III. Mustafa’nın kardeşi 🔎I. Abdülhamid’in saltanatı (1774-89) Rus baskısının devam ettiği dönemdir. 1774 Kaynarca Antlaşması Rusya’ya her istediğini veriyordu. I. Abdülhamid ağabeyinin yeniliklerini sürdürmüş, fakat saltanatı, 1787’de başlayan Avusturya ve Rusya savaşları içinde sona ermiştir.
I.Mahmud’dan bu yana ordunun Avrupa orduları düzeyinde örgütlenmesini ve sürekli başarısızlıklardan kurtulması için yapılan çabaları ulemanın desteklediği yeniçeriler engellemiştir. 🔎III. Selim (1789-1807) büyük projelerle iktidara gelmiş ve 1793’te Nizam-ı Cedid adlı yeni ordunun kurulmasına başlanmıştır.
Ne var ki bütün Avrupa’nın üzerine çöken Napolyon kabusundan Osmanlı imparatorluğu da kurtulamamıştır. Napolyon 1798’de İskenderiye’ye çıkmış, Kahire düşmüş ve saldırı ancak Akkâ kalesi önünde durdurulmuştur. Fakat ondan sonra Mısır, İmparatorluk için sürekli bir yara olarak kalmış, 1805’te Mehmed Ali Paşa Mısır valisi olduktan sonra Kahire, Babıâli ile boy ölçüşür hale gelmiş, hatta Mehmed Ali Paşa’nın reformları II. Mahmud için örnek olmaya başlamıştır. Napolyon’u yenen İngiliz donanması 1807’de Çanakkale’den geçerek İstanbul önüne kadar gelmiş, aynı yıl İskenderiye İngilizler’e teslim edilmiştir.
Selim’in yapmak istediği yeniliklere ve özellikle yeni orduya karşı tavır alan yeniçerilerle onun destekçisi olan ulema Kabakçı isyanına önayak olmuşlar ve III. Selim öldürülmüştür. İstanbul’a gelen Alemdar Mustafa Paşa, Sultan’ı kurtaramamıştır.
Bu kargaşalıklar sırasında ve Napolyon Mısır seferine karşın III. Selim döneminde Fransa ile ilişkiler devam etmiş, hatta güçlenmiştir.
Osmanlılar Avrupa'nın büyük güçlerinden biriyle savaşmaya
zorlandığında ya da
Napoleon Bonaparte gibi maceracı bir general 1799-1802 Mısır seferinde
Avrupa'dan ciddi bir tepki görmeden saldırabileceğini fark ettiğinde,
genellikle yeniliyordu, hem de küçük düşerek.
Sadece
İngilizlerin 1807'de İstanbul ve Mısır'a yaptığı deniz harekatları
Osmanlıların bir tür başarısıyla sonuçlandı. Bunun dışında, sultanın orduları
kendi başlarına bir daha Osmanlı topraklarını etkili bir biçimde
savunamadılar. Bundan dolayı, uygun müttefik arayışı imparatorluğun hayati
bir meselesi haline geldi. Osmanlı devleti 1794'ten itibaren en önemli Avrupa
başkentlerinde daimi elçilikler kurdu. Müttefik değiştirmek -Prusya, İsveç,
İngiltere ve Fransa ile- genellikle askeri saldırılardan korunmaya yarıyordu.
Bununla birlikte, bu durum Batılı güçlerin ekonomik nüfuz kazanmasına ve
tüccarlarının ülke kanunlarına karşı dokunulmazlık sahibi olmasına yol
açıyordu. Osmanlı pazarlarını ticari çıkarlara açmak Avrupa'nın
imparatorluğa yönelik siyasetinin önde gelen gayelerinden biri oldu ve
Britanya'ya serbest ticaret rejimini garanti eden Baltalimanı Antlaşması'yla
(1838) doruğa vardı. Bunu diğer güçlerle yapılan benzeri antlaşmalar izledi. Cambridge Türkiye Tarihi, Cilt 3,Christoph K. Neumann
|
IV. Mustafa’nın 1807-1808’deki kısa iktidarından sonra padişah olan 🔎II. Mahmud ya da Mahmud-ı Adli’nin saltanatı da (1808-39) III. Selim gibi, İmparatorluk’un çözülmesi sırasında girişilen yenilik hareketleriyle örtüşük bir yarı kaos dönemidir. Taşra ayanları merkezi hükümetin zayıflamasından istifade ederek hükümetle “Sened-i İttifak” adlı bir anlaşma imzalayarak yöresel egemenliklerini onaylatmışlardır. Yeni ordunun yapılaşma çalışmalarına karşı çıkan yeniçeriler 1808’de isyan etmişlerdir. Arnavutluk’ta Tepedelenli Ali Paşa, Mısır’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa bağımsız idareler kurmaya yönelmişlerdir. Aynı zamanda Avrupalılar tarafından büyük destek gören Yunan isyanı başlamış ve 1822’de Yunanistan bağımsızlığını ilan etmiştir. Osmanlı donanması Navarin’de Rus, İngiliz ve Fransız donanmaları tarafından yakılmıştır. Altı yıl sonra başlayan Rus savaşında Rus ordusu Edirne’ye kadar gelmiştir. 183l’de Cezayir’in Fransızlar tarafından işgal edilmesinden sonra İmparatorluk’un yaşaması sadece uluslararası konjonktürlere bağlı olacaktır.
Gerçi Avrupa’nın büyük devletlerinin karmaşık güç kavgaları İmparatorluk’un ömrünü bir yüzyıl daha uzatmışsa da bu yüzyıllardır çalışan çok büyük bir mekanizmanın, kendi kütlesinin büyüklüğünden dolayı hemen duramayışına benzer. Kuşkusuz İmparatorluk daha yüz yıl bütün cephelerde artçı savaşları verecek ve hasta yatağından bir Türkiye Cumhuriyeti doğacaktır. 1839 Tanzimat Fermanı ile başlayan sürekli idari reformlar İmparatorluk’un yıkılmasını engelleyemeyecek, fakat yeni Türkiye’nin doğuşunu da hazırlayacaktır. Bundan sonra olanlar bir çöküşün trajik aşamalarıdır. Ne var ki toplum yaşamının savaşlardan çok daha başka boyutları olduğunu Osmanlı tarihinin son iki yüzyılı çok iyi sergiler.
II. Mahmud, yeni ordu kurmaya çalışan padişahların can düşmanı olan Yeniçeri Ocağı’nı 1826 yılında ortadan kaldırmayı başarmış (Vak’a-i Hayriye) ve II. Osman’dan bu yana düşünülen iki yüz yıllık bir reform hareketini gerçekleştirmiştir. Yeniçerilerin yerini alacak ordunun çekirdeğini de “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” oluşturmuştur. Bu en büyük engel ortadan kalktıktan sonra eğitime de müdahale daha kolay olmuştur.
II. Mahmud döneminde toplum yaşamına giren yeni düzenler, yeni biçimler, eğilimler Türkler’in 20. yy’daki geleceğinde yankıları duyulacak olgulardır. Bunda Sultan’ın kültürel eğilimleri ve eğitimi rol oynamıştır. II. Mahmud’un kişiliğinde ve yaptıklarında bunlar bir ölçüde saptanabilir.
I. Abdülhamid ile Fransız kökenli Nakşıdil Sultan’ın oğlu olan II. Mahmud tahta yirmi üç yaşında çıkmıştır. 18. yy’ın Lâle Devri’nden başlayan Fransız hayranlığı, annesi de Fransız olan II. Mahmud’da herhalde katlanmış olarak vardı.
Osmanlı sultanlarının ve idarecilerinin Avrupa’yı bilgi, teknik ve sanatın kaynağı olarak görmeleri geçici bir moda değildir. Köktenci bir tavırdır ve 18. yy’dan bu yana hiç değişmemiştir. Osmanlı’nın geri kalmışlığı, yenileşmeyi kısa sürede gerçekleştirememekten kaynaklanır. Bu temel yenileşme eğiliminin hiç değişmemesine karşın toplumun kültür yapısının ana strüktürünü oluşturan dinsel düşünce ve onun temsilcilerinin yenileşmeye direnmesi İmparatorluk’un sonunu getirmiştir. Medresenin direnci bilimde, teknikte, matbaanın kabulünde, resim ve heykelin yerleşmesinde, hatta modern silahların kabulünde gösterilen tepkilerde yüz yıllarca sergilenmiştir.
18-20. yüzyıllarda iki kurum bu direnci bir ölçüde kırmayı başarmışlardır. Bunlardan birincisi askerlik kurumudur. Devletin sürekliliğini sağlayan ordunun Avrupalı standartlara ulaşması bile, Tanzimat’ta teknolojinin ve bilimsel düşüncenin paralel bir gelişmesi olmadığı için, başlangıçta bir yüzyıl sürmüş, daha sonra da teknik ve parasal nedenlerle Avrupa’ya bağımlı kalmaya devam etmiştir.
Osmanlı toplumunun ağırlığı başkentte kalmak üzere Avrupalılaştığı en özgür alan ise mimaridir. Osmanlı mimarisi, temel etkinliği başkent İstanbul’da, Avrupa ile ilişkileri olan Balkan kentlerinde, liman kentlerinde ve birkaç büyük vilayet merkezinde olmak üzere, Avrupa mimarisini kabuğu ve çekirdeği ile benimsemiştir. Ölüm tehlikeleri geçirerek tahta çıkan II. Mahmud, Alemdar olaylarından ötürü kentte meydana gelen büyük tahribat, asayişsizlik, 1812’de veba salgını gibi başkent sorunlarıyla uğraşırken yeni Sadabâd Sarayı’nı, Nusretiye Camisi’ni, Selimiye Kışlası’nı, İplikhane denilen büyük dokuma fabrikasını, Harbiye Okulu’nu, Türkiye’de ilk postaneyi, İstanbul’la Galata arasındaki ilk köprüyü yaptırmıştır. Kuşkusuz Fransız olan annesinin etkisiyle inşa edilen Beşiktaş Sarayı da, Moltke’ye göre, bir Avrupa zengininin evinden farksızdı.
Avrupa’dan ithal edilen her yeni kurum, mimarisini de birlikte getirmiştir. Bunun öncüsü ordu ve kışlalar olmuştur. II. Mahmud dönemine gelindiği zaman artık Batı’dan gelen üslup akımlarına direnç kalmadığı gibi, gelenekselle yeni geleni yeni bir sentezde birleştiren zengin bir başkent konut mimarisi de gelişmiştir. Fakat bu gelişmenin aynı hız ve nitelikte Anadolu’ya ve İmparatorluk’un daha uzak bölgelerine yayılmadığını da biliyoruz. Hatta temelde eşraf ve ağaların konutlarındaki bezeme ayrıntıları dışında halk mimarisine ulaşmadığı da söylenebilir. Bu etki bölgeden bölgeye farklı olmuştur. Fakat yönlendirici kültürel eğilimlerin başkentten başladığı anımsanırsa, İstanbul’daki gelişmelerin giderek İmparatorluk’un diğer bölgelerine de uzanması doğaldı. Bu etki coğrafi bölge, uzaklık, yol, ekonomik gelişmişlik, yerel güçlerin başkentle ilişkileri türünden parametrelere bağlıydı. Balkan kentleri, Selanik, İzmir, Samsun, Trabzon gibi limanlar İstanbul’daki gelişmeyi daha yakından izlemişlerdir.
II. Mahmud döneminde Osmanlı bürokrasisindeki ilk değişiklikler, giyim kuşamdaki değişimler, başa fes giyilmesi, hele bağnaz mollaların büyük tepkilerine neden olan Padişah’ın resminin devlet dairelerine asılması türünden pek çok görüntüsel yenilik ortaya çıkmıştır. Fakat İmparatorluk’un temel sorunu Ortaçağ’a gömülmüş dine dayalı bir medrese eğitiminin dünya hakkındaki tümel cehaleti idi. Osmanlı kültürü Rönesans’tan sonra Avrupa ve giderek evrensel dünya kültürünün hiçbir boyutu ile ilgilenmediği gibi düşünce, bilim, teknoloji ve sanat alanında onlarla yarışacak herhangi bir şey de üretmemiştir. II. Mahmud’un eğitimde reform isteklerinin karşısındaki en büyük engel, eğitecek bilgide insanın yokluğu idi.
Humbaracı Ahmed Paşa’nın Humbarahane’si ve Hendesehane’sinden sonra III. Mustafa’nın Mühendishane-i Bahri-i Hümayun’u, III. Selim’in Mühendishane-i Berri-i Hümayun’u birleşerek yaşamlarını sürdüren askeri eğitim kurumlarıydı. Türkiye’de bilim ve matematik alanında Avrupa’yı izlemeye çalışan ilk kurumlar bunlardır. Tıbbiye’nin gelişmesi de II. Mahmud döneminde, Topkapı Sarayı bahçelerinde kurulan Mekteb-i Tıbbiye ile başlar. Hepsi ordu için yapılan bu okullara, Mekteb-i Ulum-i Harbiye, Tophane’de Harbiye Mektebi ile Donizetti’nin başına getirildiği Mızıka-i Hümayun Mektebi’ni de eklemek gerekir. Toplumun okumamışlığını gidermek için ilk olarak, 1838’de Sıbyan Mektepleri üzerine Rüşdiyeler açıldı. Temelde bunların programı da daha iyi okuma öğretmekten ileri gitmiyordu. Programlara giderek Türkçe, Hesap ve Coğrafya girmiştir. Yine bu dönemde ulemanın büyük direncine karşın Avrupa’ya öğrenci gönderilmeye başlanmıştır. Fakat İmparatorluk’un 19. yy’ı, ayaklarının altından bir şeylerin kaydığını hisseden medreselilerin yeni eğitimi engelleme çabalarıyla geçecektir.
Tanzimat’tan İmparatorluk’un Sonuna
İmparatorluk’un askeri çöküşü 1829’da Rus ordusunun Edirne’yi aldığı ve Kazak süvarilerinin Tekirdağ çevresinde dolandıkları zaman yeteri kadar açık olarak ortaya çıkmıştı. Gerçi diğer Avrupa devletlerinin baskısıyla Edirne Antlaşması yapılmıştı. Fakat her seferinde İmparatorluk’tan bir şeyler koparılıyordu. Artık Osmanlı Devleti’nin kaderinin İngiltere, Fransa, Rusya ve Avusturya’nın dudaklarının arasında olduğu kesinleşmişti. Devletin toprakları sanki Osmanlılar’a emanet olarak bırakılmıştı.
II. Mahmud ve Abdülmecid dönemlerinde orduda pek çok yenilenme yapılmıştır. Fakat bunlar her karşılaşmalarında Osmanlı ordularının Mısırlı İbrahim Paşa’nın ordusuna yenilmesine engel olamamıştır. Mısır’da Mehmed Ali Paşa’nın yaptığı reformların II. Mahmud için hep örnek oluşturduğu, fakat Mısır’ın bizimkilerden daha iyi hazırlandığı söylenmiştir. Fakat II. Mahmud’un hangi kaynaklı olursa olsun, idarede ve eğitimde çok sayıda yenilik yapıp Tanzimat’ın yolunu açtığı kesindir.
Ordusuz donanmasız devletin içinde bulunduğu durumdan kurtulmasının İngilizler’le yapılmış olan 1838 tarihli ticaret antlaşmasıyla Osmanlı ekonomik yaşamının neredeyse onların eline teslim olmasına dayandığı söylenir. 🔎Abdülmecid tahta çıktığı zaman (1839-61) İmparatorluk işgal edilmemiş bir yarı sömürgeydi. Abdülmecid’in saltanatı Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) ile başlamıştır. Gülhane Fermanı, devletin yüz elli yıldır başına gelenlerin “şeriat”a uyulmadığı için olduğunu söyleyerek konuya giriyor, başka bir deyişle tümüyle yanlış ve İmparatorluk’u bu duruma düşürmüş gericiliğe taviz vererek işe başlıyordu. İmparatorluk’un çözülmesi iki yüz elli yıldır sürüyordu. Fakat en az yüz elli yıldır şeriata uymadan yaşayabildiğini söylemek ilginç bir çelişkiydi. Bunu hazırlayanlar, bir yandan her şeyi Batı’dan almak ve Batılılar ne derlerse kabul etmek eğilimleri içinde, kendilerini baştan aldatarak işe başlıyorlardı. Gerçi bu açılış sözleri, bir türlü baskısından kurtulamadıkları geleneksel kültüre verilmiş bir tür söz rüşveti olarak kabul edilebilir. Ne var ki idarecilerin, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra bile, bu tavizi verme zorunluluğunu duymaları aydınlatıcıdır. Tanzimat Fermanı’nın temel içeriği değişik dinlere mensup halk için eşit yasal koşullar, güvenlik, vergi, askerlik konularında eşitlikçi ve liberal ilkeler getirmesiydi. Bunların uygulamada gerçekleşmesinin garantisi olarak yine Avrupa devletleri gösteriliyordu. Ekonominin bağımlılığı ise herhalde çaresiz bir durum olarak kabul ediliyordu.
Bugünkü ilkokullar seviyesinde kurulan Rüşdiyeler’in 1852’deki sayısı sadece altmıştı ve üç bin üç yüz yetmiş bir öğrencileri vardı. Okul programlarına Türkçe (!), Coğrafya ve Hesap konması büyük bir aşamaydı. Rüşdiye hocası yetiştirmek için Darülmuallimin 1848’de, kızlar için ilk Rüşdiye de 1858’de kurulmuştur. Orduya verilen o denli büyük öneme karşın, Harbiye ilk subay mezunlarını 1848’de, kuruluşundan ancak on yıl sonra verebilmiştir.
Avrupa’nın 1848’lerdeki büyük ulusal başkaldırıları Türkiye’de daha önce başlamıştı. Ayrıca kendi ülkelerinden kaçıp İmparatorluk’a sığınan birçok Avrupalı oldu. Bunlardan birçoğu Müslümanlık’ı kabul ederek yenilik hareketlerinde yararlı olmuşlardır. Avrupa’daki bu olaylar Osmanlı Devleti’nin kaderini bir süre için değiştirdi. Çar Nikola’nın deyimiyle “Avrupa’nın Hasta Adamı”nın paylaşılma hesapları yapılırken, Ruslar, İngilizler ve Fransızlar arasında, özellikle Filistin’deki kutsal yerlerin kontrolü konusunda anlaşmazlıklar çıktı. Ruslar 1833 Hünkar İskelesi Antlaşması bağlamında Osmanlı ülkesine, her zaman el koyabilecekleri bir sömürge olarak bakıyorlardı. Fakat İngiliz ve Fransızlar’ın İstanbul’u Ruslar’a peşkeş çekme gibi bir hesapları yoktu. 1854-55 Kırım Savaşı Ruslar’ın yenilgisiyle bitti. 1856 Paris Antlaşması Ruslar’ın Balkanlar’daki yayılmasına set çeken bir anlaşma oldu.
1862’de Eflak ve Buğdan topraklarında Romanya devleti kuruldu. 1870 Alman Birliği ve Fransız-Alman Savaşı bundan sonraki paylaşma hesaplarının yeniden yapılanmasını gerektirecek ve Osmanlı İmparatorluğu’nun 20. yüzyılı görmesini sağlayacaktı.
Kırım Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti hiçbir konu da karar veremez duruma düşmüştür. Avrupa devletleri her yere savaş gemileri ve askeri birlikleriyle müdahale ediyorlardı. Fakat Osmanlı Devleti’ni kıskıvrak bağlayıp Avrupa kapitalizmine teslim eden olgu, devletin Kırım Savaşı’ndan sonra almaya başladığı borçların durdurulamaz yükselişidir. Bu borçlar sonuçta Düyün-ı Umümiye İdaresi’nin kuruluşuna sebep olmuş, o da hem gerçek, hem simgesel olarak devlet içinde devlet bir idare olarak İmparatorluk’un sonunu damgalayan bir kurum halini almıştır.
Parasal esaretin en büyük kahramanları, en buhranlı dönemlerde Dolmabahçe Sarayı’nı yapan Sultan Abdülmecid’le Çırağan ve Beylerbeyi saraylarını yaptıran Abdülaziz’dir.
🔎Abdülaziz (1861-76) geç dönem Osmanlı tarihinde yaptıklarıyla halk hikâyelerinin kahramanı olan bir hükümdardır. Osmanlılar’ın bu en çok gezen padişahı, Batı Avrupa başkentlerini gören tek Osmanlı sultanıdır. Fakat döneminde Saray’daki kadın ve harem hizmetlilerinin sayısının iki bin beş yüzü bulduğu söylenir.
Abdülmecid ve Abdülaziz dönemleri önce Büyük Reşit Paşa, sonra Ali ve Fuad paşalar ve daha sonra da Mithat Paşa gibi, gerçekten yetenekli ve hatta yaratıcı sadrazamlar sayesinde, traji-komik birçok olguya sahne olmasına karşın, büyük bir devlet görüntüsünü kaybetmeyen bir çehreyle karşımıza çıkar. Bu çok patronlu bir iflas dönemidir. Uzak eyaletlerdeki başkaldırmalar (Mısır, Girit, Karadağ) artık Avrupalılar’ın isteklerine göre çözümleniyordu.
Abdülaziz döneminde de idarede, orduda ve eğitimde yenilikler yapılmıştır. Eğitimde Idadi (ortaokul), Sultani (lise) ve Darülfünun (üniversite) kurulmuştur (1870). Gerçi bunların ideal düzeyde gerekli programlarla çalışmaları, özellikle İstanbul dışında söz konusu olmadığı gibi, üniversitenin sürekliliği de sağlanamamıştır. Toprak hukukundaki yenilikler, Şehremaneti’nin (belediye) kurulması, Şeriat Mahkemeleri dışında Nizamiye Mahkemeleri’nin hukuk ve ceza davalarına bakmaları gibi reform hareketleri İmparatorluk’un son gününe kadar karşımıza çıkacaktır.
Bu dönemin cumhuriyet düşüncesini hazırlayan başlıca etkinliğini “Yeni Osmanlılar” hareketi temsil eder. Bu hareketin içinde Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavi gibi gazeteciler başı çekiyorlardı. Bu adlar aynı zamanda Türkiye’nin 19. yüzyılın ikinci yarısındaki gazetelerinin de kurucularıdır. Fakat özgür düşünce ve onu ifade etme isteği ile hükümetlerin düşünceye sansür koyma isteği bir arada gelişmiş ve bu ilk Türk gazetecileri yaşamlarının bir bölümünü yurtiçinde ya da dışında sürgünde geçirmişler ve yurtdışında da gazete yayımlamayı sürdürmeye çalışmışlardır. Yeni Osmanlılar hareketi Osmanlı’nın son dönemindeki meşrutiyet isteğinin güçlü sesi idi. Cumhuriyet’in düşünce temelleri de o dönemde atılmış, Cumhuriyet’i kuran Osmanlı askerleri o fikirlerle yetişmişlerdir.
1876 Mayıs’ında Osmanlı hükümeti, iflas eden devletten Abdülaziz’i sorumlu tutarak kendisini tahttan indirmiştir. Fakat yerine geçen V. Murad’ın akli dengesini yitirme semptomları göstermesi üzerine, Ağustos ayında kardeşi II. Abdülhamid tahta geçirilmiş ve kendisinden Meşrutiyet Meclisi’nin kurulması sözü alınmıştır.
II. Abdülhamid, İmparatorluk’un çöküşünde büyük suçlu gösterilen hükümdardır. Fakat onun despotluğu bir çok Osmanlı hükümdarından fazla değildir. Kaldı ki devletin içinde bulunduğu durumda Sultan da dahil, hiçbir idarecinin büyük bir gücü yoktu. Osmanlı tarihinde ulusal bilinç söyleminin ilk aşamasının temsilcileriyle karşıtlaşan bir hükümdar olarak II. Abdülhamid belki de gereğinden çok yerilmiştir.
II. Abdülhamid’i sınırlı bir Balkan Savaşı karşıladı. Osmanlı ordusunun galibiyetine karşın Rusya’nın baskısı ile barış yapıldı. Yeni Sultan’la birlikte başlayan ilk Meşrutiyet sadece dört yıl devam etti (1876-80). Bu süre içinde yeni rejimin yerleşememesi, Sultan’la Mithat Paşa arasındaki anlaşmazlık, Mithat Paşa’nın sürgüne gönderilmesi ve her ne pahasına olursa olsun Osmanlı İmparatorluğu’nu bir an önce parçalamak isteyen Rusya’nın savaş ilanı (Nisan 1877) Sultan’ı daha başından içinden çıkılması zor bir iktidar sürecine başlatmıştı.
“93 Harbi” diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı, savaşacak ordusu olsa bile, başta Sultan olmak üzere ehliyetsiz bir idarenin yenilgisi olarak anımsanır. Rus ordusu Yeşilköy’e kadar gelip orada bir de zafer anıtı dikmişti. Bulgarlar’ın bağımsız bir prenslik kurmalarından sonra Türkler Rumeli’nden aç ve perişan İstanbul’a göçe başladılar. Ruslar Doğu’da Erzurum’u ve Trabzon’u ele geçirdiler. Plevne ve Erzurum’un kahramanca savunmaları sonucu değiştirmemiştir. Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması Balkanlar’ın büyük bir bölümünü Osmanlı Devleti’nden koparmıştır. Rusya’nın sınırsız istekleri, İngiliz donanmasının Marmara’ya girerek güç gösterisi yapmasıyla biraz sınırlanmış, buna karşılık Kıbrıs da İngiltere’ye teslim edilmişti. 1878 Berlin Kongresi, Osmanlı Balkanları’nı Makedonya dışında paylaştırmıştır. Fransa ve İtalya, Tunus ile Trablusgarb’a sahip çıkmak üzereydiler. İngiltere’nin de Mısır’a el koymasıyla Memalik-i Osmaniye’nin Kuzey Afrika bölümü ortadan kalkıyordu. Batum, Kars, Ardahan ise Rusya’ya verilmişti.
II. Abdülhamid 1880’de Meclis-i Mebusan’ı lağvetti. Güçlü bir polis ve hafiye örgütüne dayalı bir baskı rejimi kurdu. Mithat Paşa’yı Taif’te öldürttü. Devlet toprakları taksim edildiği gibi, devlet idaresini de içeriden yabancılar kontrol ediyordu. 1881’de Düyün-ı Umümiye İdaresi kuruldu. Bu idare giderek Osmanlı maliye bakanlığından daha geniş bir yarı-devlet (ya da yarı-sömürge) kurumu olmuştur.
Osmanlı ülkesindeki bütün dinsel ve ulusal topluluklar istediklerine kavuşunca en sona kalan Ermeniler de, başkent de dahil olmak üzere, İmparatorluk’un her tarafında kargaşalık çıkardı. Ne var ki Ermeniler’in çoğunlukta oldukları bir bölge yoktu. Çünkü ülkenin her yöresinde Ermeniler ve Rumlar Müslüman halkla karışık olarak oturuyorlardı.
Devletin içinde bulunduğu durum ve Abdülhamid’in baskı rejimi ordu bünyesinde isyancı grupların örgütlenmesine yol açtı. Jöntürk örgütü 1889’da gizli” İttihad-ı Osmani” cemiyetini kurdu. Giderek tanınan Jöntürk hareketi Paris’e kaçan Ahmed Rıza Bey’in önerisi üzerine Ittihat ve Terakki Cemiyeti adını almış, 19. yy sonunda, çekirdeği orduda olmak üzere çok sayıda devlet mensubu İttihatçı olmuştu. Osmanlı ordusu 1897’de Makedonya’yı işgale kalkışan Yunan ordusunu yendi ama barış masasında hiçbir şey kazanılmadı. Bu tarihten sonra Makedonya sürekli bir komitacılık (ya da terör) bölgesi oldu. Müslüman çoğunluk da, Bulgar ve Yunanlılar gibi kendi komitacılarını yetiştirdi; Makedonya’daki Osmanlı ordusu Selanik ve Manastır gibi kentlerde ihtilalci subayların okulu haline geldi. İhtilalci örgütler İmparatorluk’un başka bölgelerinde de ortaya çıkıyordu. Mustafa Kemal de kurmay olduktan sonra tayin edildiği Şam’da böyle bir grubun başı olmuştur.
İmparatorluk’un çözülmesinin son aşamasında II. Abdülhamid dönemi de, kendinden öncekiler gibi eğitimi geliştirmeye çalışmıştır. Sayısal olarak bu dönemde okul ve öğrenci sayısı Abdülmecid dönemine göre on kat artmıştı. Fakat imparatorluk içindeki Hıristiyan nüfusla karşılaştırılınca Müslümanlar’ın okullaşma oranı altı kat daha azdı. Bu da sorunun sadece örgütlenme değil, bir kültür özelliği olduğunu açıkça gösteriyordu. O dönemde, Cumhuriyet döneminde de varlığını sürdürecek pek çok yüksekokul açılmıştır. Bunlar içinde, bu kitabın konusu açısından önemli olanlar 1883’te açılan Sanayi-i Nefise (Güzel Sanatlar Akademisi) ile 1884’te açılan Hendese-i Mülkiye (Mühendis Mektebi) gibi okullardır.
İmparatorluk’un 16. yüzyıldan bu yana gizli hastalığı cehaletti. Lale Devri’nden başlayarak bunun çaresi aranmıştır. Ne var ki eğitim sadece ordunun eğitimi olarak görülünce, bunun çözümü çalışmaları ancak Tanzimat’tan sonra ve medresenin güçlü direnci altında çok yavaş yürümüş, daha doğrusu sorun Osmanlı toplumunda çözülememiştir.
1908’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ve ordunun baskısıyla İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş ve Meclis-i Mebusan açılmıştı. İstanbul’da 31 Mart Ayaklanması denilen gerici gösteri ortamında ve çok kan döküldükten sonra, Meclis kararı ile II. Abdülhamid tahttan indirildi. İttihat-Terakki’nin tümüyle egemen olduğu 🔍Mehmed Reşad (1909-18) dönemi İmparatorluk’un sonunu getiren Birinci Dünya Savaşı ile örtüşür. Bu son döneminde bile İmparatorluk’un savaşla geçmeyen yılı olmadı. İtalyan ordusu Trablusgarb’ı ve Oniki Ada’yı 1912’de işgal etti. Aynı yıl Balkan Savaşı başladı, Osmanlı ordusu bu savaşı da kaybetti. Yenilmiş askerler ve düşmandan kaçan halk perişan yığınlar halinde başkent camilerinin avlularına sığındı. 1914 savaşına imparatorluk, bir bakıma, “koma”da girmişti. Fakat dört yıllık savaş ve Çanakkale zaferi, Osmanlı İmparatorluğu gibi bir dev hastanın kolay can vermediğini de kanıtlamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonunda Müttefikler’in hazırladığı ve Osmanlı hükümetinin çaresiz imzaladığı Sevr Antlaşması yüz yıldır Avrupalılar’ın Türkler için ne düşündüğünü haritalara geçirmiş bir belgedir. Ne var ki Ertuğrul’un aşiretinden Osmanlı İmparatorluğu çıkaran Türkler, İmparatorluk’un küllerinden Türkiye Cumhuriyeti’ni çıkaracak bir potansiyele hâlâ sahiptiler.
🔎VI.Mehmed (Vahdettin)
Doğan Kuban, Osmanlı Mimarlığı, YEM Yayınları
🔎Osmanlı Ekonomisi II
elinize sağlık çok güzel ve açıklayıcı olmuş keşke daha önce denk gelseydim
YanıtlaSilhocam İdadi orta okul değildir Lise seviyesindedir . Ayrıca Sultani ve İdadi Lise türü okullardır. teşekkür ederim. elinize sağlık
YanıtlaSilDikkatiniz için ben teşekkür ederim.
SilSözlükte “bir şeyi hazırlamaya mahsus yer” anlamına gelen idâdî (i‘dâdî) kelimesi önceleri, Tanzimat döneminin ilk yıllarına kadar Batı tarzında açılan okulların hazırlık sınıfları için kullanılmış, 1847’de faaliyete geçen rüşdiyelere öğrenci hazırlamaya ayrılan sıbyan mekteplerine de idâdî denilmiştir. Lise dengi olarak açılan idâdîler, askerî ve mülkî (sivil) yüksek okullara öğrenci yetiştirmeye yönelik faaliyetleri bakımından iki kısma ayrılabilir. (Diyanet- İslam Ansiklopedisi)
YanıtlaSilRüşdiye mektepleri başlangıçta dini kimlikli sıbyan mekteplerine kıyasla daha yüksek eğitim düzeredat uygulayan, orta dereceli eğitim kurumları olarak tasar lanmıştı. Ne var ki Maarif-i Umumiye Nizamnamesi'ne baktığı mızda, rüşdiye mekteplerinin artık ıslah edilmiş mahalle mek tepleriyle birlikte ilköğretim düzeyinin bir parçası olarak sı nıflandırdığını görmekteyiz. 76 Daha pratik ve dünyevi içerik li bir müfredat uygulayan ibtidai mekteplerinin açılmasıyla ve 1880'lerin başında idadi mekteplerinin gerçek anlamda ortaöğretim kurumları olarak ortaya çıkmasıyla, rüşdiyelerin varoluş
Silnedeni sona erdi.
Osmanlıda Eğitimin Modernleşmesi, Selçuk Akşin Somel, İletişim Yayınları
Mülki demek devlet yönetimi demek değilmidir
YanıtlaSil1.(devlet yönetiminde) asker sınıfı dışında kalan (yetkililer).
Sil2. Ülkeye ya da ülke yönetimine ilişkin olan.
Burada, yönetimdeki yetkililerin sivilliği vurgulanmış.
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil