Abdülmecid


Padişah II. Mahmut’un Bezmiâlem Valide Sultan’dan olan oğludur. Şehzadeliği döneminde Batı kültürüyle yetişti. İyi Fransızca konuşur ve Batı müziğinden hoşlanırdı. 1 Temmuz 1839 da tahta çıktığında, Mısır sorunu, Nizip yenilgisiyle çıkmaza girmişti. Babasının cenaze töreni sırasında, Sadrazam Mehmet Emin Rauf Paşa’dan padişahın mührünü zorla alan Meclis-i Valâyî Ahkâm-ı Adliye Başkanı Koca Hüsrev Paşa, kendisini sadrazam ilân ettirdi (2 Temmuz 1839). Nizip yenilgisinden henüz haberi olmayan Sultan Abdülmecit, sorunu çözmek için orduya ve donanmaya harekâtı durdurmaları için emir verdi. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’yı bağışladığını ve anlaşmak istediğini bildirmek için, Köse Akif Efendi’yi Mısır’a gönderdi. Bu arada Kaptan-ı Derya Giritli Ahmet Paşa, donanmayı Mısır’a kaçırıp Mehmet Ali Paşa’ya teslim etti (3 Temmuz 1839). Osmanlı ordusunun Nizip’te yenilgiye uğradığı haberi İstanbul’a gelince İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya, verdikleri ortak bir nota ile Mısır sorununun kendilerine danışılmadan çözülmemesini istediler. Bu nota, Babıâli tarafından kabul edildi.

Tanzimat Fermanı

Londra ve Paris’te, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ıslahat hazırlıkları konusunda görüşmelerde bulunan Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa, bir ıslahat programının gerekliliğine Sultan Abdülmecit’i inandırdı.

Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayünu), Mustafa Reşit Paşa tarafından İstanbul Gülhane Parkı’nda başta padişah olmak üzere, sadrazam, bütün ileri gelen devlet adamları, yabancı elçiler ve kalabalık bir halk topluluğu önünde okundu (3 Kasım 1839).

Tanzimat Fermanı ile ülkede şu yeniliklerin yapılacağı bildiriliyordu: 1) Osmanlı ülkesinde ırk, din ve mezhep ayrımı olmaksızın bütün vatandaşların can ve mal güvenliği sağacak.

2) Herkes mülkiyet hakkına sahip olacak, bu hak, kişi yararına devlet tarafından korunacak.

3) Herkesten kazancına göre vergi alınacak.

4) Devlet giderleri belirli bir bütçe ile sınırlandırılacak.

5)  Askerlik işleri belli bir düzene konulacak

6) Mahkemeler, herkese açık olacak ve hiç kimse yargılanmadan cezalandırılmayacak.

7)  Devlet memurlarına maaş bağlanacak.

8)  Rüşvet ve kayırma cezalandırılacak.

Tanzimat Fermanı’nın ilânından sonra padişah, bu fermana ve ona bağlı olarak yapılacak kanunlara saygılı olacağına yemin etti. Böylece Osmanlı devlet yönetiminde ilk defa olarak, her kuvvetin üstünde, bir kanun kuvvetinin varlığı kabul edilmiş oldu. Tanzimat Fermanı’nın ilânındaki amaç, Osmanlı İmparatorluğu sınırlan içinde yaşayan tüm insanları, hak ve ödevler bakımından eşit hâle getirip kaynaştırmak ve bunun sonucunda bir Osmanlı milleti meydana getirmekti.

 

Tanzimat Neydi?

Mahmud'un ölümüyle (1839) Abdülhamid'in tahta çıkışı (1876) arasında başa gelen padişahların hiçbiri reform politikası üzerinde bir hakimiyet kuramadı. Boşluk, Selim ve Mahmud'un yeni seçkinlerince kapatıldı. Savunma diplomasiye dayandığından, en çok nüfuz sahibi olanlar askeriden ziyade sivil seçkinlerdi. İktidarın merkezi saraydan Bab-ı Ali' deki sivil bürokratik karargâha kaydı. Tanzimat döneminde, hariciye nazırının veziri azam olarak göreve devam etmesi alışılmış bir uygulama haline  geldi. Döneme, her iki makamı da işgal eden Mustafa Reşid (1800-58), Keçecizade Fuat (1815-69) ve Mehmed Emin Ali (1815-71) paşalar damgasını vurdu. Onların mesai arkadaşları ise kah nazır, kah vali olarak o nezaretten bu nezarete dönüp duran bir seçkinler grubu oluşturdular. 

Tanzimat politikası, reformun süreklileşmesini ve yoğunlaşmasını temsil eder. Gerek tanzimat, gerekse nizam kelimeleri Türkçeye Arapçadan girmiş ve her ikisi de "düzenleme"yi ifade eden aynı Arapça kökten türemiştir. Bu kökün ettirgen ya da pekiştirmeli biçimi olan Tanzimat, düzenleme veya reformun genişletilmesine ya da yoğunlaştırılmasına işaret eder. Ve Tanzimat döneminde olan da tam olarak budur. Bu dönemdeki Osmanlı politikaları, doğum halindeki küresel modernliğin Janus benzeri yüzlerinin her ikisine birden; hem korkutucu veçheye (Balkanlar'daki ayrılıkçı milliyetçilik, Asya ve Afrika'daki emperyalizm) hem de çekici veçheye (Avrupa'nın ilerlemesini örnek alarak Osmanlı'nın geri kalmışlığından kurtulma umudu) cevap veriyordu. Tanzimat, bir yandan yaklaşan çöküş tehlikesini haber veren bir buhranlar dönemi, bir yandan da yenilenişe delalet eden bir reformlarda hızlanma dönemiydi.

Carter V.Findley, Cambridge Türkiye Tarihi , Cilt 4

Reşit Paşa, Osmanlılığı yeni bir ruhla canlandırmak azmindeydi. Yeni Osmanlılık eskisinden yalnız bir derece farkı ile ayrılmıyordu. Batı milli devletlerinde eşitlik prensibi toplumsal sınıfların, vatandaşların eşitliği yönünde gelişirken Osmanlı İmparatorluğu'nda bu prensip tabi kavimlerin, gayrimüslimlerin eşitliği şeklinde kendini göstermekteydi ve hiç şüphesiz yine kaynağını Batı'dan almaktaydı. Böylece Tanzimatçılar devleti laikleştirme, dini devletten ayırma hareketinde ilk adımı atmış bulunuyorlardı. Onlar evvelce yalnız Şeriatın idare ve kontrolü altında olan birçok kamu hizmetlerini gittikçe laik Batı kanun ve nizamlarına tabi tutmuşlar, ulemanın faaliyet alanını gittikçe daraltmışlar, gayrimüslim cemaatler için olduğu gibi dini hukuku, miras, evlenme gibi şahsi hukuk sahasına indirgemeye çalışmışlardır (hatta Cevdet Paşa'ya göre Ali Paşa Napoleon'un Code Civile'ni de almak istiyordu). Şüphesiz, Engelhardt'ın belirttiği gibi, devlet kurumlarının laikleştirilmesi Tanzimat'ın en önemli bir cephesidir.

Tanzimatçılar mülki idarede, mahkemelerde, ticaret hukukunda Batı kanunlarını alıp uygulamakta tereddüt göstermediler. Bunun içindir ki, ulema ile Tanzimatçılar arasında çatışma kendini göstermekte gecikmedi. Ulema onları dinsizlikle suçluyordu. Namık Kemal, Ziya Paşa, Suavi Efendi gibi vatancı-milliyetçi gelenekçiler ise, Tanzimatçıları Frenkleşerek toplumsal benliği kaybetmek, gayrimüslim tebaa lehine Türk-Müslüman hakimiyetini kundaklamakla suçlamışlar, Tanzimat'ı büyük devletlerin baskısı ile memlekete soktuklarını ileri sürmüşlerdir. Pratik bir devlet adamı olan Reşit Paşa'nın, Batı'ya ait prensiplerin imparatorluk için nasıl felaketli sonuçlar getireceğini takdir edemediği iddia edilemez. Tanzimatçılar, kanun önünde eşitlik ve devlet kurumlarını laikleştirme hareketini, iç ve dış baskılar neticesinde siyasi bir zorunluk olarak duymuş ve uygulamışlardır. 

1848 İhtilali'nden sonraki karışık devrede hükümetin başında bulunan Reşit Paşa'nın tutumu ve davranışı, onun gerçekçi siyasetini daha iyi ortaya koymaktadır.  Özetle, Gülhane Hattı, gelenekçi kalıplar altında Şeriata ve gelenekçi devlet anlayışına saygı göstermekle beraber, kanun ve devlet anlayışıyla yönetim prensiplerinde modern kavramlar getirmekte, belirli pratik gayelerle yönetimi yeni baştan düzenleme amacını gütmekteydi. Sonraları bu prensipler, tamamıyla gelişerek modern Türk tarihinin ana gelişme istikametleri halini almıştır. Türkiye'de anayasa rejimi, laikleşme akımları gibi devrimci akımlar kaynak bakımından hiç şüphesiz Gülhane Hattı'na bağlanabilir. Reşit Paşa'nın Hatt'ın ilanından sonra aldığı tedbirler onun samimiyetini ve bu yorum tarzının doğruluğunu apaçık ortaya koymuştur.

Devleti Aliye IV , Halil İnalcık, İş Bankası Yayınları


 Mısır sorunun çözümlenmesi

Osmanlı İmparatorluğu'nun bekası, 19. yüzyılın başka hiçbir anında, dönemin başlangıcında ve bitişinde olduğu kadar tehdit altında bulunmuyordu. II. Mahmud 1839'da öldüğünde, Mehmed Ali'yle savaş halindeydi. Mısır'ın yanı sıra Girit ve Suriye'yi de denetimi altında tutan Mehmed Ali kısa bir süre önce Osmanlı ordusunu Anadolu içlerinde yenilgiye uğratmıştı; Osmanlı donanması da Mısır saflarına geçmişti. 

Avrupalı güçler Osmanlı'nın aniden çökmesi ihtimalini o denli istikrarsızlaştırıcı buluyorlardı ki, duruma İstanbul lehine müdahale ettiler. Geri çekilmeye zorlanan ve diğer toprakları da elinden alınan Mehmed Ali kalıtsal Mısır valiliğiyle yetinmek zorunda bırakıldı. Kağıt üzerinde 1914'e kadar Osmanlı hakimiyetinde kalan Mısır, Mehmed Ali'nin varisleri yönetiminde bir yandan giderek İstanbul' dan özerk hale geldi, bir yandan da iktisaden gerileyerek Avrupa'ya daha bağımlı oldu. Avrupa'nın buraya yönelik yatırımlarının ve stratejik ilgisinin artmasına neden olan pamuk ihracatı ve Süveyş Kanalı (1869), İngilizlerin 1882'de Mısır'ı istilasının da yolunu açtı

Carter V.Findley, Cambridge Türkiye Tarihi , Cilt 4

Tanzimat Fermanı’nın uyandırdığı olumlu hava, Mısır sorununun çözümünü kolaylaştırdı. İngilizler, Mısır sorununu bir Avrupa sorunu hâline getirdiler. İngiltere’nin girişimi sonucu Londra'da bir toplantı yapıldı. Toplantıya İngiltere, Prusya, Avusturya ve Rusya katıldı. Görüşmeler sonunda, Mısır sorununun çözümüne ilişkin Londra Antlaşması imzalandı (15 Temmuz 1840).

Antlaşmaya göre:

1) Mısır valiliği, babadan oğula geçmek üzere Mehmet Ali Paşa’ya verilecek.

2) Mehmet Ali Paşa, ele geçirdiği Osmanlı topraklarını ve donanmayı geri verecek.

Fransa’ya güvenen Mehmet Ali Paşa, Londra Antlaşması’nı tanımadı. Bunun üzerine harekete geçen Osmanlı ve İngiliz donanmaları, Suriye ve Mısır kıyılarını abluka altına aldılar. Osmanlı kuvvetleri, Mısır kuvvetlerini yenilgiye uğrattı. Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa, Londra Antlaşması’nı tanımak zorunda kaldı. Böylece Mısır sorunu, kısa bir süre için de olsa, çözümlenmiş oldu.


Mısır donanmasıyla bir asker olarak 1800 de Mısır'a gelen Mehmed Ali, dönemin koşulları içinde  beş yılda paşalık elde eder.  1805 yılında Mısır Valisi olan Mehmed Ali Paşa'nın uzun vadeli hedefinde Osmanlı tahtı vardır. Yukarıdaki tablo bu süreci özetlemektedir. Özellikle İngiliz çıkarları Mehmet Ali'yi engeller. Osmanlı'nın bir eyaleti olan Mısır'ın  Osmanlı'yı yıkma gücüne erişmesi üzerinde düşünülmelidir. Mehmet Ali, eğitimi araçsal olarak kullanarak özellikle askeri ve idari bürokrasiyi geliştirmekte kullandı. Bu süreçte Fransa'dan yararlandı. II.Mahmud ve Abdülmecid'in askeri reformlarını bu bakışla da değerlendirmek gerekir düşüncesindeyim. Mısır ile başa çıkmak çabası, bazı girişimleri hızlandırmış olabilir. B.Berksan.

Boğazlar sorunu

Londra Antlaşmasının imzalanmasından bir yıl sonra, Rusya ile yapılan Hünkâr İskelesi Antlaşması sona erdi. Bunun üzerine. Fransa’nın önerisiyle, Avrupa devletleri, yeniden Londra’da toplandılar. Toplantıya Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya katıldılar. Toplantıda, Boğazlar sorunu görüşüldü ve Londra Boğazlar Antlaşması imzalandı (13 Temmuz 1841). Buna göre:

1)  Boğazlar, Osmanlı İmparatorluğunun egemenliği altında kalacak.

2)  Boğazlar, bütün savaş gemilerine kapalı olacak.

Londra Boğazlar Antlaşması’yla Boğazlar sorunu da belli bir dönem için çözümlenmiş oldu.

Uluslararası antlaşmalar sonucu, Mehmet Ali Paşa, Suriye ve Adana’yı kaybetti: fakat, Mısır'ın yönetimini, çocuklarına ve torunlarına kazandırdı. Bu olay, Osmanlı İmparatorluğu’nun, bir valisinin ayaklanmasını bastıramayacak kadar güçsüz olduğu sonucunu onaya çıkardı. Rusya, Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki himaye hakkını kaybetmekle beraber, Karadeniz’deki güvenliğini sağladı. İngiltere, Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da güçlü bir devlet kurmasını önleyerek, Hindistan deniz yolunu korumuş oldu. Mısır sorununda Mehmet Ali Paşa’yı destekleyen Fransa, kendi çıkarlarına uygun bir sonuç elde edemedi.

Tanzimat Fermanı'nın hayata geçirilmesi

Gerçekleştirilen yeniliklerin başlıcaları şunlardır: Merkezî yönetimi güçlendirmek amacıyla, valilerin yetkileri azaltıldı. Vilâyet ve kazalarda kurulan meclislerde halkın yönetime katılması sağlandı. Her eyaletten, yörelerinin- gereksinmelerini bildirmek üzere ikişer temsilci İstanbul’a çağrıldı. İstanbul’dan her bölgeye gönderilen imar meclisleri çalışmaya başladı. Maliye, Fransa’daki teşkilâtlanma temel alınarak düzenlendi. Malî yetkiler, idare amirlerinden alınarak defterdarlara verildi. Vergilerin belirlenmesi vilayet meclislerine, toplanması da “muhassıl" adı verilen vergi memurlarına bırakıldı. İltizam yöntemi kaldırıldı. Aşar vergisi her yıl eşit olarak alınmaya başlandı. Hristiyanlardan alınan vergilerin toplanmasında patrikhanelerin aracılığı kabul edildi. Ticaret meclisleri kuruldu. 1840’ta “kaimei mutebere" adıyla ilk kâğıt para çıkarıldı. Karşılığının olmaması, kısa zamanda sahtelerinin basılması nedeniyle halkın itibar etmediği bu para, piyasadan geri çekildi. Muhassıl uygulamasıyla umut ettiği vergiyi toplayamayan devlet, bir süre sonra yeniden iltizam sistemini uygulamaya başladı. 

Hukuk alanında gerçekleştirilen yeniliklerle, batının hukuk sistemi benimsenmeye başlandı. Daha çok Fransız kanunlarından yararlanıldı. 1840 yılından itibaren lâik kanunlar çıkarılmaya başlandı. 1846’da Karma Ticaret Mahkemesi, 1847'de Karma Hukuk ve Ceza Mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemelerde, Avrupa yargı yöntemleri uygulandı. Siyah esareti yasaklandı. Meslek değiştirmeyi yasaklayan 1834 tarihli kanun uygulamadan kaldırıldı. Bunlara paralel olarak, 1840'taki yeni bir Ceza Kanunnamesi ile Ticaret Kanunnamesi hazırlandı. Bunların hazırlanmasında Fransız hukuk sisteminden yararlanıldı. 

1843’te askerlik yasası çıkarılarak, kura yöntemi benimsendi. Askerlik süresi 4-5 yıl olarak sınırlandı. 1845’te Maarif Meclisi kuruldu. 1847‘de “Mekâtibi Umumiye Nezareti" (Umum Mektepler Nazırlığı) kuruldu. Daha çok ortaokul düzeyindeki rüştiyelerin (ortaokul) açılmasına önem verildi. Her 500 haneli bir yere rüştiye açılması ilke olarak kabul edildi. 1846'da Darül-muallimin (Erkek Öğretmen Okulu) açıldı. Tanzimat eğitiminin en önemli özelliği, lâik ağırlıklı oluşudur. Yine 1846’da Darülfünun (Üniversite) binasının temeli atıldı. 1850’de Darülmaarif adı verilen lise açıldı. 1851’de ilk bilim akademisi sayılan Encümen-i Daniş açıldı. Devletin bütün kurumlarında başlatılan yenileşme hareketleri, karşılaşılan tepkiler nedeniyle istenilen sonucu vermedi. Bu yüzden Sultan Abdülmecit, zaman zaman tutucu kesimden olan kişilere de görevler vermek zorunda kaldı.

Sultan Abdülmecid'in yurt gezileri

Sultan Abdülmecit, aracısız bir şekilde halkın sorunlarını dinleyen ilk Osmanlı padişahıdır. Tanzimat'ın ülke genelinde uygulanmasında karşılaşılan zorlukları yerinde görmek ve incelemek amacıyla yurt gezilerine çıktı. 1844'te İzmit, Mudanya, Bursa. Gelibolu, Çanakkale, Limni, Midilli ve Sakız’ı ziyaret etti.

1846’da gerçekleştirdiği Rumeli gezisinde Silistire'ye kadar gitti.

Lübnan sorununun ortaya çıkması

İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’da çıkar çatışmaları ve kışkırtmaları sonucunda, Lübnan'da Dürzîler ile Maruniler arasında olaylar çıktı. Babıâli'nin 1842 ve 1845'te yaptığı düzenlemelerle Lübnan, biri Dürzi, diğeri Maruni, iki kaymakamın yönetiminde iki kazaya ayrıldı. Bu sistem, 1860 yılına kadar Lübnan’da bir barış durumu sağladı. Fransa'nın ve Katolik Kilisesi'nin Hristiyanları desteklemesi ve onlara sağladığı olanaklar yüzünden 1860'ta Dürziler ile Hristiyanlar arasında çatışmalar çıktı. Çatışmalarda çok sayıda Hristiyan öldürüldü. Yabancı devletlerin müdahalesini önlemek isteyen Babıâli, Hariciye Nazırı Fuat Paşa’yı olağanüstü görevle Lübnan’a gönderdi. Fuat Paşa, aldığı sert önlemlerle olayları yatıştırdı. Buna rağmen Fransa, 6 bin kişilik bir kuvveti Lübnan’a çıkardı. Sonuçta. Osmanlı İmparatorluğu, Fransa, İngiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya arasında imzalanan 9 Haziran 1861 tarihli Beyoğlu Protokolü ile Lübnan: imtiyazlı, bağımsız bir sancak durumuna getirildi. Bu protokole göre Lübnan sancağı. Babıâli tarafından atanan bir Hristiyan mutasarrıf tarafından yönetilecek ve Lübnan’da çeşitli cemaatlerin temsil edildiği on kişilik bir meclis bulunacak: asayişi kendi jandarması sağlayacaktı. Özel bir vergi sisteminin uygulanacağı sancak, Beyrut, Sayda ve Trablusşam'ı kapsıyordu.

Macar ve Leh yurtseverlerinin Osmanlı topraklarına sığınması

1848 İhtilâli sonrası Fransa'da krallığın devrilmesi ve cumhuriyetin ilânı, işçi haklarına ilişkin yeni düşünceler, kısa zamanda tüm Avrupa'ya yayıldı. 1848 Ihtilâli'nin etkisiyle Macarlar, Avusturya’ya; Lehler, Rusya'ya karşı ayaklandılar. Macar ve Leh yurtseverlerinin işbirliği sonucunda, Macaristan'da ortak bir Macar-Leh ordusu kuruldu. Avusturya İmparatoru Franz Joseph, başarıyla savaşan bu orduya karşı Çar I. Nikola’dan yardım istedi. Avusturya’ya giren Rus ordusu karşısında tutunamayan Macar ve Leh yurtseverleri, Osmanlı topraklarına sığındılar. Osmanlı İmparatorluğu'nun mültecileri kabul etmesi.

Avusturya ve Rusya'nın baskılarına rağmen mültecileri geri vermemesi. Batı ülkelerinde Osmanlı İmparatorluğu hakkında olumlu etkiler uyandırdı.

Kırım Savaşı

Bu arada Rusya, Tanzimat Fermanı’nın ilânı ile başlatılan yenileşme çabalarını yakından izliyordu. Bilhassa. Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi çalışmaları Çar I. Nikola'nın hemen harekete geçmesine neden oldu. I. Nikola, Osmanlı İmparatorluğumu "Hasta Adam" olarak görüyor, bu hasta adamın bir an önce ölmesini bekliyordu. I. Nikola, geleneksel Rus politikasına uyarak, İstanbul’a ve Boğazlara yerleşmek. Balkanlarda Rusya'dan yana devletler kurmak amacındaydı. Ancak, bu sırada

Avrupa'nın siyasi durumu, çarın bu düşüncelerini gerçekleştirmesine uygun değildi. Çar I. Nikola, İngiltere ile anlaşırsa, Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki düşüncelerini gerçekleştirebileceğine inanıyordu. Bu amaçla çar, İngiliz elçisine. “Kollarımız arasında bir hasta adam var. Çok hasta. Size açıkça söylemeliyim ki. gereken hazırlığı yapmadan önce onu günün birinde kaybetmemiz büyük bir felâket olacaktır" dedi ve Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili düşüncelerini şöyle açıkladı: "İstanbul’un Ruslar tarafından devamlı işgalini isteyecek değilim. Ama bu şehrin Fransızlar, İngilizler ya da başkaları tarafından işgal edilmesine de razı olamam. Eflâk ve Boğdan himayem altında bulunuyor. Bu durum sürebilir. Mısır’ın İngiltere için önemini kabul ediyorum" dedi ve Osmanlı İmparatorluğunu İngiltere ile paylaşmak düşüncesini ileri sürdü. Çarın bu sözlerine İngiliz elçisi, “Niçin hastayı tedavi etmeyi düşünmüyoruz ki?" karşılığını verdi. İngiltere’nin o günkü siyaseti, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunmasıydı. Çünkü, sömürgelerine giden yollar Osmanlı topraklarından geçiyordu. Bu yolların güvenliği açısından Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğü korunmalıydı. Bu nedenle İngiltere, Rusya'nın önerisini kabul etmedi. Bunun üzerine Rusya, tek başına hareket etmeye karar verdi.

Car I. Nikola. Osmanlı İmparatorluğuna müdahale için, kutsal yerler konusunu ortaya attı. Kudüs ve Filistin’in bazı yerleri Hristiyanlarca kutsal sayılırdı. Kutsal yerler, 1535'te, Fransa ile imzalanan Kapitülasyon Antlaşması ile Fransız Katolik papazların yönetimine bırakılmıştı. IV. Murat döneminde, Rum Ortodoks Kilisesi, bu hakları Katoliklerin elinden almıştı (1654). Bu tarihten sonra iki mezhep, 1853 yılına kadar bu konuda birbirleriyle çatıştılar. Aynı yıl Katolikler, kutsal yerlerle ilgili yeni haklar elde ettiler. Bunun üzerine Çar I. Nikola, Küçük Kaynarca Antlaşmasının Rusya’ya sağladığı haklara dayanarak, kutsal yerler sorununun hemen çözümlenmesini istedi. Bu amaçla Prens Mençikofu İstanbul’a gönderdi. Mençikof, Osmanlı Imparatorluğu’ndan Ortodoks Kilisesi’nin imtiyazları hakkında değişmeyecek güvenceler istedi. Osmanlı Hükümeti, Rusların bu isteğini İngiltere ve Fransa’ya bildirdi. Rusya’nın Osmanlı imparatorluğu üzerinde nüfuz kazanmasını istemeyen İngiltere ve Fransa’nın tavsiyesi üzerine Rus istekleri geri çevrildi.

Rusya, Bâbıâli’ye bir nota vererek, isteklerinin kabul edilmesini, aksi hâlde Eflâk ve Boğdan'ı işgal edeceğini bildirdi. Bu sırada İngiliz ve Fransız donanmaları da Çanakkale açıklarına geldi. Rus ordusu 3 Temmuz 1853’te Eflâk ve Boğdan'a girdi. BabIâli'de 26 Eylül'de toplanan olağanüstü mecliste savaş kararı alındı ve 4 Ekim 1853'te Rusya'ya savaş ilân edildi. Ömer Paşa komutasında Tuna’yı geçen Osmanlı ordusu, Kalafat'ı işgal edip, Rusları Oltaçina’da yenilgiye uğrattı. Babıâli'nin isteği üzerine Çanakkale'deki İngiliz ve Fransız donanmaları, İstanbul'a geldi. Doğu cephesinde ise Ahıska’ya kadar ilerleyen Abdülkerim Nadir Paşa, Ruslara yenildi ve geri çekilmek zorunda kaldı. Bu sırada Ruslar. Batum'a erzak ve cephane götürmekte olan Patrona Osman Paşa komutasındaki 12 parçalık Osmanlı filosunu Sinop’ta yaktılar (30 Kasım 1853).

Sinop baskını, İngiltere ve Fransa’nın harekete geçmesine neden oldu. Osmanlı İmparatorluğu ile bir ittifak antlaşması ettiler. 22 Nisan 1854'te müttefik donanması, Odesa’yı bombaladı. Müttefikler, Türklere yardım için Varna’ya asker çıkardılar. Bu arada Avusturya da. Eflâk ve Boğdan'ı boşaltması için Rusya'yı zorlamaya başladı. Avusturya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında Boyacıköy Antlaşması imzalandı (14 Haziran 1854). Antlaşmaya göre; Avusturya, Eflâk ve Boğdan'daki Rus işgalinin kalkmasına yardım edecek, barış antlaşması imzalanıncaya kadar burayı koruyacak ve sonra boşaltacaktı. Ömer Paşa’nın emrindeki kuvvetler. Silistre ve Yerköyü'nde Rusları yenilgiye uğrattı ve Bükreş'e girdi.

Müttefikler, Rusya’yı barışa zorlamak için, Kırım’a asker çıkardılar. Kırım’a çıkan müttefikler, Sivastopol'ü kuşattılar. 1854 yılı sonunda İtalya birliğini kurmaya çalışan Piyemonte (Sardunya) Krallığı da  müttefiklerin yanında savaşa girdi. Sivastopol kuşatması 1854-1855 kış mevsimi boyunca devam etti. 1855 baharında yeniden askerî harekâta başlayan müttefikler. Yeşiltümsek ve Aktabya’yı ele geçirdiler. Rusların gönderdiği takviye kuvvetler, Traktir'de yenilgiye uğratıldı. 9 Eylül 1855 günü müttefikler, Sivastopol’a girdiler. Bu sırada Çar 1. Nikola ölmüş, yerine II. Aleksandr geçmişti. Yeni çar, barış istedi. İngilizler, Sivastopol’a girdikten sonra, buradaki liman ve tersaneleri yaktılar.

Paris Antlaşması

Kırım Savaşı sonrası barış konferansı Paris’te toplandı. Konferansa Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere, Fransa, Avusturya, Rusya ve Piyemonte katıldı. Konferans sonunda Paris Antlaşması imzalandı (30 Mart 1856). Antlaşmanın önemli maddeleri şunlardır:

1)  Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa devletler hukukundan yararlanacak ve toprak bütünlüğü. Avrupa devletlerinin garantisi altında olacak

2)   Karadeniz, tarafsız hâle getirilecek, sadece ticaret gemilerine açık tutulacak.

3)  Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya, Karadeniz'de savaş gemisi bulundurmayacak ve tersane kuramayacaklar.

4)  İki taraf, savaşta ele geçirdikleri yerleri geri verecek. 

Savaşın ardından toplanacak olan Paris Kongresi'nden önce, Sadrazam Âli Paşa, Hariciye Nazın Fuad Paşa ve Şeyhülislâm Ârif Bey ile İngiltere, Fransa ve Avusturya sefirlerinin de yer aldığı bir komisyon kuruldu ve Avrupa devletlerinin gayrimüslimlere yeni haklar verilmesi yönündeki taleplerini değerlendirdi. Komisyonda sert tartışmalar yaşandı. İngiltere Elçisi Stratford Canning, ıslahat programının Paris Kongresi'nde zikredilmesini ve devletlerin taahhüdü altına alınmasını istedi; ancak, Osmanlı delegelerinin itirazı üzerine programın padişahın tebaasına bir ihsanı olarak açıklanması esası kabul edildi. 

Neticede, Islahat Fermanı, 18 Şubat 1856’da, kongreden bir hafta önce yabancı devletlerin temsilcileri, patrikler ve devlet ileri gelenlerinin katıldığı bir törenle Bâbıâli’de kamuoyuna duyuruldu ve böylece gayrimüslimlere bazı yeni haklar tanınarak yabancı güçlerin devletin iç işlerine müdahalesi önlenmek istendi.

Osmanlı Devletinde Reform, A.Ü.A.Ö.F.

1856 yılında yayımlanan Islahat Fermanı

1) Halkın can, mal ırz ve namus dokunulnulmazlığı, din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin devletçc korunacak.

2)  Din ve mezhep değiştirmede zorlama olmayacak

3)  Devlet, kişilerin ve toplulukların tasarruf hukuklarına saygı gösterecek.

4)   Hristiyanları küçük düşürücü deyim ve ifadeler kullanılmayacak.

5)  Cizye kaldırılacak; vergiler, din ve mezhep farkı gözetilmeksizin herkesten alınacak.

6)   Hristiyanlar asker olabilecek; askere gitmeyenler belli bir ücret ödeyecekler.

7)  Hristiyanlar, devlet memuru olabilecek.

8)  Suçlu mülklerine devletçe elkonulması yöntemi kaldırılacak.

9)  Ticaret, ceza ve cinayet davaları için karma mahkemeler kurulacak.

10)  Rüşvetle iş görmek kesinlikle yasaklanacak.

11) Batı kültürüne önem verilecek; bilim, öğretmen ve sermaye olarak Avrupa'dan yararlanılmaya bakılacaktır.

Tanzimat Fermanı'nda olduğu gibi, Islahat Fermanı’nda da temel düşünce, tüm yurttaşları din ve ırk ayrımı gözetmeksizin kaynaştırmak ve devletin geleceğiyle ilgili bir Osmanlı toplumu meydana getirmekti. Bu amaca ulaşmak için Müslümanlarla Hristiyanları ayıran özellikleri kaldırmayı ön plânda tutan Islahat Fermanı, din, vergi. askerlik, devlet memuru olabilme gibi konulan çözülemeye yöneldi.

Doğu Sorunu ve İngilizler

Osmanlı Devleti’nin Doğu Akdeniz  ve Ortadoğu üzerinde bulunmasına rağmen, İngiltere 19. yy başlarına kadar  bu devletin durumuyla fazla ilgili değildi. Çünkü Osmanlılar, güçlü oldukları sürece, İngiltere adına, Hint yolunun bekçiliğini zaten yapıyorlar ve  onun Avrupalı karşıtlarını buraya yaklaştırmıyorlardı. Ancak, Fransız Devrim Savaşları sırasında, 1798’de Napolyon Bonaparte İngiltere’yi en can alıcı yerinden vurmak için Mısır’a çıkınca, İngiliz yöneticiler Osmanlı Devleti’nin artık yeterince güçlü olmadığını, Hint yolunun güvenliğini kendi başına  sağlayamayacağını anladılar ve bundan  sonra, Rusya’nın Boğazlar ve İstanbul’a, Fransa’nın da Ortadoğu’ya yerleşmelerini önlemek amacıyla, Osmanlı İmparatorluğumun toprak bütünlüğünü koruma politikasını izlemeye başladılar.

İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nu dağılmaktan korumak için çeşitli yollar denedi. ✅Birincisi, yabancı bir devlet Osmanlı topraklarını ele geçirmek istediği zaman, Osmanlı İmparatorluğunun yanında yer aldı, onu destekledi. Bu destek, ya Mehmed Ali Paşa isyanında olduğu gibi diplomatik ya da Kırım Savaşı’nda görüldüğü gibi, hem  diplomatik, hem de askerî oldu. İkincisi, Rusya’nın ve Fransa'nın Ortodoks  ve Katoliklerin durumunu bahane ederek Osmanlı iç işlerine karışmalarını  önlemek amacıyla, Bâbıâli’yi liberal yönde girişimlere zorladı. Bunun sonucunda, Osmanlı yöneticileri 1839 Tanzimat Fermanı ile 1856 Islahat Fermanı’nı ilân ettiler. Üçüncüsü, İngiltere,  Osmanlı askerî gücünü artırmak amacıyla, ordunun yeniden ve çağdaş gereklere uygun bir biçimde düzenlenmesini istedi. Fakat İngiltere bu konuda fazla başarılı olmayacak, Osmanlı ordusunun yeniden düzenlenmesi görevi lngilizlere değil, 1835’te İstanbul’a gelen  Prusyalı Moltke’ye verilecektir

Halul Ulman , Tanzimat’dan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi

 Çeşitli alanlarda yenilikler

Kırım Savaşı sonrasında Sultan Abdülmecit, yenilik hareketlerini devam ettirdi. 1856‘da askerlik teşkilâtı, yedi ordu esası üzerine kuruldu. Hristiyanlar askere alınmaya başlandı. 1857’de Maarif-i Umumiye Nezareti kuruldu. Avrupa’ya öğrenciler gönderildi. Mülkiye ve Telgraf mektebi gibi meslek okulları açıldı. Yeni Arazi Kanunnamesi yayımlandı. Devletin gelir ve giderleri bir bütçeye bağlandı. Tersane yeniden düzenlendi.

İlk dış borçlanma

Kırım Savaşı başladığında devletin malî durumu son derece kötüydü. Savaşın getirdiği ağır masrafları karşılamada zorlanan devlet, ilk kez dış borç alma zorunda kaldı (24 Ağustos 1854). Londra'da imzalanan antlaşma ile Ingiltere ve Fransa'dan beş milyon İngiliz altını alındı. Alınan borca Mısır'ın yıllık vergisi, İzmir ve Suriye gümrüklerinin geliri karşılık gösterildi. Daha sonra 1855, 1858 ve 1860'ta yeni dış borçlar alındı. Bu arada Beyoğlu sarraflarından alınan borçlar da 80 milyon altın lirayı aştı. Bunlar için rehin verilen mücevherlerle borç senetlerinin bir bölümü yabancı tüccar ve bankerlerin eline geçti. Aşırı borçlanmayı sert bir şekilde eleştirmesi nedeniyle Sadrazam Ali Paşa görevden alındı (18 Ekim 1859).

Dış Baskılar

Ekim 1859’da İngiltere, Fransa, Avusturya, Prusya ve Rusya, Bâbıâli’ye bir nota vererek. Islahat Fermanı'nda belirtilen yeni düzenlemelerin bir an önce gerçekleştirilmesini istediler. Bunun gerçekleşmesi için ayrı ayrı müdahalede bulunacaklarını da ifade ettiler. Bu konuda Rusya ilk adımı atarak, Bosna-Hersek ve Bulgaristan'daki Hristiyanların durumunu uluslararası bir kurulun incelemesini istedi. Bu sorun çözülmeden Lübnan olayları yeniden alevlendi (1860). Ardından Şam olayları çıktı. Bu karışıklıklar sırasında Hollanda ve Amerikan konsolosları öldürüldü.

 Cidde olayları

1858'de Cidde'de, bazı kışkırtmalar sonucu, büyük bir topluluğun Hristiyanlar üzerine yürümesi ile olaylar başladı. Dinî bir şekil alan kavgayı, güvenlik güçleri önleyemedi. Bu arada İngiliz ve Fransız konsolosları öldürüldü. Cidde önlerine gelen İngiliz ve Fransız savaş gemileri, intikam amacıyla şehri bombaladılar. Olaylarda elebaşı olarak gördükleri kişileri yakalayıp idam ettiler. Bu durum açıkça, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenlik hakkının çiğnenmesiydi. Aynı ülkeler Paris Antlaşması’nda, Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa hukukundan yararlanmasını öngörmüş ve toprak bütünlüğünün korunmasını garanti etmişlerdi. Ancak bu devletler, Cidde olaylarında gösterdikleri tavırla, kendileri bu kararı çiğnemiş oldular.

Eflak ve Boğdan olayları

Eflâk ve Boğdan’da XIX. yüzyılın başlarından itibaren milliyetçilik fikirleri gelişmeye başladı. Kırım Savaşından sonra Eflâk ve Boğdan’da. Osmanlı İmparatorluğundan ayrılma istekleri güçlendi. 1857’de toplanan Eflâk ve Boğdan meclisleri, iki beyliğin, "Romanya" adıyla birleştirilmesine karar verdiler. Osmanlı İmparatorluğu, bu duruma itiraz ederek, meclislerin dağıtıldığını ilân etti. Fransa, Eflâk ve Bogdan'ın birleşmesini destekliyordu. Fransa’nın baskısı sonucu. 1858'de Paris’te bir konferans toplandı. İngiltere ve Avusturya, konferansta Osmanlı imparatorluğu’nun yanında yer aldılar. Konferansta şu kararlar alındı:

1) Eflâk ve Boğdan, Osmanlı egemenliğinde kalmak şartıyla, ‘‘Eflâk ve Boğdan Birleşik Prensliği" unvanını alacak.

2)  Her iki beyliğin ayrı beyleri ve meclisleri olacak.

3) Beyler, kendi meclisleri tarafından seçilecek ve bu seçim padişah tarafından onaylanacak.

4)  Eflâk ve Boğdan, Osmanlı İmparatorluğuma vergi vermeye devam edecek.

Konferansta, beyliklere iç işlerinde sağlanan haklar, gerçekte iki beyliğin birleşmesi yolunda atılan bir adım oldu. 1859’da Boğdan ve Eflâk meclisleri, Aleksandr Cuza’yı, ortak prens (voyvoda) olarak seçtiler. Böylece, Cuza'nın şahsında Eflâk ve Boğdan birleşmiş oldu. Osmanlı İmparatorluğu, büyük devletlerin baskısı sonucu, bu durumu kabul etmek zorunda kaldı.

Kuleli Vakası

1853-1856 Kırım Savaşı'ndan sonra devletin ekonomik durumunun kötüleşmesine rağmen toplumun elit tabakasında görülen alafranga (Batı tarzı) öykünmelerle lüks ve israf, Tanzimat reformlarının toplumun bazı kesimlerinde yarattığı rahatsızlığı daha da tırmandırdı. Savaştan sonra Avrupalı devletlerin ısrarı ve baskısıyla ilân edilen Islahat Fermanı’yla cizyenin kaldırılması, gayrimüslimlerin devlet memuru olabilmeleri, vilâyet meclislerine üyelik ve bedelli askerlik gibi yeni haklar verilmesi, Müslümanlar arasında ciddi bir tepki doğurdu. Bu hakların, zamanla ve özellikle dış müdahalelerle gayrimüslimleri toplumun siyasi ve iktisadi anlamda ayrıcalıklı bir kesimi haline getirmesi, asırların şekillendirdiği “hâkim millet" olma ayrıcalığını kaybettiğini düşünen ve bunu devletin acziyle hükümetin ihanetine bağlayan Müslümanların sayısını gün geçtikçe arttırdı.

Bütün bunlara, hak ettikleri makamların kendilerinden esirgendiğini düşünen sivil ve asker memurlarla muhafazakâr muhalefet de eklenince 1859’da gizli bir cemiyet kuruldu. Gerekirse silâhlı bir darbeyle Sultan Abdülmecid’in saltanatına son vermeyi amaçlayan bu örgütün üyeleri arasında askeri kanattan Hüseyin Daim Paşa, Cafer dem Paşa, Binbaşı Rasim Efendi, Arif Bey ve yirmi beş kadar farklı rütbede asker ve memur; din adamlarından Tophane Müftüsü Bekir Efendi, Süleymaniyeli Şeyh Ahmed Efendi, Fatih Medresesi hocalarından Nasuhi Efendi, Hezargradlı Şeyh Feyzullah Efendi gibi isimler vardı. Cemiyetin lideri Beyazıt Medresesi Müderrisi Şeyh Ahmed Efendi ve başkan vekili de Hüseyin Daim Paşa idi. Cemiyetin en aktif üyesi, cemiyet adına propaganda yapma ve taraftar toplama işlerini de üstlenen Tophane-i Amire kâtiplerinden Arif Bey’di. Hareketin başarıya ulaşabilmesi için askeri desteğe ihtiyaç olduğu için Cafer-dem Paşa ile Rasim Bey gibi önemli kumandanlar; halk desteğini sağlamak üzere de Hezargradlı Şeyh Feyzullah ile Kütahyalı Şeyh İsmail gibi nüfuzlu âlimler cemiyete kazandırıldı. Gerektiğinde kendisini feda edeceğine dair üyelerden yazılı taahhüt alındığı için örgüt bazı çalışmalarda Fedailer Cemiyeti olarak da anılır.

Hazırlıklarını gizli yürüten ve kadrosunu genişletmeye çalışan cemiyet. Mirliva Hasan Paşa'ya da üyelik teklifi götürünce işin rengi değişti. Başlangıçta cemiyete sıcak baktığı izlenimini veren Haşan Paşa, Arif Bey’den gerekli bilgileri aldıktan sonra durumu Serasker Rıza Paşa'ya ihbar ve suçüstü yapmak için de cemiyet üyelerini toplantıya davet etti. 14 Eylül 1859’de Kılıçali Paşa Camiinde toplantı halindeyken basılan cemiyetin üyeleri tutuklandı. Zanlılar Çengelköy’deki Kuleli Kışlası'na (Kuleli Askerî Lisesi) konulduğu; soruşturma ve yargılama işlemleri de burada yapıldığı için bu olay Kuleli Vakası olarak anıldı. Not: Kuleli Vakası'nın alıntılandığı kaynak: Osmanlı Devletinde Reform, Yenileşme Hareketleri, A.Ü.A.Ö.F.

Sultan Abdülmecit'in ölümü

Sultan Abdülmecit tahta çıktığında halk bu durumu sevinçle karşıladı. Ancak, içkiye, eğlenceye aşırı düşkünlüğü ve savurganlığı, halkın kendisine olan sevgisinin azalmasına neden oldu. Sultan Abdülmecit’in en büyük şansı. Mustafa Reşit, Ali ve Fuat paşalar gibi devlet adamlarının hükümette görev almasıydı. Sultan Abdülmecit 25 Haziran 1861’de Ihlamur Köşkü’nde öldü, öldüğünde 39 yaşındaydı. 

Padişahlar Albümü, Boyut yayıncılık

Batılı tarihyazımının varsaydığı ilerleme çizgisi ister kabul edilsin, ister edilmesin, Batı'nın şiddet ve disiplin sisteminin benimsenmesi Osmanlı örneğinde hükmetmenin dayanağını riske atmıştır; bunda fazla kuşku yoktur. Reform masraflıydı, mali ve idari yapıların da rasyonelleştirilmesini gerektiriyordu ve sonuç olarak, Kırım savaşının sonunda artık kaçınılmaz hale geldiği gibi, imparatorluğun sürekli borçlanması demekti. Reform, özellikle 1839 ve 1856 fermanlarıyla vurgulandığı gibi, aynı zamanda yurttaşlıkta, vergilendirmede ve askere almada eşitlik demekti. Genellikle bu fermanlar Osmanlı ordusu ve maliyesinin çökmesinin gerektirdiği dış etkilere atfedilir; ancak her ikisi de, yukarıda belirtilen yeni "bürokratik burjuvazi" kuşakları tarafından gerçekten arzu edilen değişimlerdi.  Hiç kuşkusuz, Tanzimat dönemi imparatorlukta yeni Avrupa tarzı mutlakıyetçiliği başlatmıştı. Ancak bundan önce Osmanlı hanedanı ve ona bağlı hanelerin, merkezle çevre arasında yeni güç dengesine göre yeniden şekillenen eski düzeni korumak için verdiği yüz yıllık bir mücadele vardı.

Savaş ve Barış, Virginia Aslan, Cambridge Türkiye Tarihi




Galata Bankerleri

Sarraflara gereksinimi olan devlet, onların faaliyetini özendirmekteydi. 1760’lardan itibaren devletin mali durumu bozulurken, devlete  doğrudan borç veren sarrafların önemi artmaya başladı. Avrupa finans çevreleriyle olan ilişkileri sayesinde sarraflar, Osmanlı devleti için Avrupa piyasalarından kısa vadeli borçlar bulmaya başladılar. Ayrıca pek çok sarraf, padişahın ve önde gelen Osmanlı bürokratlarının kişisel servetlerini ve finans işlerini yönetmeye başladılar. Aynı sarraflar, Fransız Devrimi’nden sonra İstanbul’daki Fransız tüccarlarının yerlerini alarak, poliçe ticaretinin önemli bir bölümünü de ellerine geçirdiler.

Böylece geleneksel para ve kredi işlerinde uzmanlaşan sarraflardan, ülkelerarası bağlantılarını kurmuş, İstanbul’da bir finans burjuvazisinin çekirdeğini oluşturacak, büyük ölçekli mali sermayedarlara dönüştüler. Bu kesim ilk bankalarını ancak 1840’larda kurabildi, ancak bu tarihten önce de Galata bankerleri olarak anılmaya başladılar.

Yine bu dönemde, sarraf loncasının önde gelen Ermeni üyeleri Darphane-i Âmire’nin yöneticiliği gibi Osmanlı devleti içinde en önde gelen görevlere atanmaya başladılar. Darphane-i Âmire 18. yüzyıl[1]da para işlerinin yanısıra maliye alanında da önemli faaliyetlerde bulunmaktaydı. Ancak Darphane-i Âmire’nin yöneticiliği hem önemli hem de tehlikeli bir görevdi. Bu görevi üstlenen sarraflar, servetlerini ve siyasal güçlerini artırmakla birlikte, mali ve özellikle de parasal bunalımlardan sorumlu tutuldukları için, sık sık servetlerini kaybedebiliyor, aileleri sürgüne yollanıyor ve kimi durumlarda yaşamlarını bile yitirebiliyorlardı.

1840’lara gelindiğinde, Galata bankerleri olarak adlandırılan mali sermayedarlar artık Rum ve Ermenilerin yanısıra Yahudileri, Avrupa’dan gelerek Doğu Akdeniz bölgesinde yerleşmiş olan Levantenleri de kapsayacak biçimde genişlemişti. Baltazzi, Kamondo, Koronio, Eugenides, Mavrokordato, Mısırlıoğlu, Ralli, Zarifi ve pek çok diğer  ailenin Osmanlı devleti için Avrupa’da kısa vadeli borç bulma becerileri ve kapasiteleri bir hayli genişlemişti.

1847 yılında, Th. Baltazzi ile Fransız Devrimi’nden sonra Osmanlı İmparatorluğu’na yerleşen bir Fransız banker ailesinden gelen J. Alleon, Osmanlı devletinin desteğiyle Osmanlı İmparatorluğu’nda kurulan ilk banka olan Dersaadet Bankası’nı (Banque de Constantinople) faaliyete geçirdiler.

Galata bankerlerinin mali gücü, 19. yüzyılın ortalarında doruğuna ulaştı. Ancak bu arada devletin bütçe açıkları ve borç alma gereksinimleri daha da hızlı büyümüştü. Bu nedenle devlet, uzun vadeli gereksinimlerini karşılamak üzere doğrudan Avrupa mali piyasalarında borç aramaya karar verince, Galata bankerleri başkentte ve taşrada şubeler açan ve hatta yeni bankalar kuran Avrupa bankalarının ve bankerlerinin rekabetiyle karşı karşıya kaldılar. 1863 yılında Fransız ve İngiliz sermayesi tarafından Bank-ı Osmani-i Şahane’nin kurulmasıyla birlikte, Avrupa mali sermayesi imparatorluk içinde bir hayli güçlenmiş oldu.

Rakipsiz konumlarım kaybetmekle birlikte, Galata bankerleri kamu ve özel finans alanından kolay kolay vazgeçmediler. Avrupalı mali sermaye gruplarıyla ortaklıklara girerek ve yeni bankalar açarak faaliyet göstermeye devam ettiler. Bu yeni dönemde Osmanlı devleti de Avrupa mali piyasalarında sattığı uzun vadeli tahvillerin arasında, kısa vadeli gereksinimleri için Galata bankerlerinden yararlanmaya devam etti. 1875-81 bunalımı sırasında devlet önce dış borç ödemelerini sürdüremez duruma düşüp, daha sonra da Rusya ile çetin bir savaşa tutuşunca, Osmanlı Bankası ve Avrupa piyasaları borç vermeyi reddettiler. Bunun üzerine tekrar Galata bankerlerine dönüldü. Bu güç dönemde, çoğunluğu zaten Osmanlı vatandaşı olan Galata bankerleri, Osmanlı vatanseverliği üzerine bir dizi sloganı da benimseyerek veya kullanarak, kendi gelişmelerinde en önemli rolü oynamış olan, bu kadim ve en büyük müşterilerine borç vermeyi sürdürdüler.

Osmanlı Ekonomisi ve Kurumları, Şevket Pamuk, İş Bankası Yayınları


Dış Borç
Osmanlı mâliyesi ilk dış borçlanma niyetlerini 1783’te belli etmiştir. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla sonuçlanan Rusya yenilgisi, 1776 İran savaştan, 1783’te Kırım’ın Rusya tarafından işgali, 1787-1792 savaş dönemi, ordunun ıslahı ve sürat topçusu yetiştirilmesi çabaları mâliyenin ek finansman imkânları aramasına yol açtı.

Osmanlı yöneticileri, Fas’tan başka Cezayir ve Tunus gibi diğer Müslüman ülkelerin, Hıristiyan dünyası ile olan bu büyük savaşta Osmanlı Devleti’ne nakdi yardımda bulunacakları kanısındaydılar. Ancak Müslüman ülkeler nezdindeki girişimler sonuçsuz kaldı. 1789 yılında Felemenk, Fransa ve İspanya’dan da borç alma tasarıları da gerçekleşmedi. Sonuçta problem iç borçlanma ile halledildi.

İlk dış borçlanma 19. yüzyıl ortalarında, Kırım savaşı sırasında (1854) gerçekleştirilmiştir. 1850’lerde, özellikle başarısız kâğıt para ihracından sonra, büyük bir
  mâlî bunalımın eşiğine gelinmişti. İngiltere ve Fransa’daki ödünç verilebilir fon fazlalığı bu ülkelerin Osmanlı Devleti’ne borç vermeye istekli olmalarına yol açmıştı. Sonunda Osmanlı Devleti’nin geleneksel dış borç almaya karşı direnci kırıldı. 1854-5’te alınan borçlar Kırım savaşının masraflarına gitmiştir. 1858’de alınan borçla kağıt paralar piyasadan çekilmiştir.

 A.Ü.A.Ö.F.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder