikteydi. Bunun yanı sıra ticaretten alınan bir yığın vergi ile kent halkından alman gelir vergisi vardı. Toprak vergisinin asıl yükü köylünün omuzlarındaydı. Köylünün büyük kesimi kiracı durumundaydı ve keseneklerini ürünle öderlerdi. Parayla vergi ödeyebilenler ya da bir parça toprağa sahip olanlar küçük bir azınlıktı. Her ne kadar kaynaklar kırsal kesim hakkında pek az bilgi veriyorsa da, yine de bölgelerin çoğunda ürünü, geleneksel bölünüşünün toprak, su, tohumluk tahıl, insan ve hayvan iş gücü diye beş üretim öğesine göre yapılmasının yaygın olduğu biliniyor. Bu öğelere göre ürünün paylaşılması bölgeden bölgeye farklılık gösteriyordu. 17. yüzyıl sonlarında Fransız gezgini, dikkatli bir gözlemci olan Chardin, köylülerin genellikle ürünün üçte ikisini kendilerine alıkoyduklarını, hükümet ve hükümet memurları tarafından hayli sömürülmelerine rağmen yine de durumlarının Batı Avrupa köylülerinden çok daha iyi olduğunu bildirmektedir. Bu da İran köylüsünün durumunun, daha sonraki çağlarda kötüleştiği gerçeğini gösteren birçok kanıttan biridir. Yine Chardin'in saptadığına göre, vergi mültezimlerinin kısa sürede kazanç elde etmeyi amaçlayarak köylülerden olabildiğince çok bir şey- ler koparmaya uğraşmaları, tarımsal verimin uzun sürede geliştirilmesi konusuyla hiç ilgilenmemeleri, özellikle bu çabaların, Safavi devletinin son dönemlerinde hükümdara ait arazileri işleyen çiftçilerden vergi alınmasında yaygın bir yöntem haline gelmesi, kırsal kesim halkının durumunu giderek kötüleştirmiştir. Vergi payı bakımından büyük önemi bulunan hükümdara ait arazilerin, bu tarzda aşırı derecede sömürülmesi, Safavi hanedanının çöküş nedenlerinden biri olmuştur.

Ticaret ve imalatın Abbas tarafından korunması, kent esnaf ve zenaatkârları sayısını büyük ölçüde artırmıştı. Bir zümre olarak etkileri, batıdaki meslektaşlarına oranla pek azdı ve loncalarının da ancak çok sınırlı bir özerkliği vardı. 20. yüzyıla kadar sürüp gelmiş bulunan din adamları ile tüccarlar arasındaki bağlaşıklığın kökeni Safeviler çağına dek uzanır. Bu iki zümre arasında evliliklere çok sık rastlanıyordu ve bir oranda dokunulmazlıkları olan ulema, kentli esnaf ve tüccarın isteklerini, çoğu kez kendi isteği haline getiriyordu. Yalnızca Türkmen aşiretleri arasında değil, kentli esnaf ve zenaatkârlar arasında da etkinliği olan sofi tarikatlar, Şah Abbas ve halefleri zamanında, giderek artan ölçüde kovuşturmalara ve baskılara uğradılar. Halkın sosyal ve dinsel ihtiyaçlarım karşılamak görevini zamanla tutucu ulema üstlendi.

İslamiyet, Gustave Edmund Von Grunebaum, Bilgi Yayınevi


Şah I. Abbas’ın ölümünden (1629) sonra Safevi hanedanı yüzyıldan fazla varlığını korudu, ama Şah II. Abbas dönemi (1642-66) dışında sürekli gerilediği görüldü. Osmanlı padişahı IV. Murad’ın Revan ve Bağdat’ı geri almasından sonra yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla (1639) Safeviler Irak ve Doğu Anadolu’daki toprak taleplerinden vazgeçtiler. Isfahan 1722’de Kandehar Gılzaîlerinin eline geçti. 1729'da Şah II.Tahmasb İsfahan'ı geri alarak tahta çıktıysa da 1732'de afşar komutanlarından Nadir Kuli Bey tarafından tahtan indirilerek sürgüne gönderildi.  Ana Britannica




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder