Tanıdığımız dünyalar arasında
Ortaçağ bize en uzak olanı. Yarı karanlık yarı belirsiz günahlarla yüklü bir
geçmişin öznesine dönüştürülen bu çağ, tarih atlaslarından en sıradan bilgi
kalıplarına kadar sevimsiz bir yüzün ayrıntılarıyla tasvir edilmiştir. Bu
ürkütücü ve karanlık yüz, Roma ve Yunan uygarlığının, Rönesans ve Reform
hareketlerinin, Hümanizm ve Aydınlanma dönemlerinin sahip olduğu gözkamaştırıcı
ve parlak renklerden yoksun bırakılmıştır. Oysa ortaçağın tek bir kalıba
dökülemeyecek sayısız biçimi ve yorumu vardır.
Tek bir ortaçağ yok, ortaçağlar
var. Toplumlar eşit ve benzeri süreçlerden geçmemiştir. Toplumları geniş
şemalar halinde ele alan homojen zaman çizelgeleri sosyal ve ekonomik tarihin
en önemli noktalarını gözden kaçıracaktır. VIlI. yüzyılda İslâmın yükselişe geçtiği
dönemlerde Latin Batı’da bir bozgunun devir teslimi yapılıyordu. Germanik
barbar halkların tozu dumana kattığı ortamda Roma’nın yıpranmış doğal
haritasını yenisiyle değiştirmek asırlar sürecekti.
Ortaçağların yalnızca ruhani
iktidarların ve dünyevi otoritelerin gölgesi altında geçtiğini düşünmeyelim.
Toprağa bağlı geleneksel kasaba yaşamında mutlak bir denetimin olmayacağı
açıktır. Evrensel amaçlar peşinde koşan Kilise ile bağımsız orta sınıfların
keskin mücadelesi siyasi tarih açısından incelenmeye değerdir. Örfi hukukun
çatısı altında meşruiyet, laik siyaset ve parlamento gibi kavramlar yavaş yavaş
belirginlik kazanıyordu. Feodal yapı ve kurumların ‘geri ve durağan’ gibi
sıfatlarla geçiştirilmesi Batı toplumlarının önemli bir aşamasını gözden
kaçırmamız demektir.
Ortaçağ, antikçağların güçlü bir
yorumcusu ve modern bilimlerin kurucusudur. Modern bilim ve felsefenin kökenleri
XV. ve XVI. yüzyıl İtalyan Rönesansı ile anılmaya değer olsa da, “yeniden
doğuş” XII. ve XIII. yüzyıllarda Paris, Oxford, Cambridge, Bologna, Padua gibi
şehir merkezlerinde lonca halinde teşkilatlanan üniversitelerde gerçekleşti.
İslam bilginleri Kahire, Bağdat, Şam, Endülüs okullarında teoloji, metafizik,
mantık, tıp, astronomi, cebir, geometri, gramer dersleri veriyordu. Toledo’daki
çeviriler sayesinde farklı diller ve kültürler kaynaşmıştı. Hem Hıristiyan
Batı’da, hem İslam Doğusunda birbirinden son derece farklı mezhep, akım ve
düşünce sistemleri içiçe örülüyordu. Yahudi, Hıristiyan ve İslam dinlerı ilk
defa uygarlığın gerçek bir taşıyıcısı ve aktarıcısı rolüne bürünmüştü.
O çağı yaşayan İtalyanlar’ın
Trecento ve Quattrocento (Bin üç yüzlü ve bin dört yüzlü yıllar) olarak
adlandırdıkları değişim ve dönüşüm dönemi, XIX. yüzyılın mistik Fransız tarihçisi
Jules Michelet’nin kalemiyle Rönesans olarak vaftiz edilecektir. Ölümü
içselleştirme çabası içinde her yerde ölüm ve yeniden doğum gören Michelet, devasa
eseri Fransa Tarihi’nin VII. cildine La Renaissance başlığını uygun görmüştür.
O zamana kadar duyulmadık bu adlandırma, Michelet’nin açısından ölmüş bir
dönemin canlanmasını ifade etmektedir. O çağı yaşayanlar da bunu aynen böyle
hissetmişlerdir. Nitekim o çağın insanlarından biri, Rönesans döneminin bir
İtalyan rahibi, kendi çağıyla Antikite arasında yer alan dönemi bir ara dönem,
hatta olmaması gereken bir dönem olarak görerek, ona Medio Evo (Ortaçağ) adını
vermiş, böylece onu ötekileştirmiştir.
DÜŞÜNCELER, DUYARLILIK VE BAKIŞ AÇISI
Jacques
Le Goff
Ortaçağ uygarlığı, Tanrı’nın ve
Kilise’nin öğretilerine itaat etmeye dayalı Hıristiyan değerleri sistemine
uygun olarak düşünmeye ve hareket etmeye ve bu yüzden doğa güçlerinin tehdidi
ve çok zayıf şekilde dizginleyerek kullanılması karşısında kendisinin oldukça
doğru biçimde
algılanan maddi ve entelektüel
zayıflığının bedelini ödemeye ihtiyaç duyardı. Özünde iyi olsa da toplumun her
daim var olan bir hilekâr
ve ayartıcının, yani Şeytan’ın aracılığıyla her an kızgınlığı ortaya çıkabilecek
çok öfkeli bir Tanrı’nın keyfi isteği altında olduğu kabul ediliyordu.
Dolayısıyla Ortaçağ, bilim
alanında hem Hıristiyan hem de eski pagan otoritelerin yardımına başvuruyordu.
Ortaçağ kültürel aktivitesinin en büyük bölümünü bu yüzden ödünçler, alıntılar,
açıklamalar, yorumlar ve temel olarak derlemeler oluşturuyordu. Kültürel
yeniliğin olanak sağladığı şey, esasen kişinin otorite seçiminde (örneğin kişi
yeni otoriteler katabilir
ve onlardan alıntı yapabilirdi),
aynı metin ve fikir dizisini düzenleme ve yorumlamaya yönelik yeni yollarında
bulunmaktaydı.
On
ikinci yüzyılla birlikte, ‘eskiler yerine modern yani ‘modern halk şeklinde
kendilerine yönelik artan bir farkındalık göstermeye başlamış olsalar da Avrupalılar,
kendilerini ya da öğrenciler olarak
kabul etmeye alışkındılar —Ortaçağ, bizim ‘ilerleme’ olarak kabul edebileceğimiz
herhangi bir şeye karşılık gelen bir kavrama sahip değildi. Ortaçağ Hıristiyan
dünyası (Hıristiyanlık semavi bir inanç sistemi olduğu için) kelimenin tam
anlamıyla yukarı çıkan bir yolu takip eden ama ayni zamanda insanlığın ufkunu
genişleten (Dünya üzerindeki fetihler ve denizlerdeki üstünlük aracılığıyla) ve
kişisel, toplumsal, mesleki ve ruhsal yaşamın artan içselleştirilmesini vurgulayan bir süreç olarak insanlığın
mukemmelleşmesine sahip oldu.
Ortaçağ kadını ve erkeğinin bireysel ve kolektif
incinebilirliği, duygusal yaşamlarını parçalayan tutkulara özel bir güç verdi. Ortaçağ toplumunun ortam bakımından
erkek-egemen bir özellık taşımasına ve Havva’nın kızlarını mitik annelerinin
cennetten kovuluşundan itibaren tehlikeli varlıklar olarak kabul ettiğini
açıklamasına rağmen, yine de evde, ailesel ve duygusal konularda kadınlar
egemendi ve kesinlikle kamusal yaşamı, hatta hükümeti bile etkiliyorlardı —en
azından on ikinci yüzyılın sonrasından itibaren Bakire Meryem kültünün muazzam
gelişimi kadınların yükselen statülerinin etkili bir işaretiydi. Çocuklar tabii
ki anne babalarının sevgi, şefkat ve eğitim odağıydı ama çocukluk kendi içinde
herhangi bir özel değere sahip olarak görülmüyordu, daha doğrusu mümkün
olduğunca çabuk terk edilmesi gereken, doğuştan kararsız ve tehlikelere açık,
kolaylıkla incinebilir bir yaş olarak kabul ediliyordu Bununla birlikte zihinlerin üstünü bir tabaka örtmüştü. Düşünceler, salt
korkunun yanı sıra, bütün saplantıların yönlendirici ya da etkileyici biçimi
haline gelmişti. Doğal felaket korkusu, Şeytan ve cehennem cezası korkusu ve dünyaya
dair apokaliptik sona dair bir korku vardı.
Temel bir saplantı günahla
ilgiliydi. Kilise günahın bütün insan olmalı kökeninde yattığını öğretiyordu.
En başta bedensel günaha, Kilise Papazlarının ilk günaha yönelik esasen cinsel
bir günah olduğuna dair açıklamaların ışığında önem veriliyordu. Günah, ahlak içinde gelişi
ordu ve günahı yenmek, ezeli ve
ebedi ilahi mutluluğu elde etmek için yapılan ruhsal mücadelede temel meseleyi
oluşturuyordu. Kilise, ‘Yedi ölümcül günahın’ listesini
hazırladı, kibir,
açgözlülük, öfke, kıskançlık, şehvet, oburluk, tembellik —bu listede
aşağıya doğru indikçe tövbekar olmayan bir günahkar cehennem cezasına doğru
gider. Nihayetinde on ikinci yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ve öte dünyayla ilgili
üçüncü bir yerin—ölülerin Cennete kabul edilmek için ölümcül olmayan
günahlardan arınabildikleri Araf— uygun biçimde yaratıldığı bir doktrinle
bu Cehennem saplantısını düzeltmenin tek yolu sağlandı.
Bu çağın başka bir saplantısı, görünmeyen ve doğa-üstüne dair insanı
rahat bırakmayan bir korkuydu. Ortaçağ kadını ve erkeği diğer, görülemez
gerçekliklerin belirli bir sınır olmadan ve tabii ki aralarında boşluk
açılmadan görülebilir bütün şeylerin içine nüfuz ettiklerine inanıyorlardı. Zira
doğaüstü kendisini her an dünya üzerinde görünür kılabilirdi. Rüyaların önemine
duyulan inanç (Kilise tarafından bir pagan tutumu olarak uzun süre onaylanmamış
bir inanç), görüler ve mucizelere yönelik genel saflıkla ilişkili yaygın al
yüzünden, bunlar kesinlikle ilahi gücün çok sayıdaki doğaüstü görünümleri
olarak algılanıyordu. Bununla birlikte, on ikinci yüzyılın başlangıcından
itibaren doğaya yönelik daha yakın dikkat doğanın kendi harikalarına dair artan
bir ilgi duyulmasına yol açtı; bu harikalar, olağanüstü, mükemmel ya da çok
şaşırtıcı bulunuyor ama yine de doğal düzenin bir parçası olarak kabul
ediliyordu. Avrupalılar, bir yandan kutsalı seküler olandan, doğaüstünü doğal
olandan ayırmaya çaba harcarken bir yandan da makul şekilde mucizevî harikalarla dolu iyinin
alanını, Şeytan ve iblislerinin, cadıların, erkek büyücülerin büyülü ve kötücül
alemine, mümkün olduğunca net biçimde zıt olarak tanımlamayı deniyorlardı; bu
kötücül âlem dışarıda
bırakılması gereken bir âlemdi.
Bir diğer saplantı bellekle ilgiliydi. Ortaçağ toplumu, hala sözlü
iletişimin hakim olduğu bir uygarlık olarak, çok etkin ezberleme güçleri
geliştirmek zorundaydı. Toplumsal yaşam ve yasal teamül, uzun bir zaman boyunca
bellekle aktarılan özellikle yaşlıların belleğiyle aktarılan geleneğe dayalı
kaldı. Papazlar, esasen ‘bellek bilimi’ olarak bilinen hatırlamaya yardımcı
(mnemonic) karmaşık teknikler oluşturdular. Ama ezberlemeye atfedilen böyle bir
öncelik, genellikle tarihin gereği gibi yükselişini, doğrusal bir zaman akışı
boyunca meydana geliyor şekilde, yani Yaratılış’tan beden bulma ile ‘Son
Günlere’ ve Kıyamet Gününe —belki de bin yıl ya da daha uzun zamandır beklenen
Dünya’da seçilmiş olanın ‘Bin yıllık Hükümdarlığına’— dek algılanan olayları açıklamak
için rasyonel ve eleştirel bir bellek düzenlenişini engelleme eğilimi
göstermişti. Belleğin üstünlüğü, İsa’nın dünyevî
hayatını yâd eden yıllık bir liturjinin kesintisiz dönüşüne dayanan daha
çok dairesel bir zaman görüşüne öncelik tanıyordu.
Bu daha aşağıdaki Dünya’nın
—dünya da bu daha yüksek tözlerin önemsiz, kusurlu ve eksik bir yansıması
olarak görülürdü— hemen üzerinde asılı duran gerçek bir hakikat dünyası olarak
görülen bir doğaüstü düzen inancı sembolizm saplantısını yarattı. Sembolik
sistemler, hepsinin anlamla dolu olduğuna inanılan imgeler dizisi ve renklerin
tam dağılımı kadar, dünyanın gizli matematiksel düzenini açıkladığı düşünülen
rakamları da içeriyordu.
Bu çağın toplumsal ve siyasal
saplantıları hiyerarşi ve düzen düşüncesine dayanıyordu, ama muğlak bir
şekilde, mevcut bir hürriyet saplantısı hiç de çok uzak değildi. Özgürlüğün ise iki yüzü vardı. Özgürlük tabii
ki sadece, sıradan insanlara kıyasla din adamlarına, serfler ve kölelere kıyasla
soylulara, yani imtiyaz sahibi olanlara aitti.
Ancak böyle bır özgürlük kavramı kendi içinde bağımsızlık düşüncesini
zaten vurguluyor ve gayri meşru ya da fazlasıyla baskıcı otoriteye itaatin
reddedilebileceği düşüncesini besliyordu. Bu, çok uzaktaki demokratik çağın ilk
tohumuydu.
Batı Hıristiyan dünyasının
düşünceler, değerler ve bakış açılan tarihindeki başlıca dönüm noktası on
ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda meydana geldi. Artık yeni bir günah kavramı
günahkârın gerçekte
yaptığı işlerden çok, niyetini vurgulamaktaydı, bu nedenle günah çıkarma
uygulaması yeniden incelenmişti. Dördüncü
Lateran Ruhani Meclisi (1215) bütün inananları yılda en az bir kez bireysel
olarak ve bir rahibin kulağına günah çıkarmakla yükümlü kıldı. Günah çıkartan
papazlar ve tövbekarlar böylece vicdanin derinliklerine birlikte inerlerdi ve
bu nihayet yüzyıllar sonra, psikanaliz ve içgöz yol açtı. Adli uygulama o
zamana kadar suçlamaya odaklanmışken yeni vurgu artık günah çıkarmaya doğru
kayıyordu, öncelikle dine aykırı düşünceleri bastırmayı aklına koyan —bu
nedenle işkence yoluyla zorla günah çıkartmaya kararlı Kutsal Engizisyon’u
yaratan— on üçüncü yüzyıl Kilisesi tarafından bu yöntem çarpıtılmamış olsaydı,
buna bir gelişme denebilirdi.
Başından sonuna kadar daha
aşağıdaki bu dünyayı küçük görme yavaş yavaş yerini dünyevi yüzeye yönelik daha
olumlu bir değerlendirmeye, nihâyetinde
Cennetin değerlerini Dünya’ya yeniden indiren bir tutuma bıraktı. Bu durum
dinsel coşkuyu hiçbir şekilde azaltmamıştı. Bu yeni tutum şuna dayanıyordu: Bir
zamanlar yalnızca Cennette, ölüm eşiğinin ötesinde, ulaşılabilir diye görülen
değerler artık bu dünyada mevcut ve görünür olarak algılanıyorlardı. İnsan artık kurtuluşu bu dünyaya karşı gelerek
değil, onunla elde edebilirdi. Dünya
işleri böylece Tanrı’nın yaratısına katılma biçimi ve kurtarılmaya yönelik
olumlu bir araç haline geldi. Bir zamanlar sadece Tanrı’ya ait olduğu düşünülen
zaman da artık kurtuluş amaçlarına hizmet edebilirdi ve tüccarlar gibi zamana
bağlı çalışanlar yeni bir meşruluk buldular. Tanrı’nın o dek neredeyse dokunulmaz
hazinelerinden bir diğeri olan bilimle uğraşan alimler ise artık bütünüyle izin
verilebilir bir bilgiyi, hem Dünya’nın koşulları hem de Cennete ulaşmanın
yolları hakkında ustalaşmak için yetkin bir bilgiyi zorunlu kılıyorlardı.
Kutsal sembolizm artık rakamları tabu olarak gizlemiyor, aritmetik işlemlerindeki
halihazırda yararlı rollerini oynamalarına izin veriyordu. Dünyevi şehir artık
Tanrı Şehri’nin aksi bir yansıması olarak reddedilmiyordu ve gücünün ortak
refahın çıkan doğrultusunda olursa haklı görüldüğü bir yönetim biçimi olarak
düşünülmeye başladı.
Hatta insan bedeni
rehabilitasyonu keşfetti. İşten sonra bedensel kuvvete yeniden ulaşmak için
katkıları varsa eğlence, oyunlar ve boş zaman faaliyetlerine izin veriliyordu
—hazzın kendisi de belirli biçimlerde ve sınırlar içinde haklı görülebiliyordu.
Skolastik felsefe, farklı insan etkinliklerine yönelik meşru koşulları
belirlemek için kullanıldı ve daha önceden meselelerin —Manici bir tarz içinde—
sadece mutlak iyi ya da kötü terimleriyle var Olduğu yerlerde bir ayrım ve
ölçüt duygusu hakim olmuştu. Çeşitli yasaklara yönelik muhtemel istisnaların
sayısı artık çok artmıştı. Avrupa bu noktada zamanla daha hoşgörülü olan ‘kuralları
çarpıtarak kendi doğrultusunda akıllıca kullanma’ (casuistry) yolunda yürümeye
başlamıştı.
Bu arada, günah çıkarma, kendi
portresinin yapılması ve ruhu için Araf’ta bir dua aracılığıyla, birey topluluktan
öne çıkmaya başlamıştı. On dördüncü yüzyıl krizi, J. Huizinga’nın ifadesini
kullanacak olursak, ‘Ortaçağ’ın Günbatımını’ başlattı: “Hayatın keskin tadı,
kan ve güllerin birbirine karışmış kokusunu hazırlamak noktasında oldukça
şiddetli karşıtlıklar sundu”. Göze çarpan dindarlık artık aşırı heyecanlı duygularda
ve salt hayâllerde
kendisini tüketiyordu ve bir yandan ölüm tefekkürü, cesetler, kafatasları ve
iskeletlere dayalı ölümü hatırlatan bir tadın pençesine düşüyor bir yandan da
resim ve şiirdeki önemli tema ölümün dansı oluyordu.
Şövalyelik ideali, şövalyece
prenslerin sürdürdüğü giyside, süslemede,
hatta gerçekçi olmayan yönetim şekillerinde göze çarpan biçimler alıyordu.
Gayet şatafatlı bir eğlenceler çağı, kendini tekrar eden ve rağbet gören melankoli
motifi ile kaplanmaya başladı. Şövalyelikle ilgili heyecanlı masallar, ölmekte
olan Ortaçağ’ın bu sonbaharında romantik boyutlara ulaştı. Bunlar, Sir Thomas
Malory’e ait İngilizce Morte d‘Arthur (1485’te yayımlandı), Garcia Rodriguez de
Montalvo’ya ait İspanyolca libros de caballeria ve Amadis of Gaul (1508’de
yayımlandı), Luigi Pulci’ye ait Morgante the Giant ‘ı (1460-1480) ve
Ariosto’nun başyapıtı olan Orlando Furioso’yu (ilk olarak 1520’de ortaya çıksa
da, basımı 1532’dedir) içeren büyük İtalyan romanzi’sidir.
Ama Ortaçağ uygarlığmın birkaç
parlak akımı varlığını sürdürdü ve on altıncı yüzyıl boyunca kendi yollarında
ilerlemeye devam etti; aslında basmakalıp “Rönesans” terimimiz Ortaçağ boyunca
‘yeniden doğuşların sürekli bir ardıllığı olduğu gerçeğini gizler. Sekizinci ve
dokuzuncu yüzyılların Karolenj rönesansı böyle bir ‘yeniden doğuştu’, ardından
onuncu
yüzyılda, henüz yeni yeni kabul
edilen bir diğer yeniden doğuş’ ve sonra on ikinci yüzyılda uçuncu önemli
‘yeniden doğuş’ geldi. Büyük Rönesans denen Rönesans ın kökenleri on üçüncü yüzyıl
İtalyası’ndaydı, zaten bu durum on üçüncü yüzyılla birlikte sırtını açıkça bır
Ortaçağ’a’ sırt çeviren Petrarca’nın yazılarında çok belirgin hale gelir.
Avrupa Ortaçağı’nın genel düşünce yapısından kültürel
olarak bir şekilde ayrılan İtalya, Pico della Mirandola (1463-1494) ve Marsilio Ficino (1433-1499)
gibi Helenist filozofların çok yönlü dahileri ve şehir katedralini bir kubbe ile
taçlandıran Brunelleschi (1377-1446), Leon Battista Alberti (1404-1472), Leonardo da Vinci (1452-1519)
ve Michelangelo (1475-1564) gibi hem mimar,
hem ressam, hem de heykeltıraş olan sanatçıları ile Floransa’nın sivil düşünceli
hümanizminin sağladığı ortamda on beşinci yüzyılın ‘yeniden doğuşu’na rehberlik
etti. Bu yeni hümanizm kuzeye, Jacques Lefevre d’Etaples’ın ‘(1450-1537) Kutsal
Kitap ve Aristo’yu çevirdiği Fransa ya dek yayıldı Ancak Ortaçağ’la ilgili
şeyler pek on altıncı yüzyılın ortasına kadar devam etti. Reformasyon bir
anlamda başarılı olan dihe aykı ilk düşünceydi. ‘Yiğitlik’, ‘onur’ ve ‘erdem’e
dönüşürken, Baldassare Castiglione’nin İl Cortegiano ‘sundaki (1528) gibi ‘nezaket’
‘saray üyelerinin’ kanunu olmuştu. Hattâ
hümanizm mesajını yaymaya başlamadan önce yeni baskı makineleri geleneksel
dinsel yazıları yayımlamak için kullanılmıştı
Modern çağ fazlasıyla uzun
kuluçka dönemi veba ve savaşın ortasına denk geldi ve sanki melankoli ve
delilik arasında hareketsiz kaldı. On altıncı yüzyılın ilk yıllarında
Rotterdamlı Erasmus Deliliğe Övgü’sünü gelecekte Ütopya’nın
yazarı olacak İngiliz Sir Thomas More’a ithaf ederken, Sebastian Brandt
1494’te Basel’de Ahmaklar Gemisi’ni yayımladı.
Batı Orta çağı için komşu coğrafyada yaşayan biz çağdaş insanların
imgelemindeki Orta çağ resmi aşağıda Umberto Eco’nun betimlediği görünüşe oldukça
yakındır. Eco’nun editörlüğünü yaptığı 4 ciltlik “Orta çağ” yapıtının giriş
metninden bazı alıntılar yaparak döneme biraz daha gerçekçi yaklaşmak mümkün
olabilir. B.Berksan
Orta çağ bir yüzyıl değildir.
….
Orta çağ XV. yüzyılda yaşamış bir Hümanist olan Flavio
Biondo tarafından ilk olarak bu şekilde adlandırılmış bir dizi yüzyıldan
oluşur. Diğer Hümanistler gibi klasik çağ kültürüne dönmeyi dileyen Biondo, Roma
İmparatorluğu'nun çöküşü (476) ile kendi zamanı arasındaki yüzyılları (çöküş
dönemi olarak görüp) bir anlamda paranteze alıyordu. Biondo’nun kaderinde
ortaçağa ait olmak vardı. Çünkü ortaçağın bitişi alışılageldiği üzere
Amerika'nın keşfedildiği ve Mağribiler'in İspanya’dan kovulduğu tarih olan 1492
yılı olarak tespit edildi (Bilindiği gibi bizim için bu tarih 1453’tür); Biondo
ise 1463'de öldü. 1492'den 476'yı çıkarınca geriye 1016 kalır. 1016 sene çok
uzun bir zaman dilimidir ve okullarda da okutulan çeşitli tarihi olayların
(Barbar istilaları, Karolenj Rönesansı ve feodalizm, Arapların yayılma dönemi, Avrupa
monarşilerinin doğuşu, kilise ile imparatorluk arası kavgalar, Haçlı Seferleri;
Marco Polo, Kristof Kolomb, Dante ve Konstantinopolis'in Türkler tarafından
fethi gibi) yer aldığı bu kadar uzun bir dönemde hayat tarzının ve düşünme
şeklinin hep aynı kalmış olduğuna inanmak zordur.
Orta çağ sadece Avrupa uygarlığına özgü bir dönem
değildir.
Nitekim Batı orta çağının yanı sıra Roma'nın çöküşünden
sonra 1000 yıl boyunca Bizans'ın görkemi içinde var olmaya devam eden Doğu Roma
İmparatorluğu'nun ortaçağı vardır. Aynı yüzyıllarda bir yandan çok büyük bir
Arap uygarlığı gelişirken Avrupa'da az çok kaçak, ama son derece canlı bir
Yahudi kültürü söz konusudur.
Orta çağ yüzyılları karanlık çağlar değildir. Eğer bu
ifadeyle, bitmez tükenmez dehşet, fanatizm ve hoşgörüsüzlük yılları, salgın,
kıtlık ve katliamlarla dolu maddi ve kültürel çöküş yüzyılları kastediliyorsa,
bu model Roma İmparatorluğu'nun çöküşü ile yeni binyıl veya en azından Karolenj
Rönesansı arasındaki yüzyıllar için kısmen geçerli olabilir.
Orta çağın hayata bakışı sadece iç karartıcı bir bakış
değildi. Ortaçağda romanesk kilise alınlıklarının Şeytanlarla ve cehennem
işkenceleriyle dolup taştığı, bu çağın Ölümün Zaferi'ne dair imgeler açısından
zengin olduğu, tövbekârların geçit alaylarının ve dünyanın sonuna dair nevrotik
bir bekleyişin çağı olduğu, hem kırsal bölgelerden hem de köylerden akın akın
dilencilerle cüzzamlıların geçtiği, edebiyatın sıklıkla cehennem yolculuklarını
saplantı haline getirdiği doğrudur, ancak bu aynı zamanda Goliard şairlerinin
yaşama sevincini yücelttiği bir dönemdir ve özellikle de ışık çağıdır.
Orta çağ Disneyland'daki gibi kuleli şatoların çağı
değildir. "Karanlık" çağlarda ışıkların olduğunu kabul ettiğimize
göre, popüler kitlesel medyanın, romantizm döneminde hayal edildiği
(yenileştirmek yerine yeniden inşa edilen) ve Les Tres Riches Heures duDuc de
Berry gibi geç dönem (XV. yüzyıl) minyatürlerinde resmedildiği (ve idealize
edildiği) üzere şatolarla dolu, klişeleşmiş bir ortaçağ sunduğunu göz önüne
alarak belli yerlerdeki gölgelerini de yeniden tespit etmek gerekir. Bu masalsı
ve medyatik ortaçağ şato modeli daha çok Loire Bölgesi'nin Rönesans döneminde
inşa edilen ünlü şatolarına uygundur. Günümüzde internet sitelerinde
"feodal şato" konusunda araştırma yapanlar, (internet sitesi
güvenilirse) XII veya XIV. yüzyıla atfedilen harika, mazgallı yapılar, bazen de
modern çağa ait eserlerle karşılaşır. Aslında feodal şatolar yüksekçe bir yerde
(veya özellikle hazırlanmış, hendekle çevrili bir toprak set üzerinde) inşa
edilmiş ve bir savunma hendeğiyle çevrili ahşap yapılardan oluşur.
….
Orta çağ klasik kültürü görmezden gelmez. Her ne kadar
ortaçağda birçok antik dönem yazarının metinleri kaybedildiyse de (örneğin
Homeros ve Yunan trajedi yazarları) Vergilius, Horatius, Tibullus, Cicero, Genç
Plinius, Lucanus, Ovidius, Statius, Terentius, Seneca, Martialis, Sallustius
gibi yazarlar tanınırdı. Bu yazarların hafızada yerinin olması herkes tarafından
tanınıyor olmaları anlamına gelmiyordu elbette. Bazen bir yazar çok zengin bir
kütüphanesi olan bir manastırda iyi tanınsa da başka yerlerde hiç tanınmazdı.
Ama bir bilgi açlığı vardı ve iletişimin bu kadar zor olduğu (ama göreceğimiz
üzere, çok yolculuk yapılan) bir dönemde âlimler değerli elyazmaları bulmak
için ellerinden gelen her şeyi yapardı.
….
Orta çağ antikçağın bilimini reddetmedi. XIX.
yüzyılın pozitivist tartışmalarından kaynaklanan bir yoruma göre, ortaçağ
klasik antikçağın tüm bilimsel keşiflerini, kutsal metinlerle çelişki
yaratmaması için görmezden geldi. Bazı Patristik" yazarların, dünyanın bir
tapmağa benzediğini söyleyen kutsal metinleri harfiyen yorumlamaya çalıştığı
doğrudur. Örneğin IV yüzyılda Lactantius (Institutiones divinae adlı eserinde)
hem bu fikirler temelinde hem de insanların baş aşağı yürümesi gerekeceğini
düşündüğü dünyanın diğer tarafının varlığını kabul edemediği için dünyanın
yuvarlak olduğunu öne süren pagan teorilere karşı çıktı. VI. yüzyılda yaşamış
Bizanslı bir coğrafyacı olan Antakyalı Constantinus da benzer düşünceleri
savundu ve Incil'deki tapınağı göz önüne alarak Topographia Chris[1]tiana adlı eserinde kübik şekle sahip, düz
zemin üzerinde bir kemerin yükseldiği bir dünyayı ayrıntılı bir şekilde tasvir
etti. Sokrates öncesi bazı filozoflar dışında Yunanlar dünyanın yuvar[1]lak olduğunu, buna mistik-matematiksel
nedenlerden dolayı inanan Pythagoras'tan beri bilirdi. Yerküreyi ikiye ayırmış
olan Ptolemaios da bunu bilirdi, ama Parmenides, Eudoksos, Platon, Aristoteles,
Eukleides, Arkhimedes ve tabii MÖ III. yüzyılda meridyenin uzunluğunu oldukça
doğru hesaplamış olan Eratosthenes de bunu anlamıştı.
…
Orta çağ kimsenin kendi köyünün dışına çıkmaya cesaret
edemediği bir dönem değildi. Bu çağın -hele de Marco Polo düşünülürse-
büyük yolculukların dönemi olduğu çok iyi bilinir. Ortaçağ edebiyatı, efsane[1]vi ayrıntılar açısından zengin olsa da,
büyüleyici yolculuk hikâyeleriyle doludur; Vikingler ve İrlandalı keşişler
arasında ve tabii İtalya'nın deniz devletlerinde müthiş denizciler vardı. Ama
ortaçağ her şeyden önce hac yolculuklarının çağıydı; hiç varlıklı olmayan
insanlar bile Kudüs, Santiago de Compostela veya çeşitli azizlerin mucizevi
kutsal emanetlerinin saklandığı başka ünlü kutsal yerlere yaptıkları tövbe
amaçlı yolculukla[1]rı yürüyerek gerçekleştirirdi.
….
Orta çağ sadece mistiklerin ve katılık yanlılarının
dönemi değildi. Önemli azizlerin ve kilisenin gücünün tartışmasız olduğu,
büyük manastırların ve kent piskoposlarının bü ortaçağ, sadece katı
geleneklerin söz konusu olduğu, fiziksel cazibeye ve özellikle duyusal bazlara
tamamıyla duyarsız bir çağ değildir. Her şeyden evvel, Provence'ın trubadur
şairleri ve Alman mvmıesânger'ler erişilmez kadınlara beslenen iffetli, ama
saplantılı M r tutku olan ortaçağ romansını [amor cortese] yaratırlar, .ancak birçoklarına
göre onlar aynı zamanda kelimenin modem anlamıyla romantik aşkı [amore romantico],
doyumsuz ve yüceltilmiş arzuyu da yaratır. Ancak Trîstan ve İsolde, Lancelot ve
Guinevere, Paolo ve Francesca gibi hikâyeler de bu dönemde ortaya çıkar. Burada
aşk sadece ruhsal değildir; duyuların mest olması ve fiziksel temastır; Goliard
şairlerinin cinselliği yüceltmesi hiç de iffetli değildir.
….
Orta çağ daima kadın düşmanı değildir. Kilise
Babaları seks konusunda derin bir nefret sergiler -öyle ki bazıları kendilerini
hadım ettirirler- ve kadınlara daima günah kaynağı gözüyle bakardı. Bu mistik
kadın düşmanlığı ortaçağ manastırında kesinlikle mevcuttur.
….
Ama tabii ortaçağın 1000 yıl sürdüğünü ve çok daha kısa bir
dönemi ifade eden günümüzde olduğu gibi bu bin yıllık dönemde bir yandan iffet gösterilerine,
cinsellik karşıtı nevroza veya dünyaya karşı genel anlamda hissedilen nefrete;
diğer yandan doğayla ve hayatla rahat bir uyuma rastlanabileceğini
unutmamalıyız.
Orta çağ sadece ortodoksluğun egemen olduğu bir dönem
olmamıştır. Ortaçağ konusunda yaygın olan başka bir düşünceye göre, bu
dönem dünyevi ve ruhani bir güç piramidinin sıkı kontrolü altındaydı;
derebeyler ile vasalları arasında katı bir ayrım vardı ve tabanda en küçük bir
tahammülsüzlük veya isyan işareti yoktu. Bu olsa olsa herhangi bir yüzyılda yaşayıp
ihtilaflar, isyanlar ve tartışmalar konusunda tahammülleri olmayan tutucu
insanların ortaçağ konusunda özlem duydukları bir hayal olabilir. Ortaçağda
kralların gücüne sınırlama getirilmiş olması -çünkü İngiltere'deki Magna
Carta'nın tarihi 1215'tir- ve Germen İmparatorluğuna karşı şehir devletlerinin
özgürlüklerinin talep edilmesi bir yana, ortaçağda yoksullar ilk defa güçlülere
karşı bir tür sınıf savaşı yürütmeye başlamış; ancak yenilikten yana
olduklarını iddia etseler de, genelde sapkın sayılan dini düşünceleri temel
almışlardır.
…
Ortaçağ, Cilt I, Umberto Eco
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder