Cezayir Bağımsızlık Savaşı

Cezayir Bağımsızlık Savaşı (1954-1962)
Yves Courriese

1 Kasım 1954 tarihinde, Cezayir'in yetmiş ayrı yerinde devrimciler, Fransızlarla çatıştı. Bu, Fransız ordusunun büyük kayıplar vermesine, Dördüncü Cumhuriyetin devrilmesine ve de Gaulle'ün sivrilmesine yol açan, yakın tarihin sömürgeciliğe karşı savaşlarının en çetinlerinden birinin başlangıcıydı.
24 Ekim 1954 günü, Cezayir'deki Av­rupalıların «doğu mahallesi» olan Bab-ül-Ved'deki bir fotoğrafçı dükkânında, buruşuk giysili, sıradan görünüşlü altı kişi resim çektirdi. Fotoğrafçı, eski model makinesinin düğmesine bastığında, Cezayir Sa­vaşının ilk tarihî fotoğrafını çek­mekte olduğundan habersizdi. Sekiz gün sonra 1 Kasımda, Fransa, tari­hinin en çetin, en pis savaşına gir­di. Savaşı başlatan, bu altı kişiydi.

Soldan sağa;Rabah Bitat, Mustapha Benboulaïd, Didouche Mourad et Mohamed Boudiaf. Önde solda, Kerim Belkasım , sağda Larbi Ben M'Hidi

Budiyaf ile Bitat, daha sonraları Fransız ordusuna esir düştüler. Kerim, savaşın sonundaki Evian anlaşmasına katıldı. Diğer üçü ise savaşta öldü. 1 kasım günü, Fransa savaş çıkacağını hiç sanmı­yordu. Fransa'nın görüşüne göre bu, olsa olsa Aures dağlarında olu­şan ve Ulusal Kurtuluş Cephesini meydana getiren devrimci örgütün Kahire'deki liderleri Ben Bella, Hıdır ve Ait Ahmet tarafından yöne­tilen bir başkaldırma idi. 

Cezayirli seçmenlerin oylarının önemli rol oynadığı seçimler dışında, Cezayir, Fransız hükümetince ciddiye alın­mamıştı. Hükümet, polis raporları­nın gerçeklik ve geçerlilik derece­sini değerlendiremiyordu. Ayaklan­manın ilk günlerinden başlayarak, bu hareketin, Nâsır'ın desteğiyle Ben Bella tarafından yürütüldüğü fikri hâkim oldu ve bu görüş Fran­sa'ya oldukça pahalıya maloldu. 



Ayaklanmanın temel nedeni, Fran­sızların Arapları küçük görmesi idi. Devrimcilerin küçük görülmesi ise, ilk günlerde savaşın akıl almaz bir biçimde yürütülmesine sebep oldu. Eğer bu altı kişi, sonucu umutsuz bir ayaklanmaya girişmişlerse (çün­kü ellerinde 800 kişiden az eleman ve 400'den az silah vardı); bunun tek nedeni Fransa'ya olan güvenlerini kaybetmiş olmalarıydı. Cezayir, 1947'de kabul edilen bir kanunun geçerlilik kazanıp yürürlüğe girmesi için yedi yıldan beri boşuna bekle­mekteydi. Bu kanuna göre, Ceza­yirliler, kendi ülkelerinin siyasal ve toplumsal yaşamında yer alma hak­kına sahip olacaklardı. Çoğunluğu Müslüman olan kozmopolit bir top­luluğun başında, Fransızların ata­dığı Avrupa uşakları değil, Müslümanlar bulunmalı, en azından yö­netimi denetleme hakkına sahip ol­malı, Avrupalılara da orantılı bir temsil hakkı tanınmalıydı. Oysa Avrupalılar, hiç de buna yanaşmı­yorlardı. Cezayir'deki Avrupalıla­rın, milletvekilleri ve baskı grupla­rı yoluyla sağladıkları güç öylesine büyüktü ki, Cezayirlilerle Fransızları eşit duruma getirecek bir sta­tü kurmaya çalışan Başbakan Pier­re Mendes-France'm bu yoldaki tek­lifleri, Avrupalılarca reddediliyor­du.

Soustelle Ve Bütünleme Hareketi
Tanınmış etnolog ve solcu bir ay­dın olan Jacques Soustelle, 1955 şu­bat ayında, Genel Vali olarak Ceza­yir'e geldiği zaman, ülkede bir bü­tünlük, bir birlik kurma umudun­daydı. Aures dağlarında 359, Kabile'de 200 ve Algérois'da 100 kişi ol­mak üzere, ayaklanma henüz dağı­nık ve birbirinden kopuk yerlerde gelişmekteydi. Ne var ki, Soustelle'in uğraşması ve savaşması gereken en büyük sorunlar işsizlik, cehalet ve hepsinden önemlisi kayıtsızlıktı. Suostelle, Müslümanları birleştir­mekte kararlıydı; bunu sağlamak için, başlarında Ferhat Abbas'ın bu­lunduğu ılımlı Cezayirli liderlerle temasa geçti. Ama bu davranışı, sadece her türlü reformun devrimci­lere yaradığını savunan nüfuzlu Avrupalılar tarafından değil; kökleşmeye, yayılmaya ve kendisine düşman ya da kayıtsız bir kitleye egemen olmaya çalışan Ulusal Kur­tuluş Cephesi tarafından da, düş­manca karşılandı. Ulusal Kurtuluş Cephesi, taraftar kazanma yolunda gaddarlıktan bile yararlanıyordu.  Hükümete bağlı küçük polis memurları, muhbirler gibi Müslümanları tasfiye etti. Tarlalara, bağlara, yollara hücum etti ve gerek isteye­rek gerek zorbalıkla yerel halkın yardımını sağladı. Bu durum karşısında, ne pahasına olursa olsun bir­liği sağlamak isteyen Soustelle, Avrupalılar üzerinde kurulacak, hü­kümete bağlı bir Müslüman «üçün­cü kuvvet» in, silahlı ayaklanmayı bastıracağını sandı, ama tuzağa düştü.


19 mayıs 1955'de, Biskra'da gizli bir görüşme yapıldığı sırada, askerleri çağırarak, ayaklanmaya katılanlardan kendilerini sorumlu tuttuğunu bildirdi. Bu, bütün Müs­lüman halkı kapsamına alabilecek bir sorumluluktu.

Fransızların karşı tedbir olarak yü­rüttüğü polis baskınları gibi hareketler, Ulusal Kurtuluş Cephesine karşı duyulan bağlılık ve gösteri­len desteği güçlendirmekten başka bir işe yaramadı. Bir Arap köyü ba­sılıp arandığı, köylüler tahkir edil­diği zaman, Fransızlar istemeyerek ve ellerinde olmayarak, köylülerin direnişe katılmalarına yol açmış oluyorlardı. Doğu Cezayir'deki Constantine bölgesi halkı, bu baskınla­ra en çok uğrayan kitle oldu. 20 ağustos 1955'de, FLN yönetimindeki halk ayaklanması işte bu bölgede patlak verdi. Philippeville'de, el-Halia'da, Constantine'de ve Ayn Abid'de büyük ölçüde katliam yapıldı; kadınlarla çocuklar dahi esirgen­medi. 71 Avrupalı öldürüldü. Yetkikili makamlar, derhal Araplara el attılar ve ertesi hafta, 12 000 Ceza­yirli, aynı şekilde bir tarama ile mi­sillemeye maruz bırakıldı. Herşeyden önce, 71 Avrupalının cesedini düşünen Soustelle için, yapacak bir-şey kalmıyordu. Katliamın şokun­dan henüz kurtulamamış olan Ge­nel Vali, suikastçılarla görüşmeyi reddetti. Ancak, böylesine bir nef­ret gösterisinin, sadece köylere ya­pılan baskınlar ve köylülere yönel­tilen tahkirlerin bir karşılığı oldu­ğu görüşünü de kabul etmedi. Bu konuda kesin bir yargıya varamayışı aşırı inanışlı Avrupalılar tara­fından da desteklendi. Aşırı inanıştakilerin, Musevî asıllı olmasından dolayı Ben Soussan lakabını taktık­ları Soustelle, birdenbire Fransız Cezayir'i hareketinin «kurtarıcısı», bayraktarı durumuna geldi. Sous­telle o sırada hâlâ birlik kurulabi­leceğine inanıyor idiyse, hiç kuşku­suz bir inançta olan tek kişi kendi­siydi. Kimse, bunu duymak ya da aklından geçirmek bile istemiyor­du. Cezayir Meclisinin Müslüman milletvekilleri de, Mendes-France kabinesinde bakanlık yapmış olan Cezayir valisi Jacques Chevalier'-nin önderliğindeki liberaller de, aşı­rı kanattakiler kadar, birleşme fik­rini kabule yanaşmıyorlardı. Bazı reformlar yaparak, Ulusal Kurtuluş Cephesine karşı Fransızlarla bera­berliği sürdürme amacıyla meyda­na getirilmiş Müslüman grubu olan «üçüncü kuvvet»in baş temsilcisi Ferhat Abbas, birkaç ay önce dev­rimcilerle temasa geçmişti. Soustelle de bunu biliyordu. Tasarladığı temel reformlardan hiç­birini gerçekleştiremeyen liberal Genel Vàli, 1956 şubat ayında, Müs­lümanların kayıtsız bakışları ve gel­diğinde kendisini hiç de hoş karşı­lamamış olan Avrupalıların alkışla­rıyla uğurlanarak Cezayir'den ayrıldı. Sokaklara dökülmüş olan Müslümanlar, yavaş yavaş kendi güçlerinin farkına varıyorlardı. Li­derleri, aldıkları dersi unutmama­ya ant içmişlerdi.
Ulusal Kurtuluş Cephesi, 1955 ocak ayından 1956 ekimine kadar Rama­zan Abbane'nin çizdiği yoldan yü­rümeye devam etti. Burada Kerim Belkasım, Ulusal Kurtuluş Cephe­sinin askerî kesimi olan «Wilayas» başkanları ile temas ederek, ulusal kurtuluş ordusunu kurdu.

1 kasım 1954'deki ayaklanma sırasında, mil­liyetçi tutumundan dolayı hapiste bulunan Abbane, kısa süre içinde Ulusal Kurtuluş Cephesinin beyni durumuna geldi. İyi eğitim görmüş olan Abanne, hapiste geçirdiği beş yıl boyunca sürekli okuyarak, siya­sal konulardaki bilgisini geliştir­mişti. İlk çatışmada yer alanlar daha çok dağlılar, köylüler ve bir kısım işçilerdi. Abbane'nin başa geçmesiyle, cepheye aydınlar, bazı Komünist Avrupalılar ve ilerici Hı­ristiyanlar da katıldı. Ulusal Kurtu­luş Cephesi örgütü, cepheye katılan­ların kişisel istekleriyle katılmaları ve daha önceki siyasal geçmişlerinin üzerinden bir sünger geçirmeleri şartıyla, her çeşit inanış ve düşünüşe açıktı. Ferhat Abbas, cep­heye katılmadan önce, başında bu­lunduğu Cezayir Demokratik Birli­ği Partisini feshetmiş, Ben Hedda da, lideri olduğu Merkeziyetçi Gru­bu dağıtmıştı. Geride sadece, ken­dini milliyetçi hareketin bir simge­si olarak gören ve Cezayir Milliyet­çi Hareketi (MNA) örgütünü, Ulu­sal Kurtuluş Cephesine karşı umut­suz bir çatışmaya sürükleyen Mes­sali Hac kalıyordu.
20 ağustos 1956 tarihinde Abbane, bütün Wilayas başkanlarını, Curcura dağları eteğindeki Kabile'de topladı; «dışardan gelecek olanları» (Sahra bölgesindekileri) de Summam'da düzenlediği konferansa ka­tılmaya çağırdı. Dar bir patika ile ulaşılan küçük bir orman kulübe­sinde yapılan bu toplantı sonunda, iç (Akdeniz) bölgesinin dış bölge­lere ve siyasal amaçların askeri amaçlara üstünlüğünü kabul eden bir görüş doğdu. Bu görüş, Nasır tarafından desteklenen ve kendini şimdiden devrimin lideri olarak gö­ren Ben Bella karşısında Abbane'nin zaferini simgeliyordu. Bu lider­lik, ortak bir liderlik olarak sürdü­rüldü ve Cezayir'deki Koordinas­yon ve Yürütme Komitesi tarafın­dan denetlenerek güvenlik altına alındı.
En önemli çarpışmalar Doğu Ceza­yir'de yapıldı: Aures-Nementchas, Nord Constantine ve Kabile bölge­leri, en çetin çarpışmalara sahne ol­du. Ordu iki düzeyde savaşmak du­rumundaydı: Bunlardan birincisi halk arasına karışmış mukavemet­çilere karşı ikincisi ise Cezayir'i kasıp kavuran cehalet ve grevlere karşı sürdürülen savaştı. Yeni Baş­bakan Guy Mollet, yeni birlikler meydana getirdi ve eski birlikleri geri çekti. General Lorillot, 400 000 kişiyi ordu emrine verdi. Ancak, bütün bu sayıca üstünlüğe rağmen Fransız ordusu duruma bir türlü hâkim olamadı. Karşılarındaki düş­man, çok az sayıda idi ve çok az si­lahı vardı. Ama son derece etkiliydi. Bu durum, bir sivrisineğin, bir man­dayı ısırmasına benzetilebilirdi. Ve bu ısırılan yerler, çoğu defa ordu­nun başına iş açıyordu. Ordu, köy­lerin akıl almaz geriliğiyle savaş­mak için sivil bir otorite durumuna gelmeye çalışıyordu. Kuzey Afrika’da bulundukları için Arapları her­kesten iyi tanıdıkları iddiasında olan subaylarla, daha çok askerlerin yürüttüğü barışçı eylem, halkın Fransa'ya olan güvenini büsbütün yitirmesine ve Ulusal Kurtuluş Cephesine katılmasına yol açtı. Sa­vaş alanında, sadece Çinhindi'nde gerilla savaşını öğrenmiş subayla­rın yönetimindeki «Leoparlar» adı verilen paraşütçüler sonuç alabili­yorlardı. Sadece paraşütçüler, çetin doğal şartlara katlanabiliyorlardı.
1956 sonbaharında solcu, sendikacı ve cumhuriyetçi Robert Lacoste'un reform çabaları, aşırı sağ kanat ta­rafından engellendi. Bir an önce za­fere ulaşmak isteyen, ama bir türlü gerilla savaşma ayak uyduramayan ordu ile, Ulusal Kurtuluş Cephesi­nin yabancı ülkelerdeki temsilcileriyle barış görüşmeleri yapmaya ça­lışan Paris arasında kalan Lacoste, hareket öncülüğünü kendi eline al­ma yollarını aramaya başladı. Ti­rajı artırdığı için, Ulusal Kurtuluş Cephesinin isteklerini bire bin kata­rak, abartıp yayınlayan basının kö­rüklediği yerli halk, daha güçlü bir baskı yönetimi kurulmasını iste­yen aşırı kanadı desteklemeye baş­ladı.
1956 mayıs ayında, ölen sivil Avru­palıların sayısı 106'ya, Müslümanlarınki ise 1158'e ulaşmış bulunuyor­du. Cezayir'deki Avrupalılara can güvenliği sağlama yolunda herhan­gi bir harekete geçilmiyordu. Aslın­da Soustelle'in tasarladığı reform­ların bir eşi olan reformları gerçek­leştirebilmek için Avrupalıları ya­tıştırmak durumunda kalan Lacos­te, iki hükümlüyü giyotinle idam etmek zorunluluğunu duydu. Böyle­likle, zorbalık-baskı-terör kısır dön­güsü kurulmuş oldu. Cezayir'in Av­rupalılar kesiminde lüks bir villa­da hergün gizlice toplantılar yapan Koordinasyon ve Yürütme Komite­si, yıldırım birliklerine 18 ile 45 yaş arasındaki bütün Avrupalılara sal­dırma emrini verdi. 49 kişi öldürül­dü. Cezayir'de, bir yılı aşkın bir sü­re boyunca devam edecek bir tedhiş havası başgösterdi. Ulusal Kur­tuluş Cephesi tedhişçileri ile Mollet ve Lacoste tarafından sivil polis yet­kisi verilen General Massu'nun X. Paraşüt Tümeni arasında, korkunç bir savaş başladı. Bombalamalar, karşı tethiş hareketleri, işkence ve zorbalık aldı yürüdü. İki grup ara­sındaki açıklık, kesin bir uçurum halini aldı. Sonunda paraşütçüler kazandı ve 13 mart Ayaklanması­nın tohumları atılmış oldu. Koordinasyon ve Yürütme Komitesi, o za­mana kadar devrimin yönetildiği Tunus'a çekilmek zorunda kaldı. Ama, artık bütün dünya bu konuya eğilmeye başlamıştı.
Bombalamalar ve başlatılan genel grev, bütün Ce­zayir halkının bu savaşa katıldığı­nı Birleşmiş Milletlere kanıtlamış oldu. Cezayir sorunu, bir ulusal so­run olmaktan çıkmıştı artık. 1956 ekim ayında, Ben Bella, Ait Ah­met, Muhammed Budiyaf ve Muhammed Hıdır hapsedildiler. Onla­rın, Rabat'tan Tunus'a geçebilmele­rini sağlamak için Fas Kralının emirlerine vermiş olduğu uçak, Ce­zayir'e zorunlu iniş yapmak duru­munda bırakılmış ve alana iner inmez, zırhlı araçlar ve askerî birlik­ler etrafını kuşatarak, içindekileri almışlardı.



Müslüman Kardeşlerimiz»
Yalnız, bu arada bir başka çıban başı patlak verdi: Ordu ile bağlantı kurmuş olan aşırı kanattakiler, 13 mayıs 1958 ayaklanması sonunda de Gaulle'ün iktidara gelmesi üzerine, zaferin ufukta göründüğü hayaline kapıldılar. De Gaulle'ün Fransız Ce­zayir'i fikrini destekleyeceğini ve Ulusal Kurtuluş Cephesi «haydutları» ile görüşmeye yanaşmayacağını umdular. Oysa, inzivaya çekildiği yıllar boyunca, aşırı baskı ve işken­ceden yakınan Cezayirlilere kulak vermiş olan bu adamı yanlış anlı­yor ve yanlış tanıyorlardı. Bu Ceza­yirliler, «günün birinde, ayaklanan­larla oturup konuşmak, iyi olur» fik­rini aşılamışlardı de Gaulle'e. Ama, siyasal alanda büyük bir ce­halet içinde bulunan basit halkı ar­kasına alan aşırı kanattakiler, baş­ka türlü düşünüp, karara vardılar. Ayrıcalıklarının herhangi birinden vazgeçecekleri yerde, kanlı bir karşı-tethiş örgütü olan OAS (Gizli Or­du Örgütü) ı kurdular ve 1962'de Avrupalıların toplu olarak kaçışına yol açan katliama giriştiler.



«Müslüman Kardeşlerimiz» terimi, Cezayir Forumunda kullanılmaktan öteye geçmeyen bir göstermelikti. Ulusun verdiği kararları ve millet­vekillerinin onayladığı reformları uygulamaktan aciz olan Dördüncü Cumhuriyetin birbiri peşi sıra ikti­darı kaybeden hükümetleri, Ceza­yir'deki şımarık çocuklarını yola getirememekle tüm güçsüzlüklerini ortaya koymuşlardı. Cezayir'deki Avrupalıların kaprislerine boyun eğmekle, etken kararlar almayı başaramamakla, bir yanı tutup öteki yanı aldatmakla, kendi kuyularını kendileri kazmış oldular. Çok geçmeden, 13 Mayıs ayaklanma­sını hazırlayanların umdukları gibi Fransız Cezayir'i ilkesini benimse­meyen de Gaulle'ün Cezayir bağım­sızlığını tanımak için gerekli işlem­leri hazırladığı anlaşıldı.
(Türkçesi, Emre Çağatay)

20.Yüzyıl Tarihi, Arkın Kitabevi 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder