Anadolu Selçukluları





Anadolu Selçuklular
(…)
Kendilerini İslam mücahidi olarak gören Türkmen beyliği Danişmendliler, Anadolu’nun kuzeyinde önemli bir güce sahiptiler. Fakat aynı zamanda dört Selçuklu beyi ortaya çıkmıştı. Bunlar, halden memnun olmayan Türkmenlerin yardımıyla kuzeni Alp Arslan’a başkaldıran ve bu uğurda can veren Kutalmış’ın oğullarıydı; babalarının bu durumu onlara Anadolu yaylasının güney kıyılarında belli bir itibar kazandırmıştı. Kutalmışoğulları, Fatimilerle bağlantı kurmayı amaçlıyorlardı, ama Süleyman hariç, hepsi Melikşah’ın takibinden kurtulamayıp öldüler.

Birlik içindeki bir Bizans, rahatlıkla Türkmen akınına karşı koyabilirdi, ancak general ve bürokratlar arasındaki iç savaş artan şiddetiyle devam etti. Tutsaklıktan kurtulan İmparator Romanos’un gözlerine rakipleri tarafından mil çekildi ve bu kötü muamele sonucunda öldü. Veliahtlık iddiasında bulunanlar, Türkmenlerin desteğine gereksinme duyuyor, Türkmen beyleri de böylece yeni yeni kentleri ele geçirme fırsatını yakalıyorlardı. Bu bağlamda Süleyman, İznik’(Nikaia)e  yerleşti ve böylece Rum Selçuklu Sultanlığı’nın, yani Roma İmparatorluğu’nun toprakları üzerinde bulunan Anadolu Selçuklu Sultanlığı’nın kurucusu oldu. Dikkati çeken önemli husus, Sultanlık ünvanını veren bu kez Büyük Selçuklu İmparatorluğu ile ittifak eden halife değil, aksine Anadolu Selçukluları’nı o zamanlar henüz güçlü olan Danişmendlilere karşı kullanmayı uman Bizans diplomasisi olmuştu.

Askeriyenin ve toprak ağalarının temsilcisi olan imparator Aleksios I. Komnenos’un (1081-1118) yönetiminde Bizans yeniden istikrara kavuştu, ve 1086’da imparatorluğun batıdaki en tehlikeli düşmanı olan Norman kontu Robert Guiscard aniden öldü. Türkmenlere gelince; imparator biliyordu ki, daha önce IV. Romanos’un da denediği gibi, büyük bir askeri saldırıyla bile bu işin üstesinden gelinemezdi. Aleksios, Süleyman’la bir tür saldırmazlık antlaşması (Modus vivendi) imzaladı; bu da kendisine doğuda gücünü genişletme olanağı veriyordu. Bu ise Melikşah ile sürtüşmeye yol açtı. Süleyman 1086’da Büyük Selçuklu ordusuyla giriştiği bir savaşta öldü. Genç oğlu Kılıç Arslan esir alındı. Türkmenleri kontrol altında tutmayı önemsediği ve yeni bir Selçuklu hanedanlığı ile doğacak rekabeti önlemek için her şeyini ortaya koyduğu halde, Melikşah bu ülkeyi doğrudan işgal etmeyi düşünmedi. Hatta Aleksios’a bir antlaşma önerdi, ancak temkinli imparator bunu imzalamayı, Sultanın ölümüne kadar erteledi. I. Kılıç Arslan (1092-1107), daha sonra babasının mirasını üstlenebilirdi, ancak hem Bizans’ın hem de Büyük Selçukluların desteklediği Danişmendliler'in tehdidi altındaydı.

Birinci Haçlı Seferi’nden İstanbul’un Fethine (1097-1204)
Anadolu’da küçük adımlar stratejisi uygulayan Aleksios, İstanbul’un kapıları önüne kadar gelmiş olan büyük Haçlı Orduları tarafından ciddi biçimde rahatsız ediliyordu. Karakteristik özelliği olan diplomasi sanatındaki ustalığıyla, Anadolu’yu ele geçirmek değil, geçiş yolu olarak kullanmak isteyen Haçlıların savaş gücünden, kendi planları doğrultusunda yararlandı. 1097’de İznik’i, kısa bir süre içinde de Anadolu’nun tüm kıyılarını yeniden ele geçirdi. Türkmenler böylece Anadolu’nun içlerine hapsedilmiş ve yeni oluşan Haçlı devletleri sayesinde klasik İslam ülkeleriyle olan bağlantıları kesilmişti.

Başkenti Konya (İkonion) ya kaydıran Anadolu Selçukluları için ise Danişmendlilerle sürtüşme ana sorunu oluşturuyordu. İran’daki Büyük Selçuklu kuzenleriyle olan ilişkileri ise her zamanki gibi kötüydü. Sonunda I. Kılıç Arslan da tıpkı bir zamanlar babası gibi bunlara karşı savaşırken öldü. İmparator İoannes Komnenos’un (1118-1143) Anadolu’nun güney kıyılarında başarıyla yürüttüğü kara harekatları, Anadolu Selçukluları ile Danişmendlilerin zaman zaman birlikte hareket etmelerine neden oldu. 

1141 ‘de son önemli Danişmendlinin ölümünden sonra durum değişti. Anadolu Selçukluları sultanı II. Kılıç Arslan (1156-1192) artık Anadolu topraklarındaki en önemli İslam hükümdarı haline geldi. Bizans tarafında, doğu Akdeniz havzasında en kudretli ve saygın Hıristiyan monark olan imparator Manuel I. Komnenos (1143-1180), Türklere karşı askeri bir harekatı gerçekleştirebilmek için yeteri kadar güçlüydü. Ancak 1176 tarihinde felaketle sonuçlanan ve ikinci Malazgirt olarak nitelenen Myriokephalon (Sultan Dağı üzerinde bir boğaz) Savaşı, bunun için artık çok geç olduğunu açıkça ortaya koydu. Sultan doğudaki küçük Türk beylikleriyle savaşlarında daha serbest hareket edebilmek uğruna bu zaferden gerçi tam olarak yararlanmadı, ama Türkmenlerin Batı Anadolu’ya gerçekleştirdikleri ani akınları önlemek için de ne istekli ne de buna muktedirdi.



II. Kılıç Arslan’ın 1186’da belli ki, göçebe miras uygulamasına dayanarak imparatorluğu 10 oğlu arasında paylaştırması, herkesin herkesle çatışmasına neden oldu. Bu, zayıflamış Bizanslıların değil, Kilikya Ermenilerinin lehine oldu; Hükümdarları II. Leon (1187-1219), Antakya Prensliği’nin hamisi olarak ortaya çıktı ve 1198’de Kutsal Roma Cermen İmparatoru VI. Heinrich’in elinden krallık tacı giydi. Anadolu Selçukluları’nda en nihayet I. Keyhüsrev’le (1204-1211) tek hükümdarlık sistemi yerleşmiş oldu. 1204’te İstanbul, tarihinde ilk kez bir dış düşman tarafından fethedildi. Ama Müslümanlar ya da dinsizler değil, Dördüncü Haçlı Seferi’ne katılanlar tarafından. Bu, Bizanslılar ve Romalılar arasında yüzyıllardır süregelen ve Haçlı seferlerinin beklentileri karşılamaması dolayısıyla derinleşen güvensizliğin bir sonucuydu.

Anadolu Selçukluları’nın Parlak Dönemi (1204-1243)
İstanbul artık, boğazın iki yanındaki bölgeleri içine alan Latin İmparatorluğu’nun başkentiydi. Ege’deki adalar Venedik’e verilmiş iken, imparatorluğun uydu devletleri, Yunanistan’ın da büyük bölümünü ellerinde bulunduruyordu. Epir, Trabzon ve Kuzeybatı Anadolu’da Rum beylikleri ortaya çıktı.

Bu arada, Bizans İmparatorluk geleneğine değer veren Theodor I. Laskaris (1204-1222) İznik Bizans İmparatorluğu’nu kurdu. Büyük Selçuklu Sultanlığı, nihai olarak küçük devletlere ayrılarak dağıldı ve Mısır ve Suriye’deki Eyyubi sultanlarının gücü, Sultan Selahaddin’in  1193’te ölümüyle kayıplara uğradı, öyle ki Doğu Akdeniz havzası, çok sayıda devlet arasında parçalandı.

Anadolu Selçukluları bu durumdan hemen yararlandılar. Gerçi karşılıklı savaşlardan sonra —bu arada I. Keyhüsrev 1211 ‘de savaşta öldü— Laskaris hanedanlığının ele geçirdiği bölgeyi tanımak zorunda kaldılar, ama Karadeniz ve Akdeniz kıyılarında geniş bir alanı ele geçirip, Kırım, Ermeni Kilikya ve Trabzon’da da etkilerini artırdılar. Doğudaki yerel Türk beyliklerini dikkate almadılar ve etki alanlarını Ağrı’ya kadar genişlettiler. Fakat bu çatışmalar bittikten hemen sonra, Anadolu Selçukluları, tüm komşu güçlerle dostane ilişkiler kurmayı başarıyla gerçekleştirdiler, öyle ki Anadolu, hanedanlığın en önemli hükümdarı Sultan I. Keykubât (1219-1236) yönetiminde altın çağını yaşadı.

13. yüzyıl seyahatnameleri Anadolu’yu, tıpkı Bizans’ın en iyi dönemlerinde olduğu gibi, ekonomik gelişmeler ülkesi olarak betimler. Her zaman olduğu üzere ziraat ön plandadır, fakat sultan artık somut teşviklerde bulunmaktadır; ayrıca bağcılık, bahçecilik ve meyvecilik de yapılmaktadır. Maden ocaklarından gümüş, bakır, demir ve şap çıkarılmakta ve dağlık ormanlardan odun indirilmektedir. Türkmenlerin tarımdaki payı zor teşhis edilebilir, ama her halükârda ülkenin sadece bir bölümü göçebeleşme sürecine girmiş ve huzurlu dönemlerde göçebelerle yerleşik halk arasında ortak bir yaşam sürdürülebilmiştir. 

Göçebe yaşam tarzının temelini her ne kadar hayvancılık oluşturuyorsa da, sığır ve at yetiştiriciliğinin Türkler gelmeden önce de Anadolu’da önemli bir rol oynadığı dikkatten kaçırılmamalıdır. Gerçi Türkmenler halı dokumacılığını Anadolu’ya getirdiler, ama kaynakların “halı” terimiyle, Anadolu’da eskiden beri yapımı bilinen altın ve simle işlenmiş halı veya lüks tekstil dokumacılığını kastedip etmediği belli değildir. Bazı alanlarda, örneğin moda ürünü olarak da Fransa ve İngiltere’de bile revaçta olan Türkmen başlığı gibi kuşkusuz spesifik bazı ipuçları var. Her ne ise, çoğu tarım ürünü, dış satım malı olarak saptanabilir. Bir geçiş ülkesi olarak da Anadolu belli bir rol oynar. Ticaret anlaşmalarının imzalanması ve değerli altın sikkelerin bastırılmasıyla Sultanlar Anadolu Selçuklu ülkesini, dünya ticaret ailesi halkasına dahil etmişlerdir. Bizzat kendileri ve diğer yüksek rütbeli devlet adamları, ulaşımı; insan, hayvan ve eşyalar için konaklama ve depolama amaçlı tesisler yaptırmak suretiyle teşvik etmişlerdir. 13. yüzyıldan kalan kervansarayların kalıntıları bugün, Samsun’dan çıkıp, Tokat, Sivas ve Kayseri üzerinden Konya’ya giden ve buradan da Alanya, Antalya, Denizli ve Kütahya’ya ayrılan kervan yolunun etrafını süslemektedir. Selçuklu döneminden kalma bazı köprüler hala günümüzde ulaşıma hizmet etmektedir.



“Rum ülkesinin, Ermenilerin, Frenklerin ve Suriye’nin Sultanı” hükümdar kentteki köşklerde, taşradaki saraylarda ikamet eder, etrafındaki bilgin ve sanatçılara değer verirdi. İran Örneğine göre işleri yürüten ve birçoğu da zaten İranlı olan memurları görevlendirirdi. Yazı dili Arapça ve Farsçaydı. İç ve dış yönetim biçiminin ayrıntılarına burada girmeyecek, bürokratik ve merkezi yönetim anlayışları üzerine genel bir değinmeyle yetineceğiz.”

Resmi din Sünni İslam’dı. 13. yüzyılda yapılıp da sultan ve onun devlet adamları tarafından vakfedilen cami ve medreselerin sayısı çoktur. Medreseler din adamıyla yetinmiyor, aynı zamanda memur da yetiştiriyordu. İslam’ın, yöneticilerden istediği sosyal talepler; hamam, şifahane ve diğer hayır kurumları gibi çeşitli yapılana karşılanıyordu. Sultanlar, Sünni hüküm danlar olarak tanınmaya büyük önem verdikleri halde, diğer farklı görüşlere, siyasal ve sosyal ayaklanmalara kaynaklık etmedikleri sürece hoşgörüyle yaklaşıyorlardı. Hatta Anadolu’da uygulanan İslam anlayışı, diğer Arap-İslam ülkelerinde kuşkuyla algılanan din dışı izler taşıyordu. Öyle ki, ünlü mutasavvıf ve şair Celaleddin Rumi (ö. 1271) tarafından Konya’da kurulan ve sultanlarca hararetle desteklenen Mevlevi Dergahı’nın ibadet biçiminde, müzik ve dansa merkezi bir işlev yüklenmiştir.

Devletin hoşgörüsü, Hristiyan kiliselerin cemaatini de kapsıyordu. Dinler arası evlilikler toplumun her sınıfında sık rastlanan bir olaydı. Hatta Konya sarayında Hıristiyan olup hanedanla akrabalığı bulunan yüksek rütbeli kişiler vardı. Zamanla İslam’a geçişler arttı; bunun nedeni bazen kariyerinde yükselme isteği, bazen de İslam’ın başarısını Tanrının istediği yönündeki samimi inanış idi. Dinler arası sohbetleriyle Mevlevi Dergahı, Hristiyanların İslam toplumuna uyumu hususunda çok katkı sağlamıştır. Fakat Anadolu’daki Rum Hristiyan cemaati, metropol İstanbul’dan ayrı olmak ve kilise mallarına el konulması nedenleriyle dağınık bir durumda kalmışlar ve yok olmaya mahkum olmuşlardır.

Saray kültürü, ekonomik gelişmesi, dışarıya karşı barışçıllığı ve dinsel hoşgörüsüyle Anadolu Selçuklu Sultanlığı, tarihçiler tarafından çoğunlukla çok pembe gözlüklerle betimlenmiştir. Bu arada, ancak yeni araştırmalarla layıkıyla ortaya çıkan bir husus göz ardı edilmiştir: Türkmenlerin rolü. Türkmenler, beylerinin yönetiminde, imparatorluğun kenar bölgelerinde yaşıyor, böylece sınır korumasında yararlı oldukları gibi, kültürel gelişim içindeki ülkeye en az zarar verecek konumda bulunuyorlardı. Onları kontrol etmek, güçlü bir merkezi yönetim için dahi zordu, ve bu bir kez ortadan kalktı mı, kendilerine verilen odak alanlarının sınırlarını genişletmek için akınlara kalkışırlardı. Söz konusu halk grupları, örneğin Batı Anadolu’daki Rumlar için böyle akınlar, sonuçları itibariyle korkunç olurdu. Sadece, güvenilmez boydaşlarına muhtaç olmak istemeyen sultanlar, köle ve paralı askerlerden oluşan hazır bir ordu kurdular; böylece Türkmenlerin devletle olan zoraki bağları daha da gevşedi. Otlakçılık aleyhine tarımın gelişmesi ve yönetimin merkezi uygulamaları, Türkmenlerin yaşam alanlarını gittikçe daralttı. Bunun sonucunda, onlar da devlete karşı kayıtsız, hatta düşmanca bir tutum içine girdiler.

Türkmenler kendi İslam anlayışlarını Orta Asya’dan beraberlerinde getirmişlerdi. Her zamanki gibi, cami ve medreselerin uzak olduğu yerlerde, bazıları olasılıkla eski Şamanlara benzeyen şeyhler ve dervişler, artık sivilleşmiş devlette yeri olmayan “gaza” geleneğini canlı tutuyorlardı. Tarikat izlerinden başka bu ilkel dindarlık anlayışında, ağaç ve taşların yüceltilmesi veya ilkel toplumlarda olduğu üzere konuk ağırlama pratikleri gibi İslam öncesi unsurlar da vardı. Göçebe kadınları yüzlerini açıkta bırakır, toplum içinde, kentlerde hoş karşılanmayacak ölçüde serbestçe dolaşırlardı. Ister Hıristiyan ister Müslüman olsun, kent halkı Türkmenleri itici bulur, onları aşağılardı. Türkmenler bu ülkenin imajını, Batılı gözlemcilerin daha 12.yüzyılda “Türkiye”den bahsedebileceği kadar belirlemişlerse de, yaşamlarını devletten ve sultanlığın yarattığı kültürden neredeyse tamamen soyutlanmış bir şekilde sürdürüyorlardı.

Daha I. Keykubad zamanında Anadolu Selçuklu Sultanlığı’nın dış politika ufukları kararmaya başlamıştı. 1220’de Moğol hükümdarı Cengiz Han’ın (ö. 1227) orduları İran’ı zapt edip, Türkmen ve diğer halklardan oluşan bir grubu batıya doğru zorladılar. Sultan, Doğu Anadolu’da baş gösteren bu huzursuzluğun üstesinden geldi, ancak oğlu ve ardılı II. Keyhüsrev’e (1236- 1246) ağır bir miras bıraktı. Yeni sultan bu durumun farkında görünüyordu. Monarşik yönetimini güçlendirmek için, tahta geçer geçmez, kardeşini bertaraf etti; bu, Selçuklu Hanedanlığı’nın tarihinde eşi görülmemiş bir uygulama idi. 1240 yılında, gezgin Türkmen şeyhi Baba Ishak’tan etkilenerek Türkmenler Doğu Anadolu’da ayaklandılar ve sultan bu halk ayaklanmasını acımasız bir sertlikle bastırdı. Bu şekilde sarsılmış Anadolu Selçuklu Sultanlığı, Moğollarla askeri açıdan karşı karşıya gelmek için yeteri kadar güçlü değildi. 1243 tarihli Kösedağı yenilgisinden sonra II. Keyhüsrev, ülkesinin batısına kaçtı; bu arada muzaffer Moğollar, Kayseri’yi talan ediyorlardı. II. Keyhüsrev’in veziri ise duruma hâkim olup, onlarla bir ateşkes anlaşması sağladı.


Moğol Hükümdarlığı ve Beylikler Dönemi’nin Başlangıcı (1243-1307)
Anadolu Selçuklu Sultanlığı, artık Moğollara haraç ödeyen uydu bir devlet haline gelmiş, ama geçici bir süre için işgal edilmekten kurtulmuştu. II. Keyhüsrev’in kendi aralarında kavgalı oğullarının yerine, Moğolların müdahalesine meydan vermeksizin, devleti şimdiye kadarki haliyle tutmaya çalışan vezirler yönetimi üstlenmişlerdi. Bu devlet adamlarının başında, doğuştan Rum olan Celaleddin Karatay geliyordu.



Bu görece sükunet, 1256’da ilk kez hassas bir şekilde bozuldu. İran’ın Moğol hükümdarı Hülagu Han, Orta Asya’dan gelen göçebe akınları için yere gereksinim duyup, bu nedenle ordu komutanı Baycu’ya, askerleriyle birlikte Anadolu’ya çekilmesini emreder. Bu, antlaşmaya aykırı davranışınlar arkasında her ne kadar doğrudan düşmanca bir amaç yoksa da, yine de Moğol göçebeler, Anadolu için ciddi bir tehdit oluşturuyorlardı, özellikle de otlak alanlarını kaybetmeyi göze alması gereken Türkmenler için. Türkmen ve Hristiyanlardan oluşan Anadolu Selçuklu Sultanlığı ordusu, Moğollar tarafından darmadağın edildi ve Karatay’ın yerine, “Pervane” adıyla tarihe geçen Muineddin Süleyman göreve getirildi.
(…)


Anadolu Selçuklu Sultanlığı, ismen Moğolların hâkimiyeti altında görünürken, gerçekte bağımsız devletlere ayrıldı. Bunun nedeni, Selçuklu Hanedanlığı’nın erkek soyunun 1307’de Moğollar tarafından yok edilmesi değildir, aksine gelişen olayların yanı sıra oluşan bir durumdur; çünkü sultanlar on yıllardır artık anılmaya değer bir rol oynamamışlardır. 

Jean- Pierre Bodmer, Selçuklular, Cogito Sayı- 29, Güz 2001

Moğollar

Moğolların bütün gayretleri, Türkiye'yi en çok mali bakımdan, yani ağır vergiler alarak, kendi hesaplarına soymak hedefine yöneldiği için, bu yolda türlü teşkilat düşünüyorlardı. Kendileri henüz Anadolu'ya girmeden evvel, Selçuklu rejiminin siyasi geçimsizliklere sahne olduğunu, ümera arasında şiddetli rekabetler görüldüğünü, Divan ricalinin de hükümdara tahakküme çalıştıklarını, bu yüzden sultanla aralarında kanlı vakalar çıktığını söylemiştik. 

Ayrıca, hükümdar ölünce, çocukları arasında taht ihtilafı başlıyor, bu da karışıklıklar yaratıyordu. işte Moğollar memleketi soymak hususunda bu gibi fırsatlardan faydalanmayı kendilerine siyaset edindiler. Bu suretle, Türkiye'yi ilhanın boyunduruğuna aldıkları zaman, sultana karşı serkeşlik eden ricali korumaya başlayan Moğollar, Selçuklu hükümdarının devlet içindeki nüfuz ve kudretini mütemadiyen yıprattılar. Hak ve salahiyetlerini korumaya kalkan ya idam olundu veya tahtını kaybetti. En nihayet, sultanlar, başka kurtuluş yolu bulamayarak Moğolların sadık birer valisi gibi bir politika gütmeye mecbur oldular. Kendi meşru hükümdarının hiçbir fiili nüfuzu kalmayan, Moğol tahakküm ve himayesine güvenerek mensuplarını Konya'dan değil ilhandan alan, Moğol otoritelerini memnun etmek için çokça para toplama gayreti ile vilayetleri soyan Selçuklu ricalinin zulümleri karşısında, Anadolu'da, bilhassa Türkmen halk arasında isyanlar başlayıp da, bir türlü bastırılamayınca, Moğol ordusu sultana yardımcı kuvvet göndermek, ilhana sadık Selçuklu ümerasını asilere karşı korumak gibi tedbirleri tecrübe den sonra, nihayet, Selçuklu ailesinin hükümdarlık hakkını kaldırarak, bütün Anadolu'yu bir Moğol eyaleti halinde idareye karar verdi. 

Bunun üzerine, Moğollar, Sultan II. Gıyaseddin Mesud 1308'de öldüğü zaman, yerine geçmesi lazım gelen oğlu Gazi Çelebi'yi, ancak Sivas ve Kastamonu etrafından ibaret bir sahanın valisi olarak bıraktılar. Hatta, bu şehzade, Sivas'ta Moğollardan huzur bulamayarak önce Kastamonu'ya çekildi; sonra Sinop'ta yerleşti. Böylece, Türkiye tarihinin Selçuklu Sultanlığı devri son bulmuş oldu.

Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Mustafa Akdağ, YKY, 2010


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder