Otuzyıl Savaşları


30 Yıl Savaşları

17. Yüzyılın en önemli olaylarından biri de 30 Yıl Savaşlarıdır. (1618-1648). Bizim tarih kitaplarımızda derinlemesine yer almayan bu savaşlar bugünkü modern Avrupa’nın biçimlenmesinde çok önemli rol oynamıştır.

30 yıl savaşlarını hazırlayan ortam, 16.yy.da oluştu. Reform ve Karşı Reform Avrupa’yı adeta ikiye bölmüştü. Bu çizgi etnik sınırları değil, dini inanış biçimlerini temel alıyordu. Bir tür medeniyetler çatışması da diyebiliriz…Katolikler ve Protestanlar bu çatışmanın kahramanları oldular. Birbirlerini öldürdüler, göç ettirdiler, dışladılar. Bugünkü birleşik Avrupa’nın özgeçmişinde belki şimdi hatırlanmak istenmeyen bir olgu 30 Yıl Savaşları.  B.Berksan

Şimdi öncesi de dahil döneme özet bir bakış atalım;



Hem Kutsal Roma İmparatorluğu’nun içindeki, hem de Avrupa devletleri arasındaki gerilimlerin bileşimi 1618’den 1648’e dek sürüp “Otuz Yıl Savaşı” diye anılan bir dizi çatışmaya yol açacaktı. Bunlar imparatorluğun içinde mezhep bölünmeleri, taşra eyaletlerinde yerel yöneticilere karşı ayaklanmaları, bölgesel prenslerin imparatorluğun iktidarına karşı direnmesi ve Alman toprakları üzerinde savaşıp böylece Almanlara ait çekişmelerin ağına yakalanan Alman olmayan devletlerle yaşananlar da dahil birçok çatışmayı içeriyordu. Bu çatışmalar arasında İspanya ve Hollanda, İsveç ve Polonya, Fransa ve Habsburg arasındaki çatışmalar da yer alıyordu….

Almanya’nın Kısa Tarihi, Mary Fulbrook, Boğaziçi Üni. Yayınları

YENİÇAĞ başlarında Avrupa halkının yaşamında dinin çok önemli bir yeri vardı. Doğum ve vaftizden, ölüm ve gömme törenine dek yaşamın bütün bellibaşlı olaylarını yücelten ve değerlendiren, öte yandan kurtuluş umudunun dayanağı olan, dindi. Ölümden sonraki yaşamı güvence altına alma isteği, 1500 dolayındaki yıllarda özellikle keskinleşmişti.

Bu manevi canlanma başta, varolan mezheplerin bünyesinde görülüyordu: bunlar batıda Roman Katoliklik, doğuda da Grek Ortodoksluk’tu; ikisini ayıran sınır Polonya-Litvanya’dan (beşte ikisi Ortodoks), Macaristan’ın güneyine, oradan da Ragusa’nın hemen güneyinde Adriyatik’e değin uzanıyordu.

Bu iki yekpare topluluğun dışında kalan önemli öbekler, Yahudiler, Lollard’lar (küçük ve parçalanmış mezhep ayrılıkçıları), Bohemya ve Moravya’nın nüfuslarının yarısını oluşturan Hus’çular ve Güney İspanya’daki az sayıda Faslılardı. Bu bakımdan ‘sapkınlık’ 1500 dolayında neredeyse büsbütün ortadan kalkmış ve önemli bir rakiple karşı karşıya bulunmayan Katolik kilisesi, durumundan pek hoşnut kalarak, servetini 16. yüzyıl başlarındaki «manevi açlığı» giderecek yeterlilikte dağıtmayı savsaklamaya başlamıştı.

Din adamları arasında, örneğin, göreve devamsızlık alışkanlığı gitgide yayılıyor, cahil ve ahlaksız rahipler Kilisenin halkın gözünden düşmesine yol açıyordu.

Kırk yıl içinde Avrupalıların yaklaşık yüz de 40’ı ‘Reform’ görmüş bir tanrıbilimle karşı karşıya kaldılar. İlk reformcular Almanya’dan ve İsviçre’nin Almanca konuşulan kesimlerinden çıktılar: öncüleri, Saksonya ve Kuzey Almanya’da Martin Luther (1483 - 1546) ile Zürih (Roma’ya bağlılığı ilk reddeden - l520’de - devlet) ve onu çevreleyen Güney Almanya kentlerinde Huldreich Zwingli’ydi (1484-1531). 1570 yılına gelindiğinde Kutsal Roma Germen İmparatoru’ nun her on uyruğundan yedisi Protestandı. İskandinavya, Baltık Avrupa’sı ve İngiltere daha o zamandan Protestanların elindeydi.

Sonra, yeni bir Protestanlık dalgası doğdu: bu hareketin öncüsü, düşüncelerini 1541’den itibaren Cenevre kent-devletinde uygulamaya koyan Fransız Jean Calvin’di (1509-64). Calvin’cilik hızla ilerledi: Fransa’da 1559’da yüzü aşkın Calvin’ci kilise vardı, 1562’de bu sayı belki 700’ü bulmuştu.

Hollanda’da 1559’da yirmi dolayında olan Calvin’ci kiliseler 1566’da 150’den fazlaydı:
Almanya’da birçok Luther’ci devlet (özellikle Pfalz ve Brandenburg) resmi dinlerini Calvin’ciliğe çevirdiler; İskoçya’da da 1560’ da Parlamentonun çıkardığı yasayla tümüyle reforma uğramış yeni bir yönetim biçimi kuruldu. Calvin mezhebi, Doğu Avrupa’da da, özellikle, Unitarianlar, Bohemyalı Kardeşler, Anabatistler ve Yahudiler gibi belli sayıdaki başka azınlık öbeklerini hoşgörüyle karşılayan Polonya ve Transilvanya’da (Erdel) çarpıcı başarılar elde etti. Macaristan’da ve Osmanlı denetimindeki öteki bölgelerde Katolik tapınma yasaklandı ve Calvin’cilik resmen korundu. Calvin’cilik, gerek soylu. gerekse orta sınıftan Slavlar arasın da, Luther’cilikten fazla tutuldu. gitmek isteyen kişilerin tümü Papa’nın yet kesme karşı değildi.

Cizvit tarikatını kuran Az. Ignatius Loyola (1491-1556), kurtuluşa ulaşmanın en iyi yolunun Roma’ya bağlı kalmak ve başkalarını da bu biçimde davranmaya inandırmak olduğunu savunan bir çok kişiden biriydi. 1540’dan sonra, Papalık bile birtakım reformlara gerek olduğunu kabul etmeye başladı ve Kilise Genel Konsili’ni, İtalya-Almanya sınırındaki Trent’de toplanmaya çağırdı. Üç oturumda (1545-47. 1551-52 ve 1562-63) ortaya üç şey kondu: din adamlarının ağır kötüye kullanımları (göreve devamsızlık ve benzeri) kınandı; Kilise’nin doğru öğretisi (professio fidei tridentina) tanımlandı ve din adamları zümresinin dinsel ölçülerden ayrılmaması için gerekli etkin kilise gözetim sistemi kuruldu.

Yeniden yaşam verilen bu düzenlemenin de yardımıyla Katolik Kilisesi yitirdiklerinin bir bölümünü yeniden kazanmaya başladı. Avrupa kıtasında Protestanların ‘payı’ 570 ile 1650 arasında yüzde 40’dan yüzde 20’ye düştü. Doğu Avrupa’nın en geniş ülkesi olan Polonya’da, ardarda başa geçen Katolik krallar Katolikliği etkin biçimde kayırdılar ve ülkede 1560’dan 1572’ye kadar olan Protestan kiliselerinin sayısı 1650’de yalnızca 240’a düştü. Daha güneydeki Habsburg topraklarında da hemen hemen aynı şey oldu. Protestanlar Avusturya’dan (1597) ve Stiriya’dan (1600) kovuldular. Fransa’da krallık onyıllarca Protestanlığa karşı savaştı. Fransa’da 1562’de belki 11/4 milyon Protestan varken, 1629’da 1 milyon kalmıştı; 1685’de, Katolikliği benimsemekle kovulmak arasında seçim yapmaya zorlanmalarının ardından bu sayı 500.000’e düştü.

Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu, Protestanlarla Katolikler arasındaki mücadelenin belirleyici evresine sahne oldu. Mücadele 1618-21 yıllarında, İmparator II. Ferdinand’ın, İspanya, Alman Katolikleri ve Papalığın asker ve hazine yardımlarıyla Bohemya Protestanlarını yenilgiye uğratmasıyla başladı. Çok geçmeden Bohemya ve Moravya’da izin verilen tek mezhep Katoliklik oldu. Bu başarısından yüreklenen imparator, Almanya’daki Protestan prenslerin gücünü azaltmaya çalıştı. İngiltere, Danimarka ve Hollanda’nın prenslere yardım etmelerine karşın, İmparator’un güçleri 1629 yılında zafere ulaştılar ve çıkarılan Geri Verme Fermanı’yla (Restitutionsedikt) Protestanların elinde bulunan Kilise’ye ait geniş toprakları Kiliseye geri verdiler.

Alman Protestanları, İsveç Kralı Gustaf Adolf’dan gelen büyük askeri yardımla çökmekten kurtuldular; İmparator’un güçleri Breitenfeld (1631) ve Lützen’de (1632) yenilgiye uğratıldı. Kısa süre sonra İspanya, İmparator’un yardımına geldi; Fransa ise İmparator’un düşmanlarına yardıma koştu. Savaşa her kes katılmış, çarpışmalar neredeyse bütün kıtaya yayılmıştı. Yüzyılı aşkın bir sürenin dinsel olduğu kadar siyasal rekabeti, Nördlingen (1634), Wittstock (1636), Rocroi (1643) ve Jankow (1646) savaşlarıyla bunları izleyen
Münster-Vestfalya barışı
nda çözüme bağlandı. Avrupa’nın o zaman kararlaştırılan dinsel ve siyasal sınırları yüz yıl değişmeden kaldı.

Times Dünya Tarihi Atlası.










Antlaşma din ile siyasetin ayrılması anlamında sekülerleşmeye yönelik bir adım oldu. Çekişmeler sürecinde, dinsel ve siyasal çıkarların hep düzgün bir şekilde örtüşmediği anlaşılmıştı: Bölgesel nüfuz sahipleri ve prensler bazen imparatorluğun hırslarına direniyor, mezhep işbirliğine katı bir şekilde bağlı kalmıyorlardı. Avrupa’da gelecekte yaşanacak çekişmelerde güç dengesi, potansiyel müttefik veya düşmanların mezhebe dayalı bütününden daha önemli olacaktı. (Paralı askerler, paralarını aldıkları sürece kimin için savaştıklarına aldırmazken; köylüler de haşatı mahvedenin, evlerini yakıp kadınlarına tecavüz edenin kimin ordusu olduğunu önemsemiyordu.)

 Daha geniş bir anlamda belirtirsek, 1648 yılı mezhepçilik çağının sonunu belirlemişti. Devletler arasında birbirlerine paralel şekilde ilerleyen yönetimin merkezileşip bürokratikleşmesi, dinsel ve kültürel tanımlamaların önemini azaltmıştı.

Almanya’nın Kısa Tarihi, Mary Fulbrook, Boğaziçi Üni. Yayınları



Otuz Yıl “Dünya Savaşı”

Bohemya İsyanı, Otuz Yıl Savaşlarının (1618-1648) açılış safhasını teşkil eder. Otuz Yıl Savaşları umumiyetle din savaşı olarak kabul edilse de herhangi bir sınıfa dâhil edilmesi zordur. Tüm buyük harpler gibi Otuz Yıl Savaşları da her biri kendine has hedefleri olan farklı çatışmalar bütünüdür. Her bir safhası bünyesinde bir sonraki çatışmanın tohumunu barındırdığından çağdaşları bu çatışmaları ardı ardına devam eden tek ve büyük bir savaş olarak kabul etmişti. Çatışmaların çoğu Kutsal Roma İmparatorluğu topraklarında yaşansa da zamanla Alçak Ülkeler, İngiltere, Danimarka, Fransa, İspanya, Portekiz, Macaristan, Transilvanyı, Kuzey İtalya, İsveç, Lehistan ve Lehistan ile İsveç vasıtasıyla da uzaktaki Rusya bile bu savaştan nasibini almıştı.

İngiliz diplomasisinin sultanı Protestan davasını desteklemeye ikna etmesine ramak kalmış olmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu bu harbe dâhil olmadı. Bu istisna haricinde Otuz Yıl Savaşları, Avrupa kıtasının tümünün dâhil olduğu ilk savaştı. Fakat rakipler Afrika, Hint ve Pasifik Okyanusu ve Batı Hini Adalarında da mücadele ettiklerinden aynı zamanda da küresel bir savaştı. Alman tarihçiler, Otuz yıl Savaşlarının yabancı devletlerinin müdahalesi yüzünden süresi ve şiddetinin arttığından ve “Alman toprakları üzerinde cereyan eden beynelmilel bir harbe dönüştüğünden şikâyet ederler -Almanlar arasında çıkan bir ça­tışmayken önce Avrupa  
sonra da tüm dünyaya yayılmıştı.

Habsburg İspanyası ile Hollanda Birleşik Eyaletleri ara­sındaki mücadele Otuz Yıl Savaşlarını küresel bir mücadeleye dönüştüren paratoner vazifesini gördü. 1560’larda II.Philip dö­neminde Alçak Ülkelerde başlayan savaş Otuz Yıl Savaşlarının da parçası haline geldi. Fakat Alçak Ülkelerdeki savaş genel itibarıyla kuşatma ve açmazlardan ibaretken İspanya ile Birleşik Eyalet arasındaki deniz mücadelesi birkaç geniş cephede devam etti. İspanya'nın deniz aşırı sömürgeleri Hollanda’nın saldırılarına hedef oldu. 1580’den itibaren II. Philip ile varisleri tarafından yönetilen Portekiz sömürgeleri de aynı akıbete uğradı. Hollanda'nın ana amacı ganimet elde etmek olduğu kadar İspanya’nın gelir kaynaklarına da darbe vurmaktı. O tarihte durumdan haberdar bir gözlemcinin tabiriyle “Ispanya kralının bıçağını boğa­zımızdan uzak tutarak Avrupa’da savaşmasını mümkün kılan can damarlarını kesmek istiyorduk.” Fakat Habsburglar açısından  Hollanda’nın faaliyetleri sadece ticaret yollarını tehlikeye atmak­la kalmayıp hanedanı da felakete sürüklüyordu. İspanya sarayın­da revaçta olan bir varsayıma göre Habsburg toprakları öylesine iç, içe geçmişti ki bir yerdeki yenilgi tüm yapının bir bütün olarak çökmesine neden olabilirdi. Habsburg gücünün küresel kenet­lenmesi Otuz Yıl Savaşlarını küresel bir savaş haline getirdi.

1625’ten sonra Hollandalılara, İngiliz bayrağı çekerek (kotrsanların kırmız siyah bayrağı haricinde herhangi bir bayrak da olabilirdi) kendi menfaatleri için savaşan müteşebbis ve korsan­larla birlikte İngiliz müttefikleri de katıldı. Güvenilmez mütte­fikler olan İngilizler, Habsburg İspanyasıyla barışçı ilişkiler tesis edebilmek için çok geçmeden Hollandalıları terk etti. Buna rağ­men Batı Hint Adalarındaki St. Kitts adasında kalıcı bir üs elde edip oradan yola çıkarak da Leeward adalarını ele geçirdiler. Bu adaları üs olarak kullanan İngiliz korsanlar 1640’larda Karayiplerdeki İspanyol mülklerine saldırıp 1643’te Jamaika’nın büyük bölümünü ele geçirdi. Ingilizlerin oradan ayrılması için üç asır geçmesi gerekecekti.

Hollanda’nın ihtirası daha da büyüktü. Hollanda hükümeti ile States General (Lahey’deki meclis) İspanya ve Portekiz sömürgele­riyle savaşma vazifesini Doğu Hindistan Şirketi (kuruluşu 1602) ve Batı Hindistan Şirketi’ne (kuruluşu 1621) tevdi etti. Bu iki şir­ket donanma inşa etmek için hisse satacak, kolonileri ele geçirip idare edecek ve kendi ticaret imparatorluklarını kuracaktı. Kurulmasından kısa süre sonra Batı Hindistan Şirketinin “On Dokuz Beyefendisi” bir “büyük plan” (Groot Desseyn) tasarladı. Bu plan mucibince Brezilya’daki Portekiz kolonisine saldırılarak Brezilya’daki şeker çiftlikleri ve Orta Afrika köle ticareti ele geçirilecekti.

Yeni Dünyadaki Habsburg, İspanyol ve Portekiz sömürgeleri hızla Batı Hindistan Şirketinin eline geçmeye başladı. 1628’de Küba açıklarında bir İspanyol hazine filosunun tümü ele geçirildi; bundan kısa süre sonra da Brezilya’nın yaklaşık yarısını ele geçiren Hollandalılar New Holland kolonisini kurdular. Fakat Hollandalı göçmenlerin sadakatini kazanmayı başaramadığı Portekizli çiftlik sahipleri 1645 tarihinde onlara karşı ayaklandı. Hissedarlarının kâr elde etmeyi beklediği Batı Hindistan Şirketi’nin yeterince desteklemediği New Holland kolonisi 1654 tarihinde Portekiz tarafından geri alındı, idareleri esnasında Hollandalılar nispi bir din hürriyeti sağladığından New Holland’da kalabalık bir Yahudi cemaati oluştu. New Holland’ın yerli olmayan nüfusunun yaklaşık yarısı muhtemelen Yahudi olup başkent Mauritsstad (günümüzde Recife) Amerika kıtasında sinagog inşa edilen ilk yerdi. Brezilya’nın tekrar Portekiz’in elini geçmesini de dini baskının hortlaması takip etti.

İspanyol Habsburgları Portekiz vasıtasıyla günümüz Ango­la’sındaki merkezi Luanda olan küçük bir kıyı yerleşimine de sahip oldu. Kuzeyindeki Kongo krallığı da  Portekiz kültürü­nün etki alanı dâhilindeydi. On yedinci asırda Kongo, Kongo Nehri’nin ağzında kurulmuş güneyde Angola’ya kadar uzanan ve başşehri Sâo Salvador (günümüzde Mbanza Kongo) olan bir yer­di. Konumuna rağmen kültürel olarak karmaşık bir devlet olan Kongo, Katolikliği kabul etmesine ek olarak Portekiz isimleri, rütbeleri ve hanedan armalarını da kullanan tahsilli bir seçkin sınıfı tarafından yönetiliyordu.

Fakat 1620’lerde Luanda'nın Portekizli valileri Kongo’yu he­def almaya başladı. Komşu Ndongo krallığına boyun eğdirdikten sonra Kongo krallığı üzerindeki Portekiz kültürel hâkimiyetini si­yasi hâkimiyete dönüştürmeye karar verdiler. Ürkütücü Imbangalaları da kendi saflarına çektiler. Güneybatı Afrika’nın Spartaları olan Imbangalalar yamyam ve bebek katili olup sadece yabancı­ların çocuklarını aralarını alarak onları iyi tasarlanmış kabul tö­renleri vasıtasıyla itaatkâr hale getirirlerdi. Krallığının yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu gören Kongo Kralı II. Pedro, Hollandalılardan yardım isteyerek onlara yardım karşılığında altın, gümüş, fildişi ve köle sözü verdi. Böylece Kongo Krallığı da Protestanların safında Otuz Yıl Savaşlarına katılmış oldu.

Pedro’nun talebine cevaben bir Hollanda filosu 1624’te Lunidayı topa tutsa da kralın erken ölümü müteakip askeri faa­liyetleri engelledi. Kongo Kralı II. Garcia, bir Batı Hindistan Şirketi görevlisine dert yandığı üzere, Portekiz’in siyasi ve askeri müdahalelerinden “zarar görmeye” devam ettiği için Pedro’nun siyasetini devam ettirdi. Bunun üzerine Batı Hindistan Şirke­ti’ne ait bir filo Luanda’yı ele geçirip Portekizleri oradan kovarak orada bir Hollanda kolonisi inşa etmeye başladı. Luanda’nın ele geçirilmesini takip eden çarpışmalarda hem Hollandalı hem de Portekizliler yerel kabileleri kullanarak toplarla desteklenen mev­cutları otuz bine yakın ordular kurarken yüzlerce köy de ortadan kalktı. Sıradan bir didişme olmayan Kongo’daki savaş Habsburgların Roma generali ve sözde Habsburg atası, Kartaca fatihi ve İspanya emperyalist gücünün efsanevi kaynağı, Scipio Africanus’un (M.Ö. 236-183) Afrika’daki mirasını ihya etmeyi ihtiva eden küresel heveslerini yeniden canlandırdı.

Bu arada Hint ve Pasifik Okyanuslarındaki Habsburg toprakları da Hollanda Doğu Hindistan Şirketinin hedefi oldu. Molucca Adaları ve Hindistan sahilinde üslenmiş Hollanda ge­mileri İspanya ve Portekiz baharat ticaretini baltaladı. Hollanda Doğu Hindistan Şirketi, Pasifik Okyanusunda modern Endo­nezya’nın bir kısmını işgal ederek günümüzde Cakarta olarak bilinen Batavia’yı kurdu. Burada üslenen Hollanda gemileri Manila’yı ablukaya alıp İspanyol gemilerine saldırdı. Fakat asıl mücadele 1620’lerde hem İspanyol hem de Hollandalılar tarafından neredeyse aynı zamanda işgal edilen Tayvan’da (Formosa) yaşandı. İspanyol valisi San Domingo’da (günümüzde New Taipei) Tayvan’daki ilk taş bina olarak kabul edilen bir kale inşa etti. Yekpare taştan kırmızı cephenin tuğla kemerleri Herkül Sütunları ve Habsburg gücünü simgeleyen ikiz sütunlarla desteklendi.

İspanyolların amacı Tayvan’ı Çin’e gidecek mallar için bir konaklama noktası ve Manila’yı Hollanda saldırılarından koruyacak bir üs olarak kullanmaktı. Fakat hem İspanyol hem de Hollanda­lılar aynı zamanda insanları kendi dinlerine çekmek, Japonya’yla ticaret yapabilmek ve Tayvan’daki şeker çiftliklerinde çalışacak Çinli işçiler için de rekabet halindeydi. Han hanedanının yönet­tiği Çin’den gelenler geçmişte çoğunluğunu kelle avcısı yerlilerin teşkil ettiği Tayvan’ın etnik dokusunu değiştirdi. Hollandalıların San Domingo kalesini topa tutmasını müteakip İspanyol kolo­nisi 1642’de terk edildi. Yine de Tayvan’ın kaderinin Otuz Yıl Savaşlarınınkiyle iç içe geçtiği bu yılların demografik yapıya olan tesiri günümüze kadar siyasi bir çekişme kaynağı olarak kalmaya devam etti.

Avrupa

Otuz Yıl Savaşları Avrupa’da coğrafi olarak daha dar bir böl­gede cereyan ettiğinden buna bağlı olarak küresel sonuçları da daha önemsiz oldu. Ama çok daha kanlı olduğu kesindi. Sadece Kutsal Roma İmparatorluğu’nda nüfusun yüzde 20’sine tekabül eden 5 milyon kişi öldürüldü ya da savaşın yol açtığı neden­ler yüzünden öldü. En ağır darbeyi yiyen Aşağı Avusturya’ydı. 1600’de 600.000 olan nüfusu elli yıl içerisinde yüzde 25 azalarak 450.000’e indi. İşgalci ordular geçtikleri yerleri yağmalayıp hal­ka dehşet saçtığından, su kaynaklarını zehirlediğinden, şehirleri ayırım gözetmeksizin topa tuttuğundan ve kimi zaman arsenik ve ban otundan kaynaklı zehirli gazlar taşıyan mermiler kullan­dığından asıl zayiatı siviller verdi.

En büyük katliam 20 Mayıs 1631 tarihinde imparatorluk or­dusu Saksonya’daki müstakil Lütheryen kalesi olan Magdeburg’a saldırdığında yaşandı. Çıkan yangınlar ve sergilenen vahşetin neticesinde tahminen otuz bine yakın insan hayatını kaybetti. Hayatta kalan bir görgü şahidi imparatorluk askerleri “çocukları mızraklarla dürterek koyun gibi ateşe sürdü; Türkler ve barbarlar dahi onların yaptıklarını yapmazdı,” demişti. Muzaffer komutan Pappenheim soğukkanlılıkla şöyle ifade etmişti: “Tahminimce yirmi binden fazla kişi öldü. Kudüs’ün yerle bir edilmesinden beri böyle bir vahşet ve ilahi cezalandırmanın yaşanmadığından eminim. Askerlerimizin tümü zengin oldu.” Magdeburg’un düş­mesiyle Almancaya yeni bir kelime eklendi -Magdeburgisierung, “Magdeburg’a benzetmek.”

Magdeburg’un yağmalanması yüzlerce kitapçık, el ilanı ve vaazda tekrar tekrar anlatıldı. Katolikler yağmayı ilahi bir in­tikam olarak tasvir edip şehri mahveden yangını (haklı olarak) Magdeburg’un kendi halkının başlattığını söylediler. Habsburgların vahşet ve zulmünün “Kara Efsanesiyle” lekelenen II. Ferdinand’ın itibarı da zarar gördü. Ferdinand’ın komutanlarından birinin izah ettiği üzere Magdeburg’dan sonra Katolik davası siyasi açıdan tecrit edildi ve kendi ürünü olan bir labirente sıkı­şıp kaldı. Yapılan hataların en büyüğü olarak kabul edilebilecek Magdeburg’un yağmalanması neredeyse Habsburgların Otuz Yıl Savaşlarını kaybetmesine neden olacaktı.

Bohemyalı asilerin mağlup edilmesinin akabinde savaşın ilk on yılı II. Ferdinand açısından gayet güzel gitti. Kış Kralı olarak bilinen Palatinate dükü Frederick bozguna uğratıldı ve Danimar­ka müdahalesi, Katolik Birliği tarafından durduruldu. Kendisini Bavyera önderliğindeki birliğe bağımlı olmaktan kurtarmak iste­yen Ferdinand yüzünü Bohemyalı Asil Albrecht Vâclav Eusebiusz  Valdstejna’ya çevirdi. Ana dili Çekçe olsa da Valdstejna, isminin Almanca karşılığı, Wallenstein olarak bilinir. Wallenstein orta halli bir aileden geliyor olsa da zengin bir dulla evlenmesi, para spekülasyonu ve sürgün edilen Protestan mallarını ucuza sa­tın alması sayesinde kısa sürede zengin oldu. Burcunu hazırlayan Kepler birkaç hata yapmış olduğundan Wallenstein’ın mizacına dair tahminlerini (çevik, faal, merhametsiz ve benzeri) göz ardı etmek daha yerinde olur. Onunla ilgili en iyi bilgiyi Pragda inşa ettirdiği sarayın bahçesinden alabiliriz. Çiçek yataklarının geo­metrik ve simetrik düzenlemesi, yanında Wallenstein’ın baykuş koleksiyonunun da yer aldığı, kaba sarkıtlar ve pis pis bakan su­ratlardan oluşan devasa damla taştan yapılma duvarla tezat teşkil etmektedir.

1625 tarihinde Wallenstein, Ferdinand’a bir asilden bekle­nebilecek bir jest olarak, tek bir alay yerine koca bir ordu teklif etti. Ordu el koyma sistemiyle beslenecek ve diğer masrafları da tahvil olarak satılıp teminat altına alınacak kredilerle ödenecek­ti. Cephanenin bir kısmını Wallenstein’a ait olan dökümhane ve imalathaneler tedarik edecekti. Ferdinand’ın onayını alan Wallenstein (sonunda) yüz bin kişilik mevcuda erişen bir ordu kurarak önce Danimarkalıları savaş dışı etti sonra da uzaktaki Pomeraniada yer alan Stralsund’u kuşattı. Wallenstein’ı Kuzey ve Baltık Denizleri Amiralliğine terfi ettiren Ferdinand böylece ondan yeni zaferler beklediğini de ima etmiş oldu. Ferdinand, Wallenstein’ın masraflarını karşılamak için 1628 de ona Kutsal Roma İmparatorluğunun kuzeyindeki, Ferdinand’ın Danimar­kalıları destekledikleri bahanesiyle yöneticilerinden aldığı, Mecklenburg dukalığını verdi.

Mecklenburg, Ferdinand’ın verdiği ikinci dukalıktı; ilki Ferdinand’ın Palatinate Dükü Frederick’ten alarak Bavyera dükü Maximilian’a verdiği Palatinate’ti. Ferdinand bu müsadereleri haklı göstermek için Roma kanunlarını değil de derebeylik ka­nunlarını emsal gösterdi. Ferdinand’ın açıkladığına göre Meck­lenburg dükü, tıpkı Palatinate dükü Frederick gibi, “ahlaksız bir kişi,” olduğundan tüm mülküne ek koyma hakkına sahipti. Ama hu doğru değildi. Müsadere edilen toprağın en yakın akrabaya verilmesi gerekirdi ki o kişi de Wallenstein değildi. Üstelik iki dukalıkta da el konulan araziler sahibi belli tımar ve eski malikâ­neler olup devri mümkün değildi. Ferdinand tüm bu mülkleri aynı kefeye koyarak kanunları pek de umursamadığını göster­miş oldu.

Ferdinand bu hukuki üçkâğıda ek olarak 1555 tarihli Augsburg Barışını da tekrar ele aldı. Maddelerini kendi lehine yo­rumlayarak 1552 tarihinden (asıl barış anlaşmasındaki yürürlüğe girme tarihi) beri Protestanların işgali altında olan tüm kilise arazilerinin Katolik kilisesine iade edilmesini emretti. 1629 ta­rihli Tazminat Fermanı, Katolik kilisesine kaybettiği tüm mülk­lerin iade edilmesini şart koşarak geçen dönemde imparatorluk bünyesinde en az iki başpiskoposluk, on üç piskoposluk ve beş yüz kadar manastır arazisine el koyan Protestan yöneticileri de mahvetmekle tehdit etti. Ferdinand geri adım atmayı reddedince Saksonya dükü önderliğindeki Protestan liderler “savunma maksadıyla” bir araya gelmeye başladı. Akabinde 1630 tarihinde İs­veç’in Lüteryen kralı Gustavus Adolphus, Pomeraniaya çıktı. Bu noktada Gustavus’un ana hedefi muhtemelen sadece Baltık kıyısını ele geçirmekti çünkü yanında iç kesimlere dair harita getirmemişti. Fakat büyük Protestan intikamcısı ve yeni Kuzeyli Gece Yarısı Aslanı olarak yere göğe sığdırılamayan Gustavus Adolphus kendisine biçilen bu kaftanı giymeyi kabul etti.

Ferdinand, Tazminat Fermanıyla Kutsal Roma İmparatorluğu bünyesinde Katolik kilisesini tekrar ihya etmeyi amaçlasa da Fermanı Magdeburg’un yağmalanması takip ettiğinden tüm avantajını kaybetti. Mevzubahis vahşet ve tüm topraklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olan Protestan liderler artık tarafsız kalamazdı. Gustavus’un meşru sahiplerine iade ettiği Brandenburg, Saksonya ve Mecklenburg’un dükleri İsveç kralını desteklemek için bir araya geldi. Birkaç çarpıcı zaferi müteakip müttefikler Bohemya, Silezya ve Bavyeraya girerken Wallenstein durumu toparladı. Başarılarından rahatsız olan Ferdinand tara­fından emekli olmaya zorlanıp sonra tekrar göreve çağrılan Wallenstein, Protestan kuvvetleri geri püskürttü. 1632 tarihindeki Lützen Muharebesinde Gustavus Adolphus’un ölmesi, varisi altı yaşındaki bir kız olduğundan, İsveç’te siyasi bir krizin patlak ver­mesine yol açtı. Fakat vazgeçmeye niyeti olmayan İsveç şansölyesi ve naibi Oxenstierna bu krizi Fransa ve Protestan yöneticilerinin İsveç ordusunu mali açıdan desteklemelerini sağlamak için baskı aracı olarak kullandı.

Oxenstiernanın mücadeleye devam etmeye kararlı olduğu­nu gören Wallenstein silahlı kuvvetlerle yapılacak güç gösterisine diplomatik bir hamlenin de eşlik etmesi gerektiğini düşünerek düşmanıyla müzakereye başladı. Wallenstein’ın ne yapmaya ça­lıştığını haber alan Ferdinand, Wallenstein’ı “azılı asi” ilan ede­rek Şubat 1634’te idamını emretti. Bir hafta sonra Wallenstein, Ferdinand’ın talimatı üzerine idam edildi. Ferdinand’ın adamları “İhanetin Zararları ve Bir Nankörün Akıbeti” başlıklı bir kitap­çıkla onun yaptıklarını mazur göstermeye çalışırken en mantık­lı yorumu XIII. Louis’nin başvekili Kardinal Richelieu yaptı: “Wallenstein’ın ölümü efendisinin gaddarlığının... feci bir mi­sali olarak kalmaya devam edecektir.”

Ferdinand sonunda oğlu Ferdinand’ı (müstakbel imparator III. Ferdinand) Wallenstein’ın halefi olarak imparatorluk güçleri­nin başkomutanı olarak tayin etti. Genç Ferdinand feraset sahibi bir taktisyen, mahir bir kumandan ve kabiliyetli bir diplomat ol­duğunu ispat etti. Fakat imparator çok geçmeden Wallenstein’ın haklı olduğunu fark etti. Müzakeresiz savaşı sona erdirmek müm­kün değildi, imparatorluk merkezinde İspanyol ordusu kullanmak bile, genç Ferdinand ile İspanyol Kardinal-Infante Ferdinand’ın birlikte 1634te Nördlingen’de kazandığı zafere rağmen, Habsburgların durumunu değiştirmedi. 1635 tarihinde Alman prens­leriyle Prag Barışını imzalayan II. Ferdinand, Tazminat Fermanını geri çekti. Anlaşmanın metni maksadının açıkça göstermektedir: “Kan dökme derhal sona erecek ve anayurdumuz yüze Alman Ül­kesi tümüyle harap olmaktan kurtarılacaktır.”

II. Ferdinand 1637’de geçirdiği felç yüzünden öldü. Kalbi Loreto Şapeli’ndeki bir kupaya konurken bedeni de, kendisini bekleyen mozolenin yirmi yıldan uzun süredir inşa halinde ol­duğu, Graz’a nakledildi. Yerine, zaten Romalıların kralı olarak seçilmiş olan, genç Ferdinand geçti ve babasının yolundan gidip savaşı sona erdirmenin yollarını aramaya başladı. Prag Barışın­dan sonra Habsburglara karşı yürütülen savaşta önderliği İsveç’le ittifak yapan Fransa aldı. Savaş büyük ölçüde dini vasfını kaybe­dip Fransa ile Habsburglar arasındaki siyasi bir çekişmeye dönüş­tü. Savaşın bu safhasında Fransa, Katalonya’da İspanya kralı IV. Philip’e karşı başlatılan isyanı ve 1640’ta Portekiz’in ayrılmasını destekleyerek İspanyol Habsburgların kolunu kanadını kırdı.

Beklenenin tam tersine 1630’larda başlayan barış görüşmele­ri, taraflar masada ellerini güçlendirecek kısa yoldan kazanılacak zaferlerin peşine düştüğünden, savaşı daha da alevlendirdi. Bu görüşmelere katılan bir elçi “kışın müzakere edip yazın savaşırız,” demişti. Savaşın son senesinde bir İsveç ordusu Prag Şatosunu işgal etti -otuz yıl önce savaşın başlamasına neden olan camdan atılma hadisesinin yaşandığı yer. İsveçliler, II. Rudolf’un Harikalar Salonundan geriye kalanları topladılar, Prag’ın ma­nastır kütüphanelerindeki kıymetli kitapları aldılar ve ganimeti Stockholm’e gönderdiler. Fakat Rudolf’un meşhur “Buhtunnasır tacını” aramaları fayda vermedi çünkü taç Viyana’daydı.

1648’e gelindiğinde Habsburglar askeri açıdan tükenmişti. Prag düştüğü gibi İsveç ordusu Viyana’yı da tehdit ediyordu. III. Ferdinand şehirde alelacele bir mermer Meryem sütunu inşa ettirdi. Böylece Meryem’in İsveçlilerin dikkatini başka yöne çe­keceğini ummuştu. Bavyera 1648’e kadar iki kez Fransızlar tara­fından işgal edildi. Bu arada Kutsal Roma İmparatorluğundaki kale ve tahkimli garnizonların dörtte ya da beşte biri düşman eline geçmişti. Fakat Stockholm ve Paris’teki hükümetler stra­teji hususunda sürekli tartışıp birbirine güvenmediğinden düş­manları da bölünmüş haldeydi. Ferdinand, Fransa Kralı XIV. Louis’ye İspanyayla olan savaşma karışmayıp Pirenelerde süren savaşta tarafsız kalacağı sözünü vererek baş düşmanını müzake­reye razı etti. İsveçlileri ikna etmeye de ödenecek yüklü miktar­daki para yeterli oldu.

1648 tarihinde Otuz Yıl Savaşlarını sona erdiren Vestfalya Barışı genelde teferruatlarla alakalıdır -sınırlar nasıl çizilecek, hangi bölge kimin eline geçecek, Bavyera dükleri, 1623 tarihin­de II. Ferdinand’ın onlara bahşettiği, elektör unvanlarını kullan­maya devam edebilecekler mi gibi. Diğer taraftan Kutsal Roma İmparatorluğu’na bağlı prenslerin diledikleri dini seçebilmesi ve Kalvinizm’in bir seçenek olmasını kabul ederken onların tebaala­rının kendi dinlerinin gereklerini yerine getirme hakkını da (bazı hudutlar dâhilinde) tanıdı. Gelecekte kilise mülkleri ve dini hür­riyetin sınırları hakkındaki tartışmaların karara bağlanması mah­kemelerin vazifesi olacaktı -imparatorluğun merkezi mahkemesi sırf bu maksatla yenilenip eşit sayıda Protestan ve Katolik hâkim atandı. Kendine ait olan topraklarda din hürriyeti tanımakla mü­kellef olmayan III. Ferdinand ise önemli bir muafiyet hakkı elde etmiş oluyordu. Böylece Bohemya ve Avusturya topraklarında insanları Katolikliğe döndürmek için sarf edilen gayretlerin boşa çıkmasına mani olunmuştu.

Vestfalya Barışı “Hıristiyan dünyasında umumi sulhu” te­min etmeyi başardığından Avrupa’nın ilk anayasası ve modern Avrupa’nın evriminde hayati bir adım olarak kabul edildi. Diğer taraftan Habsburg İspanyası ile Hollanda Birleşik Eyaletleri’nin “denizde ve diğer sularda, karada... Doğu ve Batı Hint Adalarında, Brezilyada, Asya, Afrika ve Amerika kıyılarında,” savaşmasına son verdiğinden küresel bir barış da sayılırdı. O tarihe kadar ele ge­çirilen topraklar tanındı ve Hollandalılara İspanyol kolonileriyle ticaret yapmada imtiyazlar verildi. Anlaşmanın akabinde Hollan­da Batı Hindistan Şirketi, Orta Avrupa köle ticaretini çabucak ele geçirip genişletti. Vestfalyadan sonraki yarım asır içerisinde güney Karayiplerdeki Curaçao’da bulunan Hollanda “işleme tesisi” üze­rinden elli bin kadar Afrikalı köle İspanya nın Yeni Dünyadaki ve Pasifik okyanusundaki topraklarına gönderildi. Vestfalya Barışı, Otuz Yıl Savaşlarını sona erdirmekle birlikte nihayetinde on iki milyon insanın canına mal olacak dünya çapındaki Afrikalı köle ticaretini de alevlendirdi. 

Habsburglar, Martyn Rady, Kronik Yayıncılık



4 yorum: