İngiltere, Victoria Dönemi



Victoria Döneminde İngiltere.
Ekonomik üstünlüğüyle, denizlerdeki hegemonyası ve kurduğu imparatorlukla, ayrıca sanayi devrimini ilk gerçekleştiren ülke oluşuyla, fikirlerinin diğer ülkeler üstündeki etkisi, dilinin, parasının ve kurumlarının parlaklığıyla İngiltere, XIX. yy’da tarihinin doruk noktasına ulaştı. 

Devrimleri takip eden ve 100 yıldan uzun süre devam eden bu dönem, İngiltere’yi dünya devletleri arasında birinci sıraya yükseltti ve XIX. yy İngiltere’nin yüzyılı oldu.

Ayrıca, sömürgelere yapılan seferler ve 1854-1856 arasındaki kısa süren Kırım Savaşı dikkate alınmazsa, bu yüzyıl aynı zamanda bir barış dönemi oldu.(Sömürge savaşlarını savaştan saymıyor Thema Larousse-anlamak) Pax Britannica İngiltere’yi uluslararası dengeyi belirleyen, gerektiğinde çıkarlarını ve saygınlığını korumak için diplomatik müdahaleye her an hazır, ama daima « görkemli yalnızlığı » ile kendini korumayı bilen bir devlet haline getirdi.

Döneme adını veren Kraliçe Victoria, bu görkemin sembolüydü. 18 yaşında tahta çıkan ve 81 yaşında ölen kraliçe, pek zeki ve kültürlü olmamakla birlikte, gözden düşmüş İngiliz monarşisine eski prestijini kazandırmayı ve tebasını şaşırtıcı bir biçimde kendine bağlamayı başardı. Onun politik dehası, monarşiyi orta sınıfın istekleri ve değerleriyle bağdaştırabilmesine dayanıyordu. Ayrıca milliyetçilik hareketlerinin doruğa çıktığı bir dönemde, Büyük Britanya ve Irlanda’nın yanı sıra Avrupa, Asya, Afrika, Amerika ve Avustralya’daki kolonilerin kraliçesi ve Hindistan İmparatoriçesi olan 1. Victoria, ulusun ve imparatorluğun onurunu görkemli bir biçimde temsil ediyordu.


Demokrasiye Doğru.
Meşruti bir model olarak benimsenen XIX. Yüzyıl İngilteresi, özgürlük ile otoriteyi, istikrar ile ilerlemeyi günlük hayat içinde bağdaştırabilmiş olmaktan gurur duyuyordu. Politik sistem beş temel üstüne kurulmuştu. Başta Avam Kamarası’nın Parlamento’daki işlevinin sürekli artmasıyla belirginleşen parlamenter rejim geliyordu. Öte yandan hükümet,XVIII. yüzyıldan beri bakanlar kuruluna başkanlık eden baş bakanıyla gerçek bir kabine hükümetiydi (Victoria döneminin iki önemli başbakanı Gladstone ve Disraeli’ydi). Üçüncü olarak muhalefet, bir « goige hulwmet » etrafı örgütlenmiş bir güç  haline gelmişti. Dördüncü unsur partilerin rolünün her geçen gün biraz daha artmasıydı. Eski Tory ve Whig adlarının yerini 1882 yılından sonra Muhafazakdrlar ve Liberaller aldı. Bunlar, iki partili sistem sayesinde sırayla iktidar oldular. Meşrutiyetin son çarkı ise monarşiydi. Gücünün gitgide azaldığının farkında olsa da krallık, kraliçe Victoria’nın kullanmakta hiç tereddüt etmediği imtiyazlarına sahip çıkmayı sürdürüyordu.

Ancak demokratikleşme süreci ağır işliyordu. Önce 1832 yılında burjuvazi lehine, sonra 1867 yılında ve tekrar 1884-1885’te işçi sınıfı yararına oy verme hakkını yaygınlaştıran seçim reformlarına rağmen, İngiltere bir oligarşi tarafından yönetilmeye devam etti. Bu durumun nedeni sadece genel oy hakkının olmaması değildi; parlamento ve partiler, yarı aristokrat yarı burjuva olan belli bir siyasi zümrenin elindeydi. Nihayet sonunda İşçi Partisi’nin kurulması, işçi sınıfının, egemen iki partiden bağımsız politik bir temsil gücüyle kendi haklarını ifade etmek istemesinin doğal sonucuydu


Dünyanın atölyesi.

Sanayi devriminin öncüsü İngiltere’nin ekonomik üstünlüğü XIX. Yüzyılda iyice belirginleşti. Teknik ve ekonomik açıdan gösterdiği ilerleme, İngiltere’nin sahip olduğu en önemli kozdu. XVIII. yy’daki sanayi devrimine öncülük eden devletlerden biri olduktan sonra İngiltere, üstünlüğünü görkemli bir biçimde ispat etti. Ulusun dinamizmi, peşpeşe gerçekleştirilen yenilikler, başarılı girişimcilik anlayışı İngiltere'ye   sadece yadsınmaz bir üstünlük vermekle kalmadı, aynı zamanda yurttaşlarına kendine güven ve gururlu bir yurtseverlikle güçlenmiş bir üstünlük duygusu da kazandırdı.

İlerlemesini koruyarak olgunluk çağına ulaşan İngiliz ekonomisi, nüfuz alanını tüm dünyaya yaydı. Bir yandan büyük karlar sağlarken, öte yandan da imalat ve teknoloji, ticaret ve yatırım gibi alanlardaki başarısını artırdı. Avrupa ve Asya’nın yanı sıra yeni yeni önem kazanmaya başlamış kıtaların pazarları da gitgide made in England damgalı ürünlere açılmaya başladı. 

Her şey İngiliz üstünlüğünün daha da artmasına yardımcı oluyordu:doğal kömür ve demir kaynakları, sermaye birikimi, teknik üstünlük, 1846’da benimsenen serbest mübadele, Londra şehir merkezi sayesinde banka ve finans kurumlarının güçlenmesi, Artık kapitalizm, acımasız rekabet ortamı içinde eşi görülmemiş bir atılımla bütün dünyayı yayılabilirdi.

Sanayi alanında tekstilin egemenliğinden sonra, yüzyılın sonuna doğru elektriğin ve kimyanın gelişmesiyle «ikinci sanayi devrimi » başladı. Bu evrede üstünlük, metalürjiye ve mühendislik bilimlerine geçti (pamuğun krallığını demiryollarının üstünlüğü izledi). Ama bu dönemde İngiliz üstünlüğü artık tehlikedeydi. Geçmişteki atılımlarına rağmen Ingiltere, diğer ülkelerin (özellikle Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri) hızla sanayileşmeye başlamasıyla, etkinliklerinin bir bölümüne yeni bir yön vermek zorunda kaldı; özellikle de hizmetler sektörüne yöneldi. Ekonominin yıprandığını söylemek çok abartılı olsa bile, güven ve refahın üstünlük çağı artık sona ermişti.


Toplum ve Kültür

Güçlü ve geleneksel aristokrasinin karşısında muzaffer bir burjuvazi yükselirken işçi hareketleri de gelişti.

Uzun süre, 1832’den itibaren, aristokrat İngiltere’nin yerini burjuva İngiltere’nin aldığı öne sürüldü. Aslında Victoria İngilteresi, gerek sosyal, ekonomik, politik açıdan, gerek zihniyet bakımından aristokrat bir ülke olarak kalmıştı. Ancak güçler dengesinin orta sınıf lehine ve toprak sahipleri aleyhine yavaş yavaş değiştiği de bir gerçekti. Öte yandan, bu toprak sahipleri de kendi aralarında ikiye ayrılıyordu: unvanın babadan oğula geçtiği yaklaşık 300 aileden oluşan, kendi içine kapalı yüksek soylular sınıfı ile yaklaşık 3000 aileden oluşan taşralı küçük soylular sınıfı (gentry).

Bu sosyal yapının merkezini oluşturan orta sınıf, tükenmek bilmez bir dinamizmle gelişmeye ve ele geçirdiği üstünlüğü daha da arttırmaya devam etti Nüfusun yaklaşık yüzde 20’sini temsil eden bu orta sınıf, ülkenin ilerlemesine ve refahına katkıda bulunduğuna inanıyordu. Bu sınıf, ticaret dünyasından olsun serbest meslek sahibi, din adamı veya entelektüeller çevresinden olsun, saygın, sebatkar ve çalışkan kişilerden oluşuyordu. Victoria döneminin emek, saygınlık ve erdem gibi ideallerinin somut bir örneğiydi.

Halk kitleleri, yani “aşağı sınıflar” nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. Disraeli, ünlü romanı Sybil’in bir bölümünde İngiltere’yi « iki ulus » arasında bölünmüş bir ülke olarak tasvir eder: bunlar, zenginlerle fakirlerdir. Aslında Disraeli’nin çağdaşları da toplumu ikiye ayırma eğilimindeydi: bir yanda imtiyazlıların oligarşisi, öte yanda «nasırlı elleri » ve «kötü tıraşlı yüzleri »yle tehlikeli halk yığınları. İmalathane bölgelerinde çalışan işçilerin yaşamı, iş kazaları, uzun çalışma saatleri, iş güvenliğinden yoksun çalışma ortamları, sağlık koşullarına aykırı konutlar, fabrikalardaki sıkı disiplin, kadın ve çocuk işçi sayısının gün geçtikçe artmasıyla belirgindi. 

Bununla birlikte yavaş yavaş bir işçi bilinci oluştu ve işçi hareketi, 1836-1848 arasındaki reformcu çartist işçi hareketleri ile, sendikacılığın gelişmesi ve 1880’den sonra da sosyalizmin yeniden güçlenmesi ile atılım yaptı. 

Théma Larousse



19. yüzyıl, İngiliz ihtişamının do­ruğuna çıktığı ve dünyaya dam­gasını vurduğu bir dönem olmuş­tu. Buhar gücünden, ilerleme ve ge­lişmeye karşı duyulan büyük inan­ca kadar, bu yüzyılın insan hayatı­na getirdiği yenilikler, her zaman ilk olarak, İngiltere'de ortaya çı­kardı.

Memleketlerinin endüstri alanında­ki öncülüğünü temsil eden İngiliz­ler, sanki laik birer misyoner gibi, çeşitli ülkelere dağılmışlar ve ora­lardaki toplumların da İngiliz mo­deline göre biçimlenmesine yar­dımcı olmuşlardı. Örneğin, İngiliz mühendisleri, Avrupa ülkelerinde­ki demiryollarını, trenlerin soldan gideceğine göre kurmuşlardı. Ara­larında Fransa ve İtalya'nın da bu­lunduğu bazı ülkelerde trenler hâ­lâ İngiltere'den gelen bu geleneği devam ettirmektedirler. 1884 yılından bu yanâ, bütün dün­yada zaman, Greenwich saat aya­rına göre tâyin olunmaktadır. Bü­tün haritalar da, yine Greenwich meridyeni esas alınarak hazırlanmaktadır.

19. yüzyılda İngiltere'nin diğer ül­keler üzerindeki etkisi yalnız tek­nik alanda görülmekle kalmamış­tı. Hemen bütün Avrupa ülkeleri, para değerlerini Bank of England tarafından konulan altın standar­dına göre ayarlıyorlardı. Modern Avrupalıların oynadıkları tenis, golf, futbol gibi oyunların hepsi de ilk önce İngiltere'de geliştiril­mişti.

Batı Avrupa ülkeleri sosyal haya­tının genel bir özelliği olarak görü­nen, şehirlerin köylerden ağır bas­ması olgusu da, ilk önce İngiltere'­de ortaya çıkmıştı. İngiltere'de ayrıca, Avrupa ülkelerinin çoğunluğunca izlenen ve be­nimsenen politik bir sistem mode­li de doğmuştu. 19. yüzyılın başla­rında, demokrasi korku ile bakılan bir kavramdı. Demokrasinin ardın­dan politik ve sosyal ihtilâlin gele­ceği endişesi yaygındı. Fakat bütün bu korku ve endişe­lere rağmen, İngiliz hakim sınıfı, «taviz verme» politikasını başarı ile yürütmüş, oy hakkını yavaş ya­vaş genişletmişti.

Bu dönemde, endüstri işçilerinin meydana getirdiği sınıflar, eğer is­teselerdi, kesin bir etkiye sahip ola­bileceklerdi. Fakat, olaylar onların böyle bir istekte bulunmadıklarını gösteriyor. 1900 yılında, Avam Ka­marasına sadece 2 İşçi Partili üye girmişti. İki geleneksel parti, yâni Muhafazakârlar ve Liberaller, ken­di aralarında sıra ile iktidara gel­me oyununu hep sürdürüp gidebi­leceklerine kesin olarak inanıyor­lardı. Böylece, hâkim sınıf, hâkimi­yetini yine devam ettiriyordu. İngiltere'ye hâkim olanlar, eski bir doktrine bağlıydılar: Akıllıca veril­miş tavizler, onları verenlere za­rar getirmez; tam tersine, çoğu za­man yarar sağlar. Böylece, liberal-anayasal yönetim, İngiltere'de or­taya çıkıyor ve bu ülkede mutlu sonuçlar veriyordu. Bu durumda, birçok Avrupa ülkesinin, İngiltere'­de başarılı sonuçlar veren politik düzeni benimseyip kopya etmeleri­ne şaşmamak gerekiyordu.


Üstünlük Sarsılıyor
Bütün bunlar, İngilizler'e haklı bir güven duygusu ve rahatlık kazan­dırmıştı. Ama 19. yüzyılın sonları­na doğru, İngilizlerin bu üstünlüğü sarsılmaya başladı. Bir zamanlar, bütün dünyanın «atölyesi» olarak bilinen İngiltere artık, endüstri alanında tek başına egemenlik sür­düremez olmuştu.

Almanya, giriştiği sıkı bir rekabet çabasından sonra, ihracat alanında İngilterenin önüne geçmeyi ba­şarmıştı. İngiltere'nin üstünlüğünü bütün dünyaya ispatlamak amacıy­la 1851 de düzenlediği Büyük Ser­gi, gerçekte tam tersi bir sonuç ver­miş ve bu üstünlüğün artık orta­dan kalkmaya başladığını göster­mişti. İngiltere, pamuk ve kömür alanlarında, eski başarılı üstünlü­ğünü sürdürüyordu; ama, elektrik ve kimya endüstrisi gibi yeni geli­şen alanlarda diğer ülkelerden ve özellikle Almanya'dan geri kal­mıştı.

Bu durum, birçok İngilizin, serbest ticaret ilkesine olan inancını yitir­mesine yol açıyordu. Serbest tica­ret yerine, devletin koruyucu tari­feler uygulaması ve tedbirler alma­sı yolunda istekler ileri sürülmeye başlanmıştı.

İngilizler, endüstri malları ihracı alanındaki üstünlüklerini ve umut­larını yitirdikleri bu sırada, yeni bir zenginlik ve güç kaynağı keş­fettiler; sermaye ihracı. Artık, ih­racatçıların yerini, yabancı ülkele­re yatırım yapan iş adamları alı­yordu. Daha doğrusu, kapital sa
hipleri bu iki rolü kendi kişilikle­rinde birleştirmeye çalışıyorlardı. Bu yeni gelişmenin sonucunda, ya­bancı ülkelere yapılan yatırımla­rın getirdiği kâr, ihracatın azalma­sından doğan açığı fazlasıyla kapatmaktaydı. Bu yoldan elde edi­len fazla kârlar da, her yıl yeni, yeni yatırımlara gidilmesini sağ­lamaktaydı.

19. yüzyılın başlarında tipik İngiliz kapitalisti, fabrika sahibi veya de­miryolu kralı idi. 1901 yılında ise, bunun yerini şirket hisse senetleri yoluyla yatırım yapan, finans ka­pitalisti almıştı. İleri görüşlü kim­seler, bu gelişmenin ekonomik ve­ya malî emperyalizme varacağını, İngiliz İmparatorluğunun geniş bir yatırım şirketi haline geldiğini söy­lüyorlardı. Bunlara göre, impara­torluk birkaç zengin kişinin zen­ginliğini artıracak yollar aramaya yönelmişti. Ne olursa olsun, herkes İngiltere'nin geleceğini «impara­torluk» ta görüyordu.

İngiliz İmparatorluğu

19. yüzyıl,  İngiliz İmparatorluğunun dünyadaki tek imparatorluk olarak kalmayı başardığı bir dö­nem olmuştu. 19. yüzyıldan önce, İngilizler başka imparatorluklarla mücadele etmek zorunda kalmışlar­dı. Bu alanda, önceleri İspanya ve Hollanda daha sonra da Fransa, İngiltere'nin rakibi olmuşlardı. An­cak İngiltere bu mücadelede bütün rakiplerini saf dışı bırakmıştı. İngiliz İmparatorluğu içinde, çeşit­li statülere bağlı ülkeler vardı. Bunların başında, çok eski tarih­lerde ele geçmiş bulunan koloni'ler geliyordu. Buralarda oturan beyaz­ların çoğunluğu İngiliz aslından insanlardı ve bunlar kendi kendini yöneten topluluklar kurmuşlardı. Koloniler, hukuken İngiliz tahtının emrindeydiler ama, bu ülkelerle, anavatan arasındaki bağlılık hu­kuktan çok duyguya dayanıyordu. Kendi kendini yönetme ilkesine da­yanan bu koloniler, İngiliz İmpa­ratorluğuna klasik anlamıyla bir imparatorluk olmaktan çok, işbir­liğine dayanan bir hava veriyor ve daha sonraları ortaya çıkacak olan İngiliz Uluslar Topluluğunu (Com-monwealth) hazırlıyordu. İmparatorluğun başka bir parçası olan Hindistan ise, bunun tam zıd­dı olan bir yönetim biçimine bağlıy­dı. İngiltere'nin Hindistan üzerin­deki egemenliği, Roma İmparator­luğundan bu yana, bir ülke halkı­nın başka bir ülke halkını tarihin yazmadığı bir biçimde buyruğu al­tına aldığını gösteriyordu. Hindis­tan'daki bütün İngilizler, başta Ge­nel Vali olmak üzere, bu ülkeyi tam bir despotlukla yönetiyorlar, Londra'daki hükümet ve parlamen­tonun uzaktan yaptığı göstermelik denetim ise bu despotluğu hiç de yumuşatmıyordu. İngiliz ordusu­nun yarısı, Hindistan'da yerleşmiş­ti. Tabii bu askerî gücün bütün masrafları, Hint halkının sırtından çıkıyordu. Ayrıca, İngiliz subayları­nın buyruğu altında, Hintlilerden meydana gelen kalabalık bir ordu daha vardı.

Öte yandan, serbest ticaret ilkesi­nin üstünlüğü yolundaki iddialar, Hindistan söz konusu olunca bir yana bırakılıyor ve bu ülke sadece İngiliz mallarına açık emin bir pa­zar olarak kabul ediliyordu. İşin doğrusu, Hindistan üzerindeki İn­giliz egemenliği Doğu Hindistan Kumpanyasının ticarî faaliyetinin bir sonucuydu ve oradaki İngiliz görevlileri bütün ticarî işlerini İn­giliz firmalarıyla yürütüyorlardı. Kısacası Hindistan, İngiliz İmpara­torluğunun hem en büyük kâr kay­nağı, hem de gücünün dayandığı bir temeldi.
Bunun sonucu olarak, imparatorlu­ğun bütün stratejisi Hindistan'ın ve Hindistan'a ulaşan yolların gü­venlik altında bulundurulmasına dayanıyordu.

İngiliz imparatorluğu için en bü­yük güvenlik, karşısında ciddi bir rakibin olmamasıydı. Kraliyet do­nanması, denizlere ve okyanuslara hâkim durumdaydı ve hiç bir Av­rupa devleti bu kuvvete karşı çık­maya cesaret edemiyordu. İngilizlerin güvenlik içinde olmala­rının bir başka sebebi de, kendile­rini Avrupa işlerinden tamamiyle sıyırmalarıydı.

Avrupa'daki üç «muhafazakar monarşi» yani Rusya, Prusya (sonra, Almanya) ve Avusturya (sonra Avusturya-Macaristan) Fransa'nın karşısına dikilmişler, onun yeniden bir Napolyon macerasına girişme­sini engelliyorlardı. Buna karşılık, Fransa'nın gücü de onlarda uyanabilecek böyle bir isteği önlemeye yetiyordu.

Rusya gücünü ve etkisini biraz faz­la artırmaya başlayınca İngiltere, Fransa ile birleşerek Kırım savaşı­na girişmiş, istediği sonucu elde etmişti. Fakat, bir zamanlar müda­hale yapılması için bir sebep ola­rak görülen «kuvvet dengesinin sağlanması», artık müdahale yapıl­mamasının sebebi olmaya başla­mıştı. Çünkü, İngilizler artık bu «denge» nin kendiliğinden sağlan­dığına ve müdahalenin gereksiz ol­duğuna inanıyorlardı.

İngiliz Egemenliğindeki Bölgelere Yeni Gözler Dikiliyor Ama, 19. yüzyılın son yirmi yılı içinde, İngilizlerin dünya üzerinde egemenlik kurmaktaki rahatlıkları son buldu. Bunun sebebi, Avrupa'­daki kuvvet dengesinin biraz faz­la başarılı olmasıydı. Böylece, ra­hatlayan Avrupa devletleri gözleri­ni Avrupa dışındaki ülkelere de çe­virmeye başlamışlardı. Bu yeni gelişme ise, Avrupa devlet­leri için İngilizlerle çatışmayı ka­çınılmaz bir hale getiriyordu. Çünkü göz dikilen büyük Afrika kıyı­ları, İngilizlerin Hindistan ulaşım yolları üzerindeydi. Öte yandan, Rusya'nın Orta Asya'ya doğru ya­yılması, Hindistan'ın kuzey-batı sınırları için, Fransa'nın Çin Hindi'ne yerleşmesi ise, güney-doğu sı­nırları için, bir tehditti. İngilizlerin kendilerini özellikle za­yıf ve tehlikede hissettikleri bir nokta vardı : Mısır. İngilizler, da­ha Süveyş Kanalı açılmadan ön­ce bile Hint okyanusuna çıkan bir arka kapı olarak gördükleri Mısır'ı güven altında bulundurmaya önem veriyorlardı. Süveyş Kanalı açıl­dıktan sonra ise, bu problem çok daha büyük bir önem kazanmıştı. İngilizler 1882 yılında, biraz da rastlantıyla,  
Mısır'ı  ele  geçirmişlerdi. Fakat bu ülkeyi açıkça ilhak etmekten çekiniyorlar ve kendile­rinin, büyük devletlerin vekili olarak davrandıklarını ileri sürü­yorlardı.

İngiliz Kraliyet Donanmasının üs­tünlüğü, tartışmasız olarak devam etmekteydi. Alman başbakanı Bismarck, 1884'de bütün Avrupa dev­letlerinin donanmalarını, İngiliz donanması karşısında bir araya toplayacak bir birlik kurmayı dü­şündüğünü açıklamıştı. Fakat, kı­sa bir süre sonra bu düşüncesin­den vazgeçti. İngiltere, 1889'da baş­ladığı yeni bir gemi inşa hareketiyle, bütün rakiplerini yeniden çok gerilerde bırakmıştı. İngiliz donanması için yeni bir teh­like, ancak 1900 yılında sözkonusu oldu. Bu tarihte Almanya, kabul ettiği İkinci Donanma Kanunu ile, İngiltere'yi kendi sularında açık­ça tehdit etmek istiyordu. Fakat, 20. yüzyılın başlangıç yıllarında Alman donanması, sadece bir ide­aldi. Üstelik de, İngilizler, denizaşı­rı problemlerinin bir çoğunu çöz­müş bulunuyorlardı. Bütün bu işlerin planlanmasında, donanmalarının güçlü oluşunun yanı sıra İngilizlere yardım eden bir başka nokta daha vardı. İngi­lizler, diplomatik bakımdan da avantajlı durumdaydılar. Çünkü, karşılarındaki devletlerin kendi aralarındaki anlaşmazlıklar nede­niyle, İngiltere'ye karşı birleşmele­rine imkân olmadığına emindiler. Öte yandan, İngilizler Almanya'yı hâlâ kendi «tabii müttefik» leri sayıyorlardı. İngilizlere göre Alman­ya, gerektiği anda, İngiliz İmpara­torluğunun savunulması için yar­dıma koşmaya hazırdı. Ama bu varsayımın gerçeğe uygun düştü­ğü de pek söylenemez. Çünkü, Av­rupa'daki kuvvet dengesi burada da İngiliz çıkarlarının aleyhine iş­liyordu. Fransız-Rus ittifakı yüzün­den, Almanya'nın İngiltere'nin yar­dımına koşması kendisi için hayli tehlikeli bir hale gelmişti. Üste­lik, Almanya böyle bir yardımda bulunmaya hiç de istekli görün­müyordu.


Almanlar, İngiliz İmparatorluğuna yardım edecekleri yerde, kendileri için denizaşırı topraklar elde et­mek niyetindeydiler. Bu alanda, küçük çapta da olsa, kuvvetli ih­tirasları vardı. Sömürgelerin payla­şılmasında kendilerine de bir pay düşmesini istiyorlardı. İngilizler, Almanların bu isteğine rıza göster­diler ama, Almanlar İngilizlere karşı diğer devletlerle ve özellikle Fransa ile işbirliğine girişince du­rum kötüleşti.

İngiltere'de ortaya çıkan yeni bir düşünceye göre, Almanya gelece­ğin en tehlikeli devletiydi. Fakat, herşeye rağmen, bu düşünceye yaslananlar henüz azınlıktaydılar ve İngiliz devlet adamlarının çoğu, Almanya ile uzlaşmanın bir kolayı bulunacağına inanmaya devam ediyordu. Bu inançla harekete ge­çen Sömürgeler Bakanı Chamberlain, 1898 yılında Almanya ile bir ittifak kurmaya teşebbüs etmişti. Fakat bu ittifak gerçekleştirileme­di ve İngiltere yine yalnız kaldı. 

Liberalizmin Kıtasal standartlarına bakıldığında, Büyük Britanya, esas rakiplerine oranla hem daha fazla hem de daha az ileriydi. Britanya, bir yandan "Par-lamentolarının Anasının", hukukun üstünlüğünün, Haklar Bildirgesinin ve serbest ticaretin yurdu olduğunu haklı olarak iddia edebilirdi. Britanya toplu-mu uzun sürediT Avrupa'daki en modern, sanayileşmiş toplumdu ve tahminen liberal fikirlere en açık olanıydı. Diğer yandan, İngiliz kurumları asla devrim veya işgal şoku deneyimi geçirmemiş olma konusunda istisnaydı. Hüküm sü-ren politik yaklaşımlar, yoğun bir biçimde paragmatik kaldı. Monarşi, Fransız Devrimi sanki hiç olmamış gibi, on yedinci yüzyılın sonunda üzerinde anlaşı-lan kural ve adetler uyarınca hüküm sürmeye devam ediyordu. Kraliçe Victoria Dönemi (1837-1901) ve geniş ailesinde monarşi, parlamenter yönetim için ideal aracı, istikrar için bir gücü ve yurtdışında gizli etki için kanalı bulmuştu. Britanya'da cumhuriyetçi sempatiler vardı, ancak monarşiyi kaldırmak veya bir anayasa getirmek için ciddi bir hareket yoktu,

Britanya'nın çok eski kurumları reform yapmakta yavaştı. Radikal reformcular, genelde on yıllar boyu başlarını duvarlara vurmak zorunda kaldılar. 1832'ye dek yaşayan reformsuz parlamento, Temmuz monarşisi yönetimindeki Fransız dengi gibi inanılmaz bir tarih hatasıydı. Serbest ticarete karşı konulan Tahıl Yasaları 1846'ya dek yürürlükte kaldı. Medeni evlilik ve boşanma ancak sırasıyla 1836 ve 1857'de mümkün oldu. Evrensel oy hakkı için talepler ilk defa Chartistler tarafından 1838-1848 arasında dile getirildi ve asla tümüyle yerine getirilmedi.

Londra Emekçiler Derneği 1838'de bir bildirge [charter] yayımladı. Onlara Chartistler unvanını kazandıran da bu oldu. Bildirgede altı talep dile getirilmişti:
( 1 ) erkekler için genel oy hakkı,
( 2) parlamentonun yılda bir yenilenmesi,
( 3) gizli oylama,
( 4) seçim bölgelerinin eşit biçimde belirlenmesi,
( 5 ) parlamenterlerin mülk sahibi olması koşulunun kaldırılması ve
( 6 ) parlamento üyelerine ücret ödenmesi.

Chartizm başarılı olamadı. En azından 1886 yılının sonuna dek Chartistler siyasette orta sınıfla aristokrat seçkinler tarafından yönetilmeye göz yummuşlardı, ancak bunun fazla sürmeyeceğine dair işaretler vardı.


İngiliz Kilisesi, İrlanda (1869) ve Galler (1914) dışında hiçbir zaman devletten ayrılmadı. Lordlar Kamarasındaki feodal ayrıcalıklar bile 191l'e dek azalmadı. Dini hoşgörü asla tüm olmadı Çok eski Liberal ve Muhafazakâr takımların yeniden süslenmiş halini barındıran iki partili sistem, güçlü bir sosyalist hareketin ve toplumsal yaşamının gelişimini geciktiriyordu. Yüzyılın üçüncü çeyreğinde sahneye egemen olan ve her ikisi de liberal eğilimlere sahip W. E. Gladstone (1809-1898) ve Benjamın Disraeli'nin (1804-1881) yönetiminde, imparatorluğun çıkarları yerel reformlara sık sık gölge düşürmüştü. Galler, imparatorluğun idari bir parçası olarak kaldı. Iskoçya, ikinci dercceden bir bakan olan kendi müsteşarına 1885'te kavuştu, İrlanda asla kendi yönetimini elde edemedi. İngilizce konuşan dominyonlarda liberal siyasetler izlense de, bunları sömürgelere tümüyle yaymak için pek bir istek yoktu. İngilizler, hoşgörü ve liberalizmleriyle gururlanmayı seviyorlardı, ancak bu gururları artık eskide kalmıştı. Sonraki on yıllarda, yerel demokraside Fransızlardan, toplumsal yaşamda Almanlardan ve ulusal siyasette Avusturya-Macaristan'dan geride kaldılar.

Avrupa Tarihi- Norman Davies

1 yorum: