Hollanda



Netherlands'da kendi kendilerini yöneten şehirler ortaya çıkmış olmakla birlikte, onbeşinci yüzyıla kadar ülke çoğunlukla Burgundy düklerine (ya da Kutsal Roma İmparatorluğu’nun hizmetindeki Hollanda Kontuna) bağımlıydı.

1516 yılından sonra, Netherlands'ın Burgundy bölümü, aynı yıl V. Karl olarak İspanya Kralı da olan Habsburglu Karl'ın (V.Charles=Şarlken) topraklarının bir parçası haline geldi. Kapitalizmin daha gelişkin olduğu kuzey eyaletleri Calvinciliği benimsedi ve Gueux ("dilenciler") denilen grubun ayaklanması sonucunda imparatorluktan ayrıldı; bazı bölgelerse I. Wilhelm'i Stadholder diye tanımaya devam ettiler: o da Gueux'ya katılmıştı.

1579'da kuzeydeki  Calvinist eyaletler Utrecht Birliğine girdi. Kral il. Felipe'nin deneyimli generallerin komutasındaki İspanyol birlikleri, 17. yüzyılın başına kadar savaşı sürdürdüler; yine de istikrarsız Dutch (Hollanda) Cumhuriyeti başında Genel Tabakalar Meclisi ve Stadholder'le ve bireysel eyaletleri yöneten meclislerle bağımsızlığını korudu. Stadholder sanı, daha sonra Orange düklerinin ailesine miras kaldı; onlar uluslararası ilişkilerde krallara eşit tutuluyordu.  Tarihin Yörüngeleri, İgor M. Diakonoff

Bazılarının "Hollanda İsyanı", Hollandalıların "Seksen Yıl Savaşı" adını verdiği mücadele, bir ulusun yaratılmasını sağlayan olaylardan biriydi. Bu mücadele zaman zaman bilinçli olarak büyük bir efsane kaynağı haline getirildi. Sonunda ortaya çok modern bir toplum çıktığına bakarak, bu hareketin dini hoşgörü ve ulusal bağımsızlık için tutkuyla mücadele verilen çok "modern" türde bir ayaklanma olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. İşler o kadar basit değildi. Hollanda'nın sorunları son derece ortaçağdan kalma bir ortamda ortaya çıktı. Eski Burgonya mirasının eseri olarak, İspanya Felemenk'inde birbirinden son derece farklı ve çeşitli on yedi eyalet vardı. Sakinlerinin çoğunlukla Fransızca konuştuğu güney eyaletleri, Avrupa'nın en çok şehirleşmiş kısmını ve büyük Flaman ticaret merkezi Antwerp'i barındırıyordu. 

Bu eyaletleri yönetmek uzun zamandan beri güçleşmişti. 15. yüzyıl sonlarında bir dönem Flaman şehirleri, bağımsız şehir devletleri haline gelebilmek için çabaladı. Kuzey eyaletleri daha çok tarımla ve denizcilikle uğraşıyordu. Bu eyaletlerin sakinleri toprakları konusunda inatçı bir aidiyet duygusuna sahipti. Bunun nedeni belki 12. yüzyıldan beri denizden toprak kazanmak için büyük mücadele vermeleriydi. Kuzey ve Güneyin daha sonra Hollanda ve Belçika haline gelmesi 1554'te düşünülmesi imkansız bir sonuçtu. Eyaletlerin temsili organları -meclisler- münferit çıkarlarını bir bütün olarak savunmak amacıyla "Genel Meclis" adı altında bir araya geldi. Eyalet yöneticileri birçok kez bu kurumdan yardım istedi.

Trent Konsili'nin ( Bakın Reform Karşı Reform)  Hollandalı Protestanlarla ilgili buyruklarını dayatma konusunda Felipe'nin gösterdiği kararlılık, daha sonra meydana gelen gelişmelerin bir kısmını açıklamakla birlikte sorunun kökleri daha derinlerde yatıyordu. Felipe'nin babasının uyguladığı aşırı vergilerden dolayı çıkan sorunlar sürüyordu. İspanyol yetkililer merkezi devletle yerel makamların ilişkilerini modernleştirmeye çabalarken, o döneme uygun yöntemlere başvurup yerel duyarlılığa karşı Burgonyalılar kadar saygılı davranmadılar (oysa Burgonyalılar da isyan ve iç savaşlarla karşılaşmıştı). 

İspanya önce güney eyaletlerinin soylularıyla anlaşmazlığa düştü. Simgesel "özgürlüklerini" savunma konusunda çağın diğer soyluları gibi huysuz ve hassas olan Hollandalı soylular, büyük Şarlken'den daha uzak ve yabancı buldukları Felipe tarafından tehdit edildiklerini düşünüyorlardı. Eski imparatorun kendilerini anladığına inanıyorlardı (Şarlken onların dilini konuşuyordu) oysa oğlu bir İspanyol'du ve onları anlamıyordu. Bir süre sonra, bölgedeki İspanyol kumandanı olan Alba Dükü'nün, sapkınları ararken yerel yargı haklarına karışarak yerel ayrıcalıkları ihlal ettiğini ileri sürdüler. Soyluların birçoğu Katolik olmasına rağmen Protestanlığın kök saldığı Flaman şehirlerinin zenginleşmesinde çıkarları bulunduğundan, İspanyol engizisyonunun bölgeye girmesinden korkuyordu. İspanyol hükümetine itirazlarını ortaçağa özgü bir yolla, Brabant Meclislerinde dile getirdiler.

Bu anlaşmazlık İspanyol ordusunun zalimliğinin artması sonucu daha ciddi bir hale büründü. Oranj Prensi Nassaulu William (kralın kendi sapkın uyruklarını hizaya getirmede kararlı olduğunu öğrenince, denetimsiz öfkenin onu zayıf düşürmesine izin vermemek için efsanevi bir dikkat harcaması nedeniyle "Sessiz William" lakabı takılmıştı), birçok soyluyu yasal hükümdarlarına karşı birleştirdi. Soylular kralın, eyaletlerin geleneklerine ve amme hukukuna karşı benzeri görülmemiş bir saldırganlık içinde olduğuna inanıyordu. Soylularla daha büyük tehlike altındaki Kalvinist şehirliler arasında her zaman bir anlaşmazlık potansiyeli vardı. İspanyol valilerin sürdürdüğü dikkatli siyasal taktikler ve İspanyol ordularının kazandığı zaferler sonucu bu anlaşmazlık büyüdü. Soylular hizaya gelirken, İspanyol orduları farkında olmadan bugünün Belçika'sının sınırlarını belirledi. Kuzey eyaletlerindeki mücadeleyse, 1584'te öldürülene kadar Sessiz William'ın siyasal önderliğinde sürdürüldü.

Hollandalılar arasında Protestanlar (tam karşılığı olmasa da onlara bu adı verebiliriz), soyluların müphem hoşnutsuzluğu yüzünden güneydeki dindaşları kadar sıkıntı çekmediler. Ancak onlar da, kendi bölünmelerini gizlemek amacıyla din özgürlüğü çığlıkları atmalarına rağmen bölündüler. Protestanlar Flaman başkentinin kuzeyine göç etmeleri ve becerileri sayesinde kurtuldu. Düşmanlarıysa çeşitli güçlüklerle karşılaştı. İspanyol ordusu çok güçlü olmasına karşın şehir surlarının içine çekilen bir düşmanla kolayca baş etmesi imkansızdı. Bunun üzerine İspanyollar setleri yıkarak bütün ülkenin sular altında kalmasına yol açıp düşmanlarını suyla kuşattı. Hollandalılar adeta tesadüfen bütün çabalarını denize yöneltip İspanyollarla daha eşit şartlarda savaşmaya başladı. İspanyolların kuzey yönündeki deniz rotası boyunca Hollanda'yla ulaşımı isyanlar sonucu baltalandı. İtalya'daki İspanyol topraklarına uzak bir mesafede kalan Belçika'daki büyük orduyu beslemek masraflıydı. Üstelik yenilmesi gereken başka düşmanlar da olduğundan bu bedel
iyice artıyordu. Kısa zamanda işler bu noktaya gelmişti.

Karşı Reform Hareketi uluslararası siyasete yeni bir ideolojik unsur aşılamıştı. Ancak bu tek başına, diğer ülkelerin konuya ilgi göstermesini ve karışmasını açıklamaz. İspanyol ordularının İspanya, İtalya ve Flandra'dan aynı anda topraklarını işgal etme tehlikesi Fransa krallarını huzursuz ediyordu. İngiltere ilk bakışta o kadar kaygılı değildi. Resmen Protestan olmasına karşın bu ancak bir noktaya kadar önem taşıyordu. Ayrıca Felipe, 1. Elizabeth'le doğrudan bir çatışmaya girmekten kaçınıyordu. Mary Tudor'la evliliği sayesinde İngiltere'de elde ettiği haklardan vazgeçmeye karşı uzun süre direndi ve önceleri bir diğer İngiliz kraliçesiyle evlenerek bu hakları korumayı düşündü. Ayrıca uzunca bir süre dikkatini, babası gibi büyük önem verdiği Osmanlılara karşı savaşa yoğunlaştırmıştı. Ancak İngiliz korsan gemilerine karşı İspanya'nın sert tepkide bulunması üzerine İngiltere'de ulusal ve dini duygular canlandı. Elizabeth isyancılara karşı sempati duymamasına karşın Hollanda'nın çökmesini istemediğinden, onlara gerek açık gerek gizli biçimde yardım edince, 1570 ve 80'lerde İngiliz-İspanyol ilişkileri kopma noktasına geldi.

Sonunda sapkın Kraliçe Elizabeth'i tahttan indirmek için papalıktan onay alan İspanya kralı, 1588'de İngiltere'ye karşı büyük bir işgal harekatı başlattı. Ne var ki bir İngiliz hatıra madalyonunun üstünde yazdığı gibi "Tanrı esince gemileri darmadağın oldu" ve kötü hava koşulları İspanyol donanmasını mahvetti (iki tarafta da top ateşiyle batan tek gemi yoktu). Donanmadan arta kalan gemiler İspanya limanlarına döndükten sonra savaş uzun bir süre daha devam etmesine rağmen artık asıl tehlike ortadan kalkmıştı. Gelecekte muazzam bir öneme sahip olacak İngiliz denizcilik geleneğinin kökleri atılmış ve ulusal bir efsane doğmuştu. İngilizler barış yaptı ve ertesi yüzyıla kadar bir daha kıta devletleriyle ihtilafa düşmedi.

Bu savaş sırasında, adeta rastlantı sonucu ortaya dikkat çekici yeni bir toplum çıktı. Hollanda'daki Genel Meclis'te bir araya gelen yedi küçük devlet, Birleşik Eyaletler adı altında gevşek bir federasyon kurdu. Bu birlik, Avrupa'da Venedik'ten beri önemli bir rol oynayan ilk cumhuriyet oldu. Birleşik Eyaletler birliği sağlamak için İspanyol düşmanlığını kullandı. II. Felipe'nin Hollanda'da yaşayan herkesi ölüme mahkum ettiğine dair söylenti yayıldı (aslında öldürülen sapkınların sayısı muhtemelen dört binden azdı). Kısa zaman içinde bu birliğin yurttaşları ulusal bir geçmişleri olduğunu keşfetti (tıpkı 20. yüzyılda bağımsızlığına kavuşan Afrika ülkeleri gibi) ve Romalıların isyanlarla ilgili anlatımlarında belli belirsiz seçilebilen Cermen kabilelerinin meziyetlerinden kendilerine pay çıkardı. Bu coşkunun izlerine Amsterdam'ın nüfuzlu kişilerinin yaptırdığı ve Roma ordularına "Batavyalı" güçlerin saldırısını gösteren tablolarda rastlanır (bu dönemi Rembrandt'ın eserlerinden hatırlayabiliriz). Bu şekilde bilinçli olarak yeni bir ulusun yaratılması bugün propagandacı mitolojiden çok daha ilginçtir. Bu yeni ulusun ayakta kalması sağlandıktan sonra Birleşik Eyaletler dini hoşgörüye (içteki bölünmelerin üstesinden gelmek için bir zorunluluk), yurttaşların büyük ölçüde özgürlüğüne ve eyaletlerin bağımsızlığına sahne oldu. Kalvinistlerin devlet içinde bir üstünlüğü yoktu. Eyaletler giderek tüccarlar tarafından yönetilmeye başlandı. Özellikle Hollanda 'nın en büyük şehri ve en zengin eyaletinin merkezi olan Amsterdam'daki tüccarlar söz sahibiydi. Toprak sahibi soylular asla tüccar ve şehir oligarşisi kadar söz sahibi olamadı.

Avrupa Tarihi, J.M.Roberts, İnkılap Yayınevi


17. yüzyılda Avrupa’nın en güçlü ülkesi Hollanda’ydı. Yüzyılın başlarından itibaren Akdeniz’in eski önemini yitirmesi ve kıtalararası ticaretin ağırlığının Atlantik ve Hint okyanuslarına kayması en çok Hollanda'nın işine yaramıştı. Pazara dönük güçlü tarımsal yapıların ve gemicilikteki birikimin desteğiyle Hollanda ticaret sermayesi, dünya ölçeğinde bir ticaret filosu ve ticaret ağı kurmuştu. Ülkenin dünyanın çeşitli bölgeleriyle olan ticareti tekelci firmaların denetimine bırakılmıştı. Bu firmalar Hindistan, Amerika ve Akdeniz ticaret yollarında diğer ülkelerin ve özellikle Ingiliz ticaret sermayesinin yine tekelci konumdaki firmalarıyla rekabet ediyorlardı. Asya'dan biber ve diğer baharat, çeşitli boya maddeleri, çay, kahve, ipekli ve pamuklu tekstil ürünleri ithal ediliyordu. Aynı firmalar, Afrika’nın yerli halkını Amerika'ya taşıyor, plantasyonlara köle olarak salıyor, Amerika’dan yükledikleri şeker, kahve, kakao, tülün gibi ürünleri de Avrupa’ya getiriyorlardı.

17. yüzyılın ortalarında Hollanda aynı zamanda Avrupa'nın finans merkezi durumuna geldi. Bu dönemde Amsterdam, 19. yüzyılın Londra’sı, 20 yüzyılın New York’u gibi dünyanın ticaret ve finans merkezi oldu. Tarımsal ve ticari güce finans alanındaki önderlik eklenince, yüzyılın ikinci ve üçüncü çeyreğinde Hollanda ekonomisi altın çağını yaşadı. Merkantilizm olarak adlandırılan iktisadi politikalar ilk kez işte bu ortamda, Hollanda'nın dünya pazarlarındaki gücünü kırmak isteyen Fransız ve özellikle Ingiliz devletleri tarafından uygulanmıştı. 17. yüzyılın ikinci yarısında girişilen yoğun savaşların da desteğiyle, İngiltere Hollanda'yı geriletmeyi başardı. Ancak, Hollanda’nın gerilemesinde iç etkenleri de dikkate almak gerekiyor. Ticaret ve finans alanındaki başarılan, Hollanda sermayedarlarının sanayi alanında yatırım yapmalarını güçleştirmiştir. Bir başka deyişle, diğer alanlardaki başarılar ve bu başarıların ortaya çıkardığı yapılar,  daha sonraki güçlüklerin zeminini hazırlamıştır.

 Osmanlı Türkiye İktisadi Tarihi, Şevket Pamuk







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder