Tanzimat


Cumhuriyet Türkiye'sinde ideolojik yorumlara en çok malzeme sağlayan süreç, Osmanlı tarihinin Tanzimat ile başlayan  ve yıkılışla sonuçlanan dönemidir. Muhafazakarlık-çağdaşlık kutuplaşması bağlamında, zamanın ruhunu dikkate almayan ve kimi zaman bilinçli olarak saptırılan olgular güncel politik tartışmalara malzeme sağlamak için hep kullanılmıştır.

Okuma Atlası yaklaşımı, olabildiğince, olan biteni sergilemek ve çok yönlü bakışı yansıtacak metinleri paylaşmak niyetini taşımaktadır. BBerksan

Bazı kaynaklarda Tanzimatı Hayriye olarak da geçen Tanzi­mat, hem bir reform hareketini, hem de bu hareketin belirlediği bir tarihî süreci ifade eder. Dar bir yönetici kadronun damgasını taşımakla birlikte, devlet yönetimi ve toplumsal yaşam açısın­dan önemli sonuçlar doğuran bu sürecin gelişim çizgisi, aynı dö­nemde Batı dünyası karşısında başka ülkelerin de yaşadığı bir ikilemi yansıtır: Batı'nın yarattığı tehdidi Batı'ya benzeyerek aş­ma çabası! Bu bakımdan, Tanzimat'ın getirdiği düzenlemeler, kaçınılmaz olarak, geleneksel yapıdan kopuşa ve yenilenmeye dönük atılımların Batı etkisini daha da güçlendirici ödünlerle iç içe geçtiği bir eksene dayanır.

Osmanlı Devleti'nin XVII. yy'dan başlayarak, Avrupa ülkeleri karşısında gerilemesiyle gündeme gelen reform girişimleri tutucu çevrelerin tepkisi yüzünden pek başarılı olamamıştı. Ama, II. Mahmud'un askerî ve idarî alanlardaki düzenlemeleri bir yandan bu direnci bir ölçüde zayıflatırken, diğer yandan yönetimde Batı'ya açık ve reformcu devlet adamlarının belirli bir ağırlık kazanmasını sağladı. Bu devlet adamlarından biri de, Paris ve Londra elçiliklerinde bulunduktan sonra 1837'de hariciye nazırlığına getirilen Mustafa Reşid Paşa idi. Daha elçilik döneminde II. Mahmud'a gönderdiği layihalarla birçok alanda Avrupa'nın örnek alınmasını savunan Mustafa Reşid Paşa'nın padişahça da benimsenen görüşleri, uygun ortam ve yeterli kadro yokluğu nedeniyle uygulanamadı.

Öngörülen reform programı, ağır iç ve dış sorunları aşmada kilit bir etken sayılan Batı'nın desteğini kazanmak için hukuka dayalı ve insan haklarına saygılı yeni bir rejime geçmek gerektiği düşüncesine dayanıyordu. Avrupa'dan gelen özgürlük ve milliyetçilik akımlarının dini ve milliyeti farklı topluluklardan oluşan Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalaması, ancak çeşitli alanlardaki aksaklıkları ve eşitsizlikleri ortadan kaldırarak güçlü bir yönetim kurmakla önlenebilirdi.

Osmanlı ordusunun Nizip Savaşı'nda Mısır kuvvetlerine yenilmesinin hemen ardından, II. Mahmud'un ölmesiyle başa geçen Abdülmecid, böyle bir programı hazırlamak üzere, Mustafa Reşid Paşa'yı görevlendirdi. Bu çalışmanın sonucunda ortaya çıkan ve daha çok Tanzimat Fermanı olarak bilinen Gülhane Hattı  Hümayunu, 3 kasım 1839'da açıklandı. Böylece, çeşitli alanlarda yapılması öngörülen düzenlemelerin genel çerçevesi belirlendi. Axis 2000

Tanzimat Neydi?

Mahmud'un ölümüyle (1839) Abdülhamid'in tahta çıkışı (1876) arasında başa gelen padişahların hiçbiri reform politikası üzerinde bir hakimiyet kuramadı. Boşluk, Selim ve Mahmud'un yeni seçkinlerince kapatıldı. Savunma diplomasiye dayandığından, en çok nüfuz sahibi olanlar askeriden ziyade sivil seçkinlerdi. İktidarın merkezi saraydan Bab-ı Ali' deki sivil bürokratik karargâha kaydı. Tanzimat döneminde, hariciye nazırının veziri azam olarak göreve devam etmesi alışılmış bir uygulama haline  geldi. 

Döneme, her iki makamı da işgal eden Mustafa Reşid (1800-58), Keçecizade Fuat (1815-69) ve Mehmed Emin Ali (1815-71) paşalar damgasını vurdu. Onların mesai arkadaşları ise kah nazır, kah vali olarak o nezaretten bu nezarete dönüp duran bir seçkinler grubu oluşturdular. Tanzimat politikası, reformun süreklileşmesini ve yoğunlaşmasını temsil eder. 

Gerek tanzimat, gerekse nizam kelimeleri Türkçeye Arapçadan girmiş ve her ikisi de "düzenleme"yi ifade eden aynı Arapça kökten türemiştir. Bu kökün ettirgen ya da pekiştirmeli biçimi olan Tanzimat, düzenleme veya reformun genişletilmesine ya da yoğunlaştırılmasına işaret eder. Ve Tanzimat döneminde olan da tam olarak budur. Bu dönemdeki Osmanlı politikaları, doğum halindeki küresel modernliğin Janus benzeri yüzlerinin her ikisine birden; hem korkutucu veçheye (Balkanlar'daki ayrılıkçı milliyetçilik, Asya ve Afrika'daki emperyalizm) hem de çekici veçheye (Avrupa'nın ilerlemesini örnek alarak Osmanlı'nın geri kalmışlığından kurtulma umudu) cevap veriyordu. Tanzimat, bir yandan yaklaşan çöküş tehlikesini haber veren bir buhranlar dönemi, bir yandan da yenilenişe delalet eden bir reformlarda hızlanma dönemiydi.

 Carter V.Findley, Cambridge Türkiye Tarihi , Cilt 4




"Tanzimat-ı Hayriye" bir hatt-ı hümayun şeklinde ilan edildi. Hatt-ı Hümayunu, Mustafa Reşit Paşa yüksek bir kürsüden okudu. Dinleyiciler arasında padişah, bütün bakanlar, ulema, devletin asker ve sivil büyük memurları, Rum ve Ermeni patrikleri, Yahudi hahamı, esnaf teşkilatı temsilcileri ve elçiler vardı. İçine aldığı başlıca düşünceler bakımından Gülhane hatt·ı hümayununu beş bölüme ayırmak mümkündür :

Birinci bölümde, Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren Kur'anın hükümlerine ve şeriatın kanunlarına saygı gösterildiğinden, devletin kuvvetli ve halkın refahlı bir hale geldiği belirtilmektedir.
İkinci bölümde, yüzelli yıldanberi türlü gaileler ve türlü sebeplerle ne şeriata, ne de faydalı kanunlara saygı gösterildiği, bu yüzden de devletin eski kuvvet ve refahı yerine zayıflığın ve fakirliğin geçmiş olduğu anlatılmaktadır.
Üçüncü bölümde, bu itibarla Allah'ın inayeti ve Peygamber'in yardımıyla devletin iyi idaresini sağlamak için bazı yeni kanunların konulması gerektiğine işaret edilmektedir.
Dördüncü bölümde de, yeni kanunların dayandırılacağı genel prensipler gösterilmektedir:

a) Müslüman ve Hristiyan bütün tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin sağlanması,
b) Verginin düzenli usule göre ayarlanmsı ve toplanması,
c) Askerlik ödevinin düzenli bir usule bağlanması.

Beşinci bölümde, yeni kanunların dayandırılacağı genel prensiplerin gereği belirtilmektedir.

Padişah, hatt-ı hümayuna ve ona dayanılarak ileride yapılacak kanunlara saygı göstereceğine dair and içti. Bundan sonra: hatt-ı hümayun, kutsal önemi olan Hırka-i Şerif dairesine kondu. Gülhane hattının ilanında yapılan törenle Tanzimat devri başladı. "Tanzimat" terimi, Gülhane hattında geçen genel prensiplere dayanan düzeni anlatır. Tanzimat devrinin ilk merhalesi, 1856'da son bulur ve ikinci merhalesi aynı tarihte ilan edilen Islahat fermanı (hatt-ı şerif) ile başlar. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi

Abdülmecid öncelikle devlet görevlilerinin ve halkın Tanzimat hedeflerini iyice anlaması için açıklayıcı nitelikte ferman yayımladı. Ülkenin her tarafına ulaştırılan bu fermanda yeni yasal düzenlemelere kesinlikle uyulacağı, her kesin yasa  önünde eşit sayılacağı, baskıların sona erdirileceği ve vergilerin hakça toplanacağı gibi güvenceler yer alıyordu.

Tanzimat'ın ilk adımı olarak, 1839'da iltizam sistemi kaldırıldı ve her bölgenin koşullarına uygun bir vergi düzenine geçilmesi benimsendi. Ardından bu doğrultudaki malî düzenlemelerin uygulanışını yerinde izlemek üzere bütün eyaletlere birer  "muhassılı emval" gönderildi. Yerel yönetimle ilgili kararları almak ve vergi adaletini sağlamak amacıyla eyalet merkezlerinde ve kazalarda halk temsilcilerinin de yer aldığı meclisler, köylerde de ihtiyar heyetleri oluşturuldu. Bu arada, arpalık, başmaklık ve ocaklık  gibi gelir edinme yöntemleri kaldırılarak bütün kamu görevlilerine maaş bağlandı. Ayrıca angaryanın yasaklanması Hıristiyan uyruklardan alınan cizyenin yeni kurallara bağla:nması gibi reformlar da yapıldı.

II. Mahmud döneminde padişaha adlî ve idarî konu danışmanlık etmek üzere kurulmuş olan Meclisi Vâlâyı Ahkamı Adliye, Tanzimat'ın ilanından sonra yasaları hazırlamak ve bunların yürütülmesini denetlemekle görevlendirildi. Yeni dönem çalışmalarına 8 mart 1840'ta başlayan bu kurul, öncelikle can ve mal güvenliğini sağlamaya, rüşvet ve yolsuzlukları önlemeye yönelik bir ceza yasası hazırladı. Hakkında suç duyurusu bulunan birçok yüksek dereceli kamu görevlisi bu yasa uyarınca yargılanarak çeşitli cezalara çarptırıldı.

Tanzimat ile birlikte dış ticareti geliştirmeye ve yabancı sermaye yatırımlarını özendirmeye yönelik bir dizi anlaşma da imzalandı. Bu konuda ortaya çıkabilecek uyuşmazlıkları çözüm için 1840'ta çıkarılan Nizamı Muhakematı Ticaret adı verilen Nizamname çerçevesinde ilk ticaret mahkemesi kuruldu. Öte yandan, 1841'de Maliye Nezareti'nin yeniden düzenlenmesinden  sonra vergi türlerine ve bunların toplanma yöntemlerine ilişkin yasalar hazırlandı.

(...)
Gelenekçi ve tutucu çevrelerin Müslüman bir topluma «Hıristiyan» kurum ve yasalarının uyarlanmasına gösterdiği sert tepki bu yöndeki eleştirilerin odağı durumuna gelen Mustafa Re-Paşa'nın 1841'de hariciye nazırlığından alınarak yeniden Paris elçiliğine atanması sonucunu doğurdu. Böylece, reformların hızının kesildiği bir duraklama dönemine girildi.

Tutucu tepkiler karşısındaki gerilemenin ardından daha çok toplumsal yaşama dönük reformlara ağırlık verildi. Yerel sorunlu görüşmek üzere her bölgeden ikişer temsilcinin çağrılmasından sonra, eyaletlere inceleme heyetleri gönderilerek yapılması gereken işler belirlendi. Bu çerçevede imar meclisleri oluşturuldu ve ülke haritasını çıkarmaya yönelik çalışmalar başlatıldı. Vergi toplamada karşılaşılan güçlükleri gidermek amacıyla 1844'te nüfus ve mülkleri belirlemeye yönelik bir yazım ve sayım yapıldı.

Dini eğitime dayalı medreselerin yanında modern bir ders programlarını uygulayacak kurumlar olarak açılan rüştiyeler yaygınlaştırıldı. Sıbyan mekteplerini iyileştirme yönünde adımlar atıldı. Gureba Hastanesi'nin kurulmasıyla sağlık alanında da modern yöntem ve uygulamalara geçildi. Öte yandan, askerlikle ilgili yasalar çıkarılarak Nizamiye birlikleri daha sağlam bir yapıya kavuşturuldu.

Mustafa Reşid Paşa'nın 1846'da sadrazamlığa getirilmesiyle birlikte Tanzimat reformları yeniden hız kazandı. Öncelikle mülki idarede yapılan düzenlemeyle eyalet sayısı 36'ya çıkarıldı. Geçmişte her eyalette farklı kanunnamelerin uygulanmasından kaynaklanan karışıklıklar ortadan kaldırıldı. Bu arada, hükümet işlerinin düzgün biçimde yürütülmesi için Meclisi Vâlâ ve Meclisi Vükela'ya bağlı komisyonlar oluşturuldu. Şerî yargı dışında kalan davalara bakmak üzere nizamiye mahkemeleri kurularak yeni bir adlî örgütlenmeye gidildi. Nizamiye mahkemelerine yargıç yetiştirmek amacıyla İstanbul'da Mualimhanei Nüvvab açıldı. Öte yandan, 1854'te, Şehremaneti adıyla İstanbul'un ilk belediye örgütünün oluşturulması sonucunda yerel yönetimde yeni bir uygulamaya geçildi.

Bütün bu düzenlemelere hukuk düzenini ve ekonomik yapıyı değiştirmeye yönelik önlemler de eşlik etti. Arazi kullanımıyla ilgili olarak 1847'de çıkarılan nizamname, miri toprak sisteminden adım adım uzaklaşma yolunu açtı. Sonraki yıllarda yapılan çeşitli yasal değişikliklerle toprakta özel mülkiyete geçişin temelleri atıldı.

Öte yandan, İstanbul'da bir Ziraat Meclisi kuruldu ve çifçilere faizsiz tarım kredisi verilmeye başlandı; Halkalı Ziraat Mektebi kuruldu. Ekonomide dışa kapalılığı kırmak ve pazar ilişkilerini geliştirmek amacıyla 1850'de Kanunnamei Ticaret çıkarıldı. Sanayileşme hedefi doğrultusunda İstanbul'da feshane ve basmahanenin yanı sıra, askerî donanım ve çini, Bursa'da ipek, İzmir'de kâğıt, Adana ve Tarsus'ta pamuk fabrikaları açıldı. 1847'de çıkarılan bir fermanla köle ticareti yasaklandı.

Atılım dönemi, eğitim alanında da köklü değişikliklere sahne oldu. Yeni eğitim sistemini yönetmek üzere, 1847'de Mekâtibi Umumiye Nezareti oluşturuldu. İdadî adı altında lise düzeyinde öğretime geçirilirken, eğitim ve bürokrasi için gerekli kadroları yetiştirmek üzere, Darülmuallimin ve Mülkiye Mektebi gibi okullar açıldı. Temeli atılan Darülfünun'da okutulacak ders kitaplarını hazırlamak, araştırma ve bilimsel çalışma yapmak üzere, Encümeni Daniş adıyla ilk Osmanlı bilim akademisi kuruldu. Batı'yı örnek alan çeviri ve telif çalışmalarla bilim ve edebiyatta yeni bir çığır açıldı.

Aralıklarla hariciye nazırlığı ve sadrazamlık görevlerinde bulunarak yeni reformlara damgasını vuran Mustafa Reşid Paşa'nın izlediği dış siyaset, Rusya'nın Balkanlar'da nüfuz kurma çabasından kaynaklanan Kırım Savaşı'nda (1853-1856) İngiltere ve Fransa'dan destek alınmasını sağladı. Ama bu gelişme, aynı zamanda, dışa bağımlılık sürecinin daha da kökleşmesini getirdi. Öte yandan, ağırlaşan dış borç yükü ve ekonomik bunalım nedeniyle, Tanzimat atılımları kapsamlı bir dönüşüm yaratamadı. Yeni düzenlemelerden yalnızca yüksek kamu görevlileri ve büyük ölçüde gayrimüslimlerden oluşan küçük bir azınlık yararlanabildi. Dahası, beklenen toplumsal barışa ulaşılamadı ve merkezî yönetimi sarsan çatışmalar baş gösterdi.

Reşit Paşa, Bab-i Ali'nin idarede tam hakimiyetini sağlamak için ayanın ve ulemanın nüfuz ve tahakkümünden kurtulmuş, merkezin emirlerine bağlı güvence altında bir memur kadrosu meydana getirmek için de büyük gayret sarf edecektir. Zira Tanzimat'ın uygulanmasına karşı en büyük engeli, bu yeni siyaset karşısında nüfuz ve menfaatleri tehlikeye düşen başlıca iki sınıf, ulema ve ayan çıkaracaklardı. Ulema, Tanzimat'ı Şeriata ve İslam devleti esaslarına aykırı göstermeye çalışacak; taşradaki ayana gelince, eyaletlerde idare hala fiilen onların elinde oluğu için, halkı Tanzimat'a karşı türlü yollarla tahrik edecek; alınan tedbirleri köstekleyecek; iyi niyet sahibi olanlar da islahatın asıl manasını anlayıp uygulamaktan aciz bulunacaklardır. İşte Reşit Paşa, şer'i makamlardan bağımsız olarak teşkil ettiği Meclis-i Maarif-i Umumiyye ve rüşdiye mektepleri sayesinde bilhassa merkezin emirlerine ve Tanzimat'a bağlı yeni bir memur kadrosu vücuda getirmek gayesini güdüyordu. Meclis-i Maarif'e bürokratlar hakimdi. Mekatib-i Umumiyye Nazırı Kemal Efendi, Reşit gibi kalemiyyeden yetişmişti. Yeni okulların programları ve imtihanları Bab-i Ali'nin ihtiyaçlarına göre düzenleniyor ve mezunları Bab-i Ali kalemlerine alınıyordu. Bu okulların ilk öğrencileri, Bab-i Ali'deki genç katipler, şakirdler, paşazade ve beyzade gibi payitahttaki rical çocukları ve bu arada esnaf çocukları arasından seçiliyordu. 

Reşit Paşa'nın rüşveti önlemek, memura emin bir hayat sağlamak gayesiyle memur maaşlarını yüksek tutma politikasını güttüğünü de biliyoruz. Özetle, Reşit Paşa, devlet otoritesini ıslahatı uygulayacak bir bürokrasinin elinde toplamak suretiyle devleti modernleştireceğine inanıyordu. Gerçekten, Tanzimat devri bürokrasinin devri olacaktır. Bu durum, ileride Yeni Osmanlılar tarafından bu bürokrasinin temsilcilerine karşı açılan mücadeleye bir hürriyet mücadelesi rengini vermiştir. İmparatorluk devrinin son bir yüzyıllık tarihinde memleketi ileri götürmek isteyen ıslahatçılar karşılarına dikilen engelleri yenmek için her şeyden evvel fazlasıyla merkeziyetçi bir idare ve ona hizmet eden bir bürokrasi yaratmaya çalışmışlardır. Bir yüzyıldan beri modernleşme çabalarının başarıları kadar birçok ağır problemleri de belki bu özelliğe bağlanabilir.

Devleti Aliye, Halil İnalcık, İş Bankası Yayınları


Reşit Paşa, Osmanlılığı yeni bir ruhla canlandırmak azmindeydi. Yeni Osmanlılık eskisinden yalnız bir derece farkı ile ayrılmıyordu. Batı milli devletlerinde eşitlik prensibi toplumsal sınıfların, vatandaşların eşitliği yönünde gelişirken Osmanlı İmparatorluğu'nda bu prensip tabi kavimlerin, gayrimüslimlerin eşitliği şeklinde kendini göstermekteydi ve hiç şüphesiz yine kaynağını Batı'dan almaktaydı. Böylece Tanzimatçılar devleti laikleştirme, dini devletten ayırma hareketinde ilk adımı atmış bulunuyorlardı. Onlar evvelce yalnız Şeriatın idare ve kontrolü altında olan birçok kamu hizmetlerini gittikçe laik Batı kanun ve nizamlarına tabi tutmuşlar, ulemanın faaliyet alanını gittikçe daraltmışlar, gayrimüslim cemaatler için olduğu gibi  hukuku, miras, evlenme gibi şahsi hukuk sahasına indirgemeye çalışmışlardır (hatta Cevdet Paşa'ya göre Ali Paşa Napoleon'un Code Civile'ni de almak istiyordu). 

Şüphesiz, Engelhardt'ın belirttiği gibi, devlet kurumlarının laikleştirilmesi Tanzimat'ın en önemli bir cephesidir. Tanzimatçılar mülki idarede, mahkemelerde, ticaret hukukunda Batı kanunlarını alıp uygulamakta tereddüt göstermediler. Bunun içindir ki, ulema ile Tanzimatçılar arasında çatışma kendini göstermekte gecikmedi. Ulema onları dinsizlikle suçluyordu. Namık Kemal, Ziya Paşa, Suavi Efendi gibi vatancı-milliyetçi gelenekçiler ise, Tanzimatçıları Frenkleşerek toplumsal benliği kaybetmek, gayrimüslim tebaa lehine Türk-Müslüman hakimiyetini kundaklamakla suçlamışlar, Tanzimat'ı büyük devletlerin baskısı ile memlekete soktuklarını ileri sürmüşlerdir. Pratik bir devlet adamı olan Reşit Paşa'nın, Batı'ya ait prensiplerin imparatorluk için nasıl felaketli sonuçlar getireceğini takdir edemediği iddia edilemez. Tanzimatçılar, kanun önünde eşitlik ve devlet kurumlarını laikleştirme hareketini, iç ve dış baskılar neticesinde siyasi bir zorunluk olarak duymuş ve uygulamışlardır. 1848 İhtilali'nden sonraki karışık devrede hükümetin başında bulunan Reşit Paşa'nın tutumu ve davranışı, onun gerçekçi siyasetini daha iyi ortaya koymaktadır.  Özetle, Gülhane Hattı, gelenekçi kalıplar altında Şeriata ve gelenekçi devlet anlayışına saygı göstermekle beraber, kanun ve devlet anlayışıyla yönetim prensiplerinde modern kavramlar getirmekte, belirli pratik gayelerle yönetimi yeni baştan düzenleme amacını gütmekteydi. Sonraları bu prensipler, tamamıyla gelişerek modern Türk tarihinin ana gelişme istikametleri halini almıştır. Türkiye'de anayasa rejimi, laikleşme akımları gibi devrimci akımlar kaynak bakımından hiç şüphesiz Gülhane Hattı'na bağlanabilir. Reşit Paşa'nın Hatt'ın ilanından sonra aldığı tedbirler onun samimiyetini ve bu yorum tarzının doğruluğunu apaçık ortaya koymuştur.

Devleti Aliye IV , Halil İnalcık, İş Bankası Yayınları


Dış müdahaleler ve tıkanma.
Esas olarak azınlıklara daha geniş haklar tanınması yönündeki dış baskıların sonucunda 18 şubat 1856'da yayımlanan Islahat Fermanı, reform sürecine, Osmanlı Devleti'ni çıkmaza götüren bir yönelim kazandırdı. Büyük devletlerin İstanbul'daki elçileri aracılığıyla yönetim işlerine karışması alışılmış bir durum haline geldi. Yeni düzenlemelere taşrada ve uzak eyaletlerde gösterilen tepki birçok girişimin sonuçsuz kalmasına yol açtı. Balkanlar, Suriye, Lübnan ve Girit'te reform çabalarını ikinci plana iten ayaklanmalar patlak verdi. Avrupa'daki Osmanlı toprakları birbiri ardına elden çıkmaya başladı. Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ ve Bosna-Hersek'in yitirilmesini izleyen göçler, işsizliği ve ekonomik sıkıntıları daha da artırdı. Malî bunalımı borçlanmayla aşma çabaları, sorunları ağırlaştırmanın ötesinde bir sonuç vermedi.

Bu gelişmelerde, Abdülaziz'in 1861'de başa geçtikten sonra keyfî ve kişisel bir yönetim kurması ve aşırı harcamalara yönelmesi de önemli rol oynadı. Tanzimat'ın öteki mimarları olarak çeşitli dönemlerde görevde bulunan Âli ve Fuad paşaların çözüm arayışları olumsuz gidişi tersine çevirmeye yetmedi. Bununla birlikte, reform çabaları sürdürülerek bazı önemli yenilikler getirildi. Rumeli'de 1864'te oluşturulan Tuna vilayeti, Tanzimat ilkelerinin uygulandığı örnek bir yönetim birimi durumuna geldi. Bu örnek temelinde 1867'de yapılan idarî düzenlemeyle Osmanlı toprakları Rumeli'de 10, Asya'da da 15 vilayete ayrıldı. Aynı yıl özel hukuk ilişkilerini düzenlemek üzere, Mecelle denen yasa çıkarıldı. Ayrıca, nizamiye mahkemelerinin kararlarını incelemek amacıyla Divanı Ahkâmı Adliye kuruldu. Darülfünun'un 1863'te açılmasıyla eğitimde yeni bir aşamaya geçilirken, 1869'da Maarifi Umumiye Nizamnamesi ile parasız ve zorunlu ilköğretim ilkesi benimsendi.

Tanzimat'ın son büyük devlet adamı Ali Paşa'nın 1871'de ölmesinden sonra reform hareketi büyük ölçüde sona erdi. Batı ile ilişkilerin bozulmasına bağlı ağır dış sorunları gerekçe göstererek sert ve baskıcı yöntemlere yönelen Abdülaziz'in 1876'da tahttan indirilmesi ve ardından Birinci Meşrutiyet'in ilan edilmesi Osmanlı tarihinde yeni bir dönem açtı. Axis 2000

Mustafa Reşid Paşa, Tanzimat hareketini ilân eden fermanı okumak için, 3 Kasım 1839 günü evinden helâlleşerek çıkmıştı. Tanzimat "Boğaziçi'nin köhne bir yalısı gibi” , orası burası kopmuş Osmanlı Devleti'nin onarımını planlamış olan bir zihniyetin adıdır. Reşid Paşa, bu zihniyetin yaratıcısı değildir. Kendinden önce Batı müdahalelerine karşı düşünülen tedbir[1]erden doğma, II. Mahmud döneminde biçimlenen aydın despotizminin ideolojisi, Tanzimat’ın kaynağı olmuştur. Reşid Paşa, bu ideolojik birikimin taşıyıcısı ve belki de usta bir temsilcisiydi.

"Tanzimat kafası, Osmanlı-Batı diyalogunun ürünüdür. Amacı "civilisation’ 'a girmek, Batılılaşmaktır. Batılılaşmak, ama nasıl? Bir yandan Doğulu kalarak, bir yandan da Batı kurumlarını “ ithal" ederek.

Bu görüş ne halktan geliyordu ne de halka malolmuştu. Tersine, sosyal yapısı geri, feodal çerçeve içine sıkışmış bir tarım ekonomisi ve değerler sistemi içinde yaşayan geleneksel Osmanlı toplumuna, taht çevresinden indiriliyordu ve belirttiğimiz gibi aydın bir despotizmin bürokratik bir dünya görüşüydü. Padişah ve Tanzimat seçkinlerinden oluşan Saray'la Osmanlı halkı arasında 19. yy’da feodal kişilerden ve çevrelerden başka aracı yoktu. Batı’daki burjuvazi değildi bu. Ve bu durum Batı’nın sosyoekonomik gelişme çizgisinin tamamen dışında ve ona ters düşerek oluşmuştur.

Çünkü Osmanlı feodalleri (feodalitesi değil), Batı burjuvazisinin sosyal ve ekonomik işlevlerine sahip olmamışlardır. Onlar, Batı’daki bu tip gelişmelerin tamamen tersini temsil eden bir gidişin temsilcileriydi. Saray'ın da karşısındaydılar. Zamanla Tanzimatçılık adını alan zihniyet, Batı'nın her yeni baskısına arşı, onu önleyici bir tedbir alma uğraşısından doğmuştu.

Diyalogun öteki tarafı Batı, bir adıyla da "Avrupa”, yalnız bir coğrafya terimi değildir. Batı, Kuzey Avrupa’nın sanayileşmiş birkaç devletidir. Bu devletler, bütün dünyayı yönetir duruma gelmişlerdi. Merkantilizm kızağında oluşan ekonomik ve malî düzen içinde birinci sanayi devrimini başarmıştı Batı... 1880'lere kadar sanayici, bu tarihten itibaren de borçlandırıcı (tefeci), yani maliyeci olacaktı.

Batı ya da Osmanlı siyasal literatüründeki deyimiyle Avrupa (Evropa), sosyoekonomik düzeni içinde, liberal felsefeye dayalı, Amerikan ve Fransız ihtilâlleriyle beslenmiş demokratik rejimler kurmuş, çoğulcu bir siyasal hayatı oluşturuyordu. Böylesine gelişmiş, sanayileşmiş ve hürriyetçi değerler yaratmış birkaç büyük devlet bir yana, dünyanın büyük bir kısmı, aynı sosyal, siyasal ve ekonomik durumda değildi.

Batı’nın özelliği, yalnızca kendi iç gelişmelerinde saklı değildir. Fakat bu gelişmelerin, gelişmemiş ülkelerle bağlantısıdır. Batı, onların hammaddesine, el emeğine ve müşteriliğine dayanan bir sosyal refah büyümesi içindeydi. " Beyaz adam-Barbar” diyalogu bu nedenle kurulmuştu. Batı, kendi üstünlüğünün bilinci içindeydi, kendisinden geride kalmış ülkeleri "adam etme" ödevine inanıyordu. Uygarlık için, gelişmek için model sayıyordu kendisini. Ve "sen de benim gibi ol" teorisiyle bir zorlama politikası uyguluyordu. Fakat bu yalnız siyasal kurumlar ihracı yoluyla oluyordu. "Islahat” ısrarları buna dayanıyordu. Ne var ki, bu ıslahat geri kalmış ülkeleri sosyal ve ekonomik yoldan geliştirici ve kalkındırıcı olmamıştır. Batı, bu ülkelere kendi iç dinamikleriyle kalkınma olanağı tanımamıştır.

Tarık Zafer Tunaya, Tanzimat’dan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi

Tanzimat Döneminin Hukuk Alanında  Değerlendirilmesi.

 17. yy’dan beri Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü kötü durumu düzeltmek  için yapılan çalışmalar, II. Mahmud  dönemine kadar tek yönlü olmuştur: Eski güçlü düzene dönmek ve askerî  açıdan yenileşmek. Devletin tüm kurumlarının yozlaştığını, hepsinin birden düzeltilmesi gereğini ilk kez bilinçli olarak anlayan II. Mahmud’dur. Bu hükümdar, bir yandan devletin merkez gücünü tekrar sağlığa kavuşturmak, bir yandan da temel kurumlan köklü biçimde yenilemek için uğraşmıştır. Onun zamanında Osmanlı imparatorluğu artık çağını doldurmuştu. Bilindiği gibi, çok uluslu bir devlet olan bu imparatorlukta, Fransız ihtilâlinden sonra başlayan ulusçuluk akımlarının önlenmesi mümkün değildi. Buna rağmen II. Mahmud, Osmanlı Devleti’nde yaşayan her vatandaşın hukuk yönünden eşit ve güvenceli duruma kavuşturulması için çaba harcamış, bu yolla İmparatorluğu dağılmaktan koruyacağını düşünmüştür. Bu düşüncesinin Türk olmayan uluslar üzerinde etkili olması beklenemezdi. Ama gayretleri bir dereceye kadar başarılı olmuş, hiç olmazsa devletin çöküş sebeplerini oldukça sağlam b[1]çimde tanıyan ufak bir aydın grubunun doğması imkânı ortaya çıkmıştır.

1839’da başlayan Tanzimat hareketi çok daha geniş kapsamlıdır. Tanzimatçılar çok yönlü olarak reformlara başlamışlardır. Bu sebeple Tanzimat, özellikle son zamanlarda çok çeşitli yönlerden eleştirilmiştir. Tanzimat’ın İktisadî kalkınmayı sağlayamadığı, büyük devletlerin Osmanlı ülkesi üzerindeki sömürülerini engelleyemediği bir gerçektir. Fakat Tanzimat hareketi olmasa, gene bu sürecin içine girilmeyecek miydi? Bu konuda dikkatle ve insafla düşünmek gerekir. Yine Tanzimat’a karşı ileri sürülen eleştiriler arasında, dış etkiler altında olduğu, ikileşmeye yol açtığı yer almaktadır. Bu eleştiriler temelsiz değilse de abartmalıdır. Dış baskılar, tamamen pasif şekilde, körü körüne kabul edilmemiş, Batının demokratik fikirlerini ve kurumlarını yakından bilen ve anlayan Reşid Paşa gibi, bir devlet adamının bilinçli bir eseri halinde, sosyal ve siyasal yapının benimsemesi için çalışılmıştır. Ayrıca, Batılılaşma hareketi Tanzimat’la başlamış değildi: Zayıf ve yüzeysel de olsa, bir yüzyıldan fazla geçmişi vardı. Yüzyıllardan beri içinde yaşadığı eski, çeşitli hayat düzenlerini, bu arada hukuk düzenini terk ederek, yerine tamamen yabancısı olduğu bir düzeni koymak isteyen, hattâ buna mecbur olan bir toplumun önce taklitle başlaması kadar doğal bir şey olamaz. Aslında, eleştirilecek nokta, taklit değil, rastgele taklit ve taklit edilen kural ve kurumların toplumun kendi şartlarıyla uyuşturulmamasıdır. Unutmamak gerekir ki, Auguste Comte’un Reşid Paşa’ya yazdığı mektupta da belirttiği gibi, Tanzimat reformu ancak pozitif devreye bir “ giriş teşebbüsü” , bir “geçiş hareketi”dir. Tanzimat’ın bu geçişi başaramadığı ileri sürülemez.

Konuyu hukuk alanında ele alırsak, bir hukuk yeniliği olarak başlayan Tanzimat’ın bu yöndeki faaliyetlerinin devlet sona erene kadar sürdüğü görülmektedir. Tanzimat döneminin, hukuk açısından olumlu ve olumsuz yanları şu şekildedir

Tanzimat’ın getirdiği olumlu sonuçlar şöylece özetlenebilir: Hukuk devleti anlayışına girilmiştir; Osmanlı Devletindeki hukuk alanındaki eşitsizlikler kaldırılmıştır. Pozitif hukukun belli kurallara göre sistemli biçimde düzenlenmesi, yani kanunlaştırma (kodifikasyon) kavramı ilk kez tanınmış ve yerleşmiştir. Yönetim alanında tüm sivil ve askerî görevlerin bir kişide toplanmasına son verilmiş, devlet görevleri birbirinden ayrılmış, yönetim örgütü düzeltilmiş, taşra organlarının yetkileri genişletilerek belli bir düzenle çalışmaları imkânı verilmiştir. İslâm hukukunun bir bölümü dağınıklıktan kurtarılmıştır; İslâm hukukunun düzenleyemediği alanlarda Batı kanunları kabul edilmiştir; yargılama yöntemleri geliştirilmiş, yeni mahkemeler kurulmuştur. (Bu konuda ünlü bilgin Mordtmann’ın anıları ilginçtir: Tanzimat’ın ilk yıllarında Boğazköy’den geçen yazar, bir derebeyinin gelişigüzel adalet dağıttığını, 1858’de ise aynı yerden geçerken, sanıkların son derece usulüne uygun yargılandığını ve durumun “ herhangi bir Avrupa mahkemesinden farklı olmadığını” belirtmektedir). Osmanlı Devleti’nde, Tanzimat dönemine kadar “ vatandaşlık hukuku” yoktu. Bu sebeple, özellikle zımmîlerin durumu tam bir boşluktaydı ve büyük yanlışlıklara yol açıyordu. Osmanlı vatandaşlarının h[1]kukî durumu ilk kez çıkartılan tabiiyet (vatandaşlık) kanunu ile belli bir düze[1]ne sokulmuştur (1869). Eğitim örgütü yeni kurumlarla modernleşmiş ve gelişmiştir.

Tanzimat döneminin hukuk alanındaki olumsuz sonuçları ise şöyle özetlenebilir: İslâm hukuku yanında modern hukukun da uygulanması, devlette zaten bozuk olan hukuk birliğini iyice parçalamıştır. Yabancı devletlerin bir ölçüde yargı hakkına sahip olmaları egemenlik hakkına vurulan darbe olmuştur. İslâm hukukunun düzeltilmesi için alınan önlemler sonucu şeyhülislâma büyük yetkiler tanınmış ve sonunda şeyhülislâm kabineye alınmıştır. Kadıların atanma ve denetim işlerinin şeyhülislâma verilmesi bu din hizmetlisinin yetkilerinin artmasına, ayrı ve geniş bir örgüt sahibi olmasına yol açmış, böylece ulemanın yalnız sembolik başı sayılan şeyhülislâm siyasal bir güç kazanmıştır. Halbuki, devletin klasik çağındaki yapısında şeyhülislâmlar Divan-ı Hümâyûn üyesi değillerdi. 1876 Kanun-ı Esasisi şeyhülislâmın siyasal gücünü tammış ve onu kabine üyesi yapmıştır. Bu şekilde, Tanzimatçılar kendi düşünceleriyle çelişkiye düşmüşlerdir. Tanzimat döneminde, özellikle malî hukuk alanında yapılan yenilikler son derece verimsiz, hattâ olumsuz sonuçlar vermiştir. Maliye örgütünde bazı yenilikler yapılmış, bütçenin hazırlanması bir düzene bağlanmış, vergi sisteminde bazı düzeltmeler yapılmışsa da, son derece kötü ekonomik durum, bu örgütün düzelmesini engellemiştir. 19. yy sonunda, devletin malî yönetiminin bir bölümü yabancı devletlerin eline geçmiştir.

Adalet örgütüne gelince, ilk devirlerde bu örgüt çeşitli sebeplerle sağlam esaslara dayandırılamadı. Bu büyük çapta reformu yapan devlet adamları hukukçu değil, siyasetçiydiler. Benimsedikleri Avrupa hukukunun kökenini ve niteliğini gerektiği gibi bilemiyorlardı. İçinden çıktıkları ve içinde yaşadıkları İslâm toplumunun etkisi altında bulundukları için, bu yeni hukuk sistemine İslâm hukukunun unsurlarını nakletmişler ve onu melez bir hale getirmişlerdir.

Bunun sonucu olarak, benimsenen hukukun uygulama değeri azalmış oldu. Ayrıca, Avrupa’dan alınan kanunların kurallarını uygulayacak bilgilere sahip hukukçular da mevcut değildi.  Bunun dışında bu reformun yapıldığı devirde Osmanlı Devleti’nin çöküş halinde bulunması sebebiyle, yabancı devletlere daha önce verilmiş bulunan kapitülasyonlardan başka, Türk uyruğun[1]dan olmayan, fakat Osmanlı ülkesinde yerleşmiş bulunan yabancıların durumlarını da dikkate almak gerekti. Dolayısıyla, adalet reformunun etkileri azaldı ve Osmanlı toplumunda çeşitli huzursuzluklara yol açtı.

Bütün bunlara rağmen, Tanzimat döneminde çağdaş hukuk sistemine doğru bir adım atılmıştır. Bu sistemin, gelişmesi için geleceğe açılan bir kapısı vardı. Siyasal sistemde temelden bir değişiklik getirememesine rağmen, daha sonraları bu değişikliğin yapılabileceği uygun bir zeminin hazırlanmasında büyük etkisi olmuştur. Tanzimat, Osmanlı Devleti’nin sosyal, siyasal ve hukuk alanlarında bir hazırlık, bir çabalama, bir olgunlaşma dönemi olarak nitelendirilebilir. Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak, Tanzimat, bugünkü modern hukuk düzenimizin kökenidir.

Tanzimat’tan Sonra Kanunlaştırma Hareketleri, Bülent Tahiroğlu, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi




Tanzimat döneminin ortamında Osmanlı düşünce dünyasında farklı oluşumlar ortaya çıktı. Batıyla etkileşimin artması, oradaki sosyal değişimlerin daha yakından algılanmasına yolaçtı. I. Meşrutiyet sayfasında daha detaylı yer alan içerikten bir bölümünü buraya da aktarıyorum. B.Berksan.

Jön Türkler

«Jön Türk» adı, XIX. yüzyılın orta­larından XX. yüzyılın başına kadar uzanan bir devre içinde Osmanlı İmparatorluğunda, Batının siyasal düşüncesinin etkisi altında kalıp ülkelerindeki düzeni değiştirmeye çalışan fikir ve eylem adamları için kullanılmış geniş kapsamlı bir kav­ramdır. Bu adın üç benzer fakat ayrı gruba yakıştırıldığını görüyo­ruz.

Bunlardan birincisi «Yeni Os­manlılar» olarak tanınan düşünür­ler topluluğudur. 1860 ve 1870'lerde faaliyette bulunan Yeni Osmanlı­lar Cemiyeti, Batının Siyasal düşü­nürlerinin etkisi altında kalıp siyasal görüşlerini devlet mekanizma­sının dışında basın yoluyla siste­matik şekilde etkili kılmaya çalışan ilk Osmanlı kuruluşudur. Önemli üyeleri arasında N. Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi kimseler vardır.


Namık Kemal ( 1840-1888), Genç Osmanlı düşüncesinin temsili hatta kült şahsiyetidir. Vatan-millet-hürriyet başta olmak üzere 'yeni' mefhumları o bayraklaştırdı, öze dönüşçülükle sıkı teyellenmiş bir yenilenme pathos'u yarattı. O, şeriatı doğal hukukçu bir felsefeyle yorumlamaya yönelmişti. Batı'da açılan hürriyet ve 'iyi idare' çığırını ("iyi padişahtansa fena kanuna itaat"), İslam'ın adalete dayalı siyasi meşruiyet anlayışından farklı görmüyordu. Tanıl Bora – Cereyanlar.

 «La Jeune Turquie» tabiri XIX. yüz­yılın başından beri Avrupa'da Meş­rutiyetçi hareketlerin önderliğini yapmış olan «Giovine İtalia», «Jeu­ne France» (Genç İtalya, Genç Fran­sa) gibi tabirlere benzetilerek, Ye­ni Osmanlılardan daha önceki çağdaş düşünce taraflıları için icat edilmiş, sonradan Yeni Osmanlılar için de kullanılmıştır. Şerif Mardin

Yeni Osmanlılar Hareketi

1865’e doğru şekillenen Yeni Osmanlılar hareketi, esas itibariyle Tanzimat’ın Reşid Paşa’dan sonraki uygulayıcıları Âli ve Fuad Paşalara karşı bir başkaldırma olarak belirmiştir. Bu başkaldırmanın üç ayrı ekseni vardır.

✅Âli ve Fuad Paşalar, gerçekten, Tanzimat hareketinin yürütücüleri olarak ıslahatı Reşid Paşa’nın başlattığı şekilde, kameralizmin bir uzantısı olarak uygulamışlardı. Teb’aya “ aşırı” bir  hürriyet vermek söz konusu olamazdı, zira ana hedef “ devlet” i kurtarmaktı. Yeni Osmanlılar bu tutuma karşı koyarak “ hürriyet” istiyor ve bunun anayasaya dayalı bir parlamento ile sağlanacağını düşünüyorlardı.

Islahat Fermanı (1856), Tanzimatın uygulanmasının önemli bir kademesini oluşturmuştu. Bu kademede gayrimüslim teb’aya o zamana kadar özel  statüleri dolayısıyla bağışlanan imtiyazlar, onlara Osmanlı teb’asının tümünün  sahip oldukları statü tanınmak şartıyla, ortadan kaldırılıyordu. Hıristiyan unsurlar, 19. yy’ın başından beri birer “ ulus haline gelme yoluna girme” ye  başlamışlardı. Böylece azınlıklar Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmak  için çaba sarfeden gruplar oldukları oranda kendilerinin Osmanlı imparatorluğunu parçalayan, onu “arkadan  vuracak” unsurlar olarak çalıştıkları  korkusu yayılmıştı. 

Azınlıkları çağdaş  olmaya çalışan bir devlette bu yeni hakların yarattığı tepkinin ikinci bir boyutu, cemaat liderlerinin kendilerine verilmiş önderlik imtiyazlarını kaybetmeleriydi. Buna benzer bir tepki de, Müslümanların doğal gördükleri “ Millet-i Hâkime” statüsünün ortadan kalkmasıydı. Fakat fermanın gündeme getirdiği üçüncü bir konu, azınlıkların yabancılarla olan ilişkilerinden kaynaklanıyordu. Azınlıkların Batı iktisadi girişimcileri ile olan bağları onları yeni şekillenmekte olan Batı’nın iktisadi  emperyalizminin yardakçıları durumuna getirmişti. Yeni Osmanlılar’ın görüşü, Islahat Fermanı’nın İktisadî emperyalizmi pekiştiren bir belge olduğu merkezindeydi. Onlara göre, Âli ve-Fuad  Paşalar, Osmanlı Müslümanlarını Avrupa’nın büyük devletlerine siyasî bakımdan peşkeş çekmekle kalmamış, malî politikaları dolayısıyla Avrupa’nın  esiri olmuşlardı. Son olarak, Yeni Osmanlılar Âli ve Fuad Paşaların Avrupa’yı kültür konularında taklit etmelerine karşı çıkıyorlardı. Onlara göre  Tanzimat, bir kültür taklitçiliği olduğu için, kültür planında kısır kalmış,  Müslüman topluluğunu temelinden  sarsmıştı. Bundan dolayı, Yeni Osmanlılar demokratik anlayışlarını Şeriat’ten  alacakları ilkeler üzerine kurmak istemişlerdir. Bu tutum, daha sonraki yıllarda tekrar sahneye çıkacak olan bir  yaklaşımın ilk sistematik ifadesiydi. 

Yeni Osmanlılar’a göre Tanzimat’ın dayandığı bir temel felsefe, ahlaki değerlerin kökünü oluşturacak bir zemin  yoktu. Yeni Osmanlılar bu boşluğu doldurmak için Islâm felsefesinden yararlanmayı teklif ediyorlardı. Onlara göre, Islâm’da siyasal demokrasinin esaslarını bulmak da mümkündü. Gerek  Batı’ya karşı tutumla ilgili görüşlerinde, gerek azınlıklar ve değerler konusundaki düşüncelerinde Yeni Osmanlılar’m bir noktanın altını çizdikleri görülebiliyor; Osmanlıların bir kitle olarak harekete geçirilmesi zorunluğunun  ortaya çıktığı anlatılmak isteniyordu.  Bu açıdan, Osmanlıların Batı düşüncesi  içine ve aynı zamanda İslâmî kültüre  vatandaşların siyasî sürece bir kitle olarak katılmaları zorunluğu yoluyla çekildiklerini görüyoruz. Adına  “ toplumsal” diyebileceğimiz bu zorunluluk, tarihimiz üstüne salt İktisadî açıdan yapılacak değerlendirmelerin ne  kadar güdük kalacağının işaretlerinden biridir. 19. yy’da bu zorunlulukların bir sonucu olarak din, Osmanlı İmparatorluğu'nda eski kisvesini kaybederek bir  “ ideolojik” eksen kazandı ve kitlelerin  katılmasıyla ilgili yönü her zamankinden daha önemli olmaya başladı.

Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi  gibi kimselere göre Osmanlılar, o zamana kadar, Tanzimat yıllarında, Avrupa büyük devletlerinin politikasına pasif bir şekilde, “miskinlik"le karşı koymuşlardı. Bunun üstesinden gelerek ülke tebaasını ve bilhassa kendilerine itimat edilebilecek olan Müslüman halkı,  bir direnç hareketine sokmak gerekiyordu. Siyasal fikirlerde bu “ seferberlik” isteği, çağdaş milliyetçiliğin yalnız Osmanlı İmparatorluğunda değil,  hemen hemen gözüktüğü her yerde çıkardığı bir davranış türüdür. Bunun sebebini sosyolog Emest Gellner anlatmıştır. Gellner’e göre, çağdaş merkeziyetçi devletin bu merkeziyetçiliği sağlamaya çalışmasının yollarından biri,  mahallî kültürlerin yerine “ millî” kültürler geliştirme isteği olmuştur. Bu da  çok zaman yeni bir millî eğitim ve  onunla paralel çalışan bir kültür sisteminin ortaya çıkarılmasıyla sağlanmaya çalışılmıştır. Daha sonra üzerinde duracağımız gibi, II. Abdülhamid’in,  bütün “ gerici” eğilimlerine rağmen,  modernliği, bu “seferberlik” yönünü  anlamış olması, ona bağışlamamız gereken bir özelliktir.

Yeni Osmanlılar hareketi genellikle bir bütün olarak incelenir. Oysa hareketin içinde en aşağı üç ayrı eksen bulmak mümkündür. Şinasi’nin komplekssiz Batıcılığı, Namık Kemal gibi en geniş oranda parlamentolu bir idareden  faydalanmak isteyenler ve parlamenter  demokrasiyi bir çeşit insan tabiatına aykırı “ oyun” olarak değerlendiren Ali Suavi gibi kişiler. Bu tutumun da zamanımıza kadar devam ettiğini söyleyebiliriz.

Yeni Osmanlılar’ın “ hürriyet” konusundaki bu ayrılıkları, “terakki” konusundaki fikir birlikleri dolayısıyla çok  zaman ortaya konmamıştır. Zira hem  Namık Kemal hem de Suavi, Osmanlı İmparatorluğumun Batı’nın maddî gücünü elde etmesi gerektiği konusunda  birleşiyorlardı. Osmanlılarda iktidar, güç, “ bastırma” ilkelerinin aile hayatından başlayan bir zincirle devlet idaresine kadar uzanan halkaları her iki

grubu da çok özel bir anlamda  “ terakki” taraftarı yapmıştı, iki grup  da “ terakki” yi, bir üretim, fabrika, iktisadi güç, askeri güç  Batı’yı  (bütün ülkeleri) “ bastırma” süreci olarak değerlendirmişlerdi. Her iki grup da, Batının endüstri medeniyetinin  “bastırıcı” bir güç olması dışında,  özerk, ona hâkim olunmaması prensibine dayalı bir “ sivil toplum” u da yaratmış olduğunun nisbeten çok az farkındaydı. Oysa Batı, “ hürriyet” kavramının gelişmesi, geniş oranda  “ kamu” ile “ özel” in ayrılması, “ kamu” nun yanında insanlara hareket serbestisini artıran bir “ mahfuz bölge” yaratması ve kamunun Allah’a dayandırılan otoritesinin bu kökten arınmasıyla ilgiliydi.
Şerif Mardin, Tanzimat’dan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi

 

Osmanlı Aydını

…..Osmanlı aydınının gelişimi incelenince bunu daha iyi görmek mümkün olacaktır. Batı entelektüelinin ayırıcı özelliği, her eyleminde bir birey olarak ortaya çıkmasıdır. Oysa, Osmanlı münevveri bütün tarihi boyunca kendini Devlet-i Aliyye’nin kurtuluşunun bir parçası olarak ortaya koymuştur ve bu nedenle de, Osmanlı münevverinin tarihi, bir düşünce-eylem tarihi olmak yerine, yalnızca bir eylem tarihi olarak ortaya çıkmaktadır. Olaya bu açıdan bakınca, Osmanlı aydını, yerine geçtiği ulema veya benzemek istediği Batı entelektüeli gibi olmamış, Batı’da laisizm cereyanı içinde entelektüelin zıtlaştığı clericus'a benzemiştir. Çünkü, clericus’un görevi aslında toplumu bilgisi ile gütmek, ona “iyiyi”, “doğruyu” ve “kendi çıkarını” göstermektir. Oysa clericus, içinde geliştiği ortamın ve evrenselel kilise anlayışının sonucu olarak topraklı aristokrasinin ideologu olmuştur. Bu konumda, önce “philosophe”, sonra da entelektüel adını alan aydın ise yükselen burjuvazinin temsilcisidir. Bu cinsten billurlaşmış sınıfların olmadığı Osmanlı toplumunun ürettiği münevver ise hem clericus, hem de entelektüelin tersine bireyselleşmiş, tekilleşmiş bir tavır içine girememiş ve devletin ideoloğu olarak ortaya çıkarak, onun anonimliği içinde kendini belirlemiştir. Daha açık söylemek gerekirse, Batılı aydın Gramsci’nin terimleriyle organik aydın olarak belirlenmişken, Osmanlı münevveri bu noktaya gelememiştir. Bu açıdan Tanzimat, Cemil Meriç’in deyişiyle, "Bâbıâli'nin Avrupalılaşması” dır. Bürokrat aydın hem halktan, hem de saraydan kopuk, ama sonuna kadar devlet ideali ile dolu olarak ortaya çıkmıştır. Bu durumda bu desteksiz aydının aktarmacılıktan başka yapabileceği fazla bir şey yoktur. Batı ile Osmanlı arasındaki bir önemli fark da, Batılı entelektüelin hep devletin dışında kalması, buna karşılık Osmanlı münevverinin mutlaka şu veya bu biçimde bürokrasi içinde yer alması veya buna çabalamasıdır. Batı’da iktidarlar entelektüelden hiçbir zaman hoşlanmamışlardır. Bunun en tipik örneklerinden biri, Napoleon’un çağının en büyük düşünce adamlarını ideolog adı altında küçümsemesidir. Buna karşılık Osmanlı münevveri, ortaya çıkışından itibaren bir devlet Örgütü yaratığı olmuştur. Devletin Batılılaşma çabası doğrultusunda açtığı okullardan yetişmiş; onun ulemaya karşı sürdürdüğü mücadelede destekçisi olmuş; onun bürokrasisinin esas kaynağını meydana getirmiş; onun ordusunda okullu subay olarak yer almıştır. Osmanlı, münevverinden bıktığı zamanlarda bile onu küçümsememiş ve dışlamamıştır. Sürgüne giden Osmanlı aydınları ya kendi arzularıyla, ya da devlet görevlisi olarak gitmişlerdir. Demek ki, Osmanlı aydını en ağır bunalım dönemlerinde bile devletin içinde kalmıştır.

Batı aydını ile Osmanlı aydını arasındaki çok temel farklardan biri de hakların kavranışına ilişkindir. Çok tekrarladığımız bir nokta olarak, Batı entelektüeli bir birey olarak ortaya çıkmıştır ve bu nedenle de temel mücadelesi bireysel haklar yönünde olmuştur. Oysa, Osmanlı aydını hiçbir zaman birey sel hakların hak olduğunu aklına getirmemiş ve -Batı aydınının tarih- öncesinde olduğu gibi- imtiyazlar peşinde koşmuştur. Tanzimat Fermanı da

dahil, Osmanlı’nın yıkılışına kadar olan bütün “hak belgeleri” aslında bu hakların insan olmaktan kaynaklanan tabiî ve vazgeçilmez özellikler olduğunun bilincine varamamış; bunların kötü giden devlet işlerini düzeltmek üzere hakların yegâne sahibi padişahtan sağlanan imtiyazlar olduğunu düşünmüştür, örneğin, bütün dünyayı sarsan ve cumhuriyet ideali ile kişisel haklara büyük bir dayanak sağlayan 1789 Fransız Devrimi Reisülküttab Âtıf Efendi tarafından bir dinsizlik olarak görülmekte ve hakların padişah tarafından verileceği bildirilmektedir. Tanzimat döneminin büyük tarihçisi ve Fransız devrimini en doğru yorumlayan Osmanlı münevveri Cevdet Paşa ise, Fransız devriminin kişisel haklara yönelik tavrını kavrayamamış ve bunu hükümdarın “hükümet-i mutlaka”sına karşı bir hareket olarak görmüştür.

….

Osmanlı Aydını, Mehmet Ali Kılıçbay, Tanzimattan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder