I. Meşrutiyet ve Sonrası


Osmanlı Devleti'nin temelde Fatih Kanunnamesi'yle belirlen­miş olan monarşik yönetim sistemi, yetkileri yalnızca şerî konu­lara ilişkin fetva kurumuyla sınırlanmış olan padişahın mutlak egemenliğine dayanıyordu. Padişah devlet yönetimini «kapıku­lu» konumunda olan ve mülkiye, seyfiye, kalemiye, ilmiye adlı dört işlevsel kuruma ayrılan dar bir egemen sınıf aracılığıyla yü­rütüyordu. Osmanlı tebaasını oluşturan değişik milliyet ve din­lerden topluluklar, din, adalet, eğitim gibi belirli alanlarda özerk bir örgütlenmeye olanak veren «millet sistemi» çerçevesinde ba­zı haklardan yararlanmakla birlikte padişaha mutlak bir sadakat göstermekle yükümlüydü. Osmanlı kurumlarım ayakta tutan dengelerin XVI. yy'dan sonra bozulmaya yüz tutması, özellikle XIX. yy başlarında bazı düzenlemelere gitme gereğini gündeme getirdi.

Birinci meşrutiyet
Batı'yı örnek alarak sorunları aşma çabasının ürünü olan re­formlar çerçevesinde 1839'da çıkarılan Tanzimat Fermanı'yla pa­dişahın yetkileri bir ölçüde sınırlandırılırken, hukuk devleti dü­zenine geçiş yönünde de bazı adımlar atıldı. Ama Tanzimat re­formlarına bağlı olarak gelişen aşırı merkezîleşmenin ekonomik sorunlar ve siyasal istikrarsızlıkla birleşmesi, Sultan Abdülaziz'in 1870'ten sonra keyfî ve baskıcı bir yönetim kurmasına yol açtı. Bu arada meşrutî bir yönetime geçişi savunan ve Yeni Os­manlılar olarak bilinen hareketin görüşleri devlet adamları ara­sında da ağırlık kazandı.

Kanunuesasî'nin ilanı
Şûrayı Devlet başkam Midhat Paşa'nın öncülük ettiği reform­cu devlet adamları, Sadrazam Mahmud Nedim Paşa'nın başarı­sız politikalarına duyulan büyük tepkiden de yararlanarak 30 mayıs 1876'da Abdülaziz'i tahttan indirdiler. Ama yerine tahta çıkan ve açık görüşlülüğüyle tanınan V. Murad, bir süre sonra Abdülaziz'in kuşkulu ölümü ve bazı nazırlara yönelik suikast nedeniyle ruhsal bir çöküntü içine girdi. Padişahın devlet işlerin­den bütünüyle uzaklaşmasına neden olan bu durum, saray darbesine destek vermekle birlikte tutucu bir eğilim taşıyan Sadra­zam Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa gibi devlet adamlarının meşrutiyeti önleme girişimlerini daha da kolaylaştırdı. Meşruti­yete geçiş sözü vererek arayış içindeki reformcu devlet adamla­rının desteğini kazanan II. Abdülhamid, nazırların aldığı karar doğrultusunda 31 ağustos 1876'da tahta çıkarıldı.

Siyasal bunalımın sürdüğü bu ortamdan yararlanmaya çalışan Rusya savaş hazırlıklarına başlarken, Müslüman olmayan Os­manlı uyruklarının durumunu gündeme getiren Batılı ülkelerin baskısı da artmıştı. Ağırlaşan sorunlar karşısında sadrazamlığı bırakan Mehmed Rüşdi Paşa'nın yerine bu makama getirilen Midhat Paşa, dış müdahaleleri boşa çıkarmak için Kanunucedid adıyla bir anayasa taslağı hazırladı. Yeni Osmanlılar hareketinin önderlerinden Namık Kemal ve Ziya Paşa'nın da katkıda bulunduğu taslağı yeterli bulmayan II. Abdülhamid, Fransız Anayasa­sını çevirterek ikinci bir taslak hazırlama yoluna gitti.

Daha sonra bu taslakları inceleyerek yeni bir metin hazırlamak üzere on altı mülkiye memuru, on ilmiye memuru, iki ferik  ve üç Hıristiyan müsteşarın yer aldığı özel bir komisyon oluşturuldu. II. Abdülhamid de her madde üzerinde durarak, kendince gerekli gördüğü bazı ekleme ve çıkarmalar yaparak komisyon çalışmalarına katıldı. Sonunda ortaya çıkan metin Midhat Paşa'nın başkanlık ettiği Heyeti Vükela'ya (Bakanlar Kurulu) sunuldu. Padişaha «hükümetin emniyetini ihlal» edenleri sürgün gönderme yetkisini tanıyan 113. madde büyük bir tartışma yarattı. Ama Midhat Paşa'nın uzlaşıcı bir tutum takınmasıyla aynen benimsendi. Heyeti Vükela'daki görüşmelerde son biçimini alan Kanunuesasî 27 aralık 1876'da II. Abdülhamid'in bir hattı  hümayunuyla yürürlüğe girdi. O sırada Balkanlar'daki Osmanlı topraklarında yeni düzenlemeler yapılması amacıyla İstanbul’da  toplanmış olan Tersane Konferansı'ndaki Batılı delegeleri etkilemek için Meşrutiyet'in ilanı top atışlarıyla duyuruldu. Top sesleri üzerine söz alarak meşrutî bir yönetime geçildiğini ve artık konferansa gerek kalmadığını bildiren Osmanlı Nazırı’nın önerisi kabul görmedi.

Kanuni Esasi

Kanun-ı Esasi bir anayasa mıdır?

Eğer Kanun-ı Esasi, sultanın egemenliği kullanışında kendisini de aşan herhangi bir sınırlama getirmiyorsa, gerçekte bir anayasa sayılmayacak, dolayısıyla meşrutiyetten de söz edilemeyecek demektir.

 Kanun-ı Esasi, egemenliğin sahibinin  padişah olduğunu kabul eder. Der ki(m.3): Osmanlı saltanatı, yüce Osmanlı sülâlesinin en büyük evlâdına aittir. Saltanat yani egemenlik halife sultandadır.

 

Padişah bu egemenliği kullanırken herhangi bir kayıtlamaya tabi midir? 1876  Kanun-ı Esasisi yasama yetkisinin padişaha ait olduğunu gösteren bir düzenleme yapmıştır. Bir kere, kanun teklif etmek için, halkın temsilcilerinin, yani mebusların sultandan izin almaları gerekir. Bu izin alınırsa, teklif bir metin haline getirilmek üzere Şûra-yı Devlet’e

gider. Metin tamamlanınca önce Heyet-i Mebusan’da görüşülür. Heyet-i Mebusan’da kabul edilirse, Heyet-i Ayan’a gelir. Heyet-i Ayan padişahın seçtiği kişilerden oluşmaktadır. Tasarı burada da kabul edilirse artık padişahın onayına sunulabilir hale gelmiştir. Fakat padişahın önüne gelen metin henüz kanun değildir. Sultan bu metni benimsemezse, ortaya bir kanun çıkmaz.

Bütçe kanunu biraz daha farklıdır. Bu kanunu, doğrudan doğruya Meclis-i Umumi, yani seçilmişlerden oluşan Heyet-i Mebusan ile padişahın belirlediği kişilerin meydana getirdiği Heyet-i Ayan ayrı ayrı görüşüp kabul eder. İrade açıkça meclisindir. Ancak, meclisin toplantı halinde bulunmadığı zamanlarda, olağanüstü sebepler yüzünden harcama yapmak gerekirse veya gene bazı olağanüstü şartlardan dolayı meclis feshedilmiş olursa (m. 101 ve 102) padişah iradesiyle geçici bütçe uygulamaları yapılabilir.

Padişahın Yetkileri

Bu durumda, Kanun-ı Esasi’nin padişah iktidarını sınırladığından söz edilebilir mi? Kanun koyma artık tek başına padişaha ait değil. Gerçi, padişahın iradesi olmadan kanun ortaya çıkamıyor, ama padişah da meclisin iradesi olmadan, kanun adı altında bir düzenleme yapamaz. Demek ki, küçük de olsa bir sınırlama vardır. Sultanın istemediği kanunlaşamaz fakat her istediğini kanunlaştırması da mümkün değildir. Bir çeşit frenlemeden söz edilebilir. Ancak Kanun-ı Esasi, bütçe konusunda olduğu gibi, genel olarak kanun alanında da padişaha önemli bir hak tanımaktadır. Buna göre, meclisin toplantı halinde bulunmadığı zamanlarda, devleti ve kamu düzenini korumak için zorunlu görülürse, Kanun-ı Esasi hükümlerine aykırı olmamak üzere, padişah geçici kanunlar çıkarabilir. Şu halde, yasama gücünün kullanımına katılma bakımından meclisin bir yetkisi vardır, fakat sultan, gerektiğinde, meclis olmadan da kanun niteliğinde işlemler yapabilmektedir.

Yürütme yetkisi de hemen tamamiyle padişaha aittir. Sadrâzam da, vekiller de padişahın memurları durumundadır. Onları tayin eden de azleden de padişahtır. Bu işlemleri yaparken herhangi bir sınırlamayla karşı karşıya değildir. Vekillerin meclise karşı siyasi sorumlulukları yoktur. Sadece, meclisin sevk kararı ve padişahın iradesi birleşirse, vekiller Yüce Divan’a gönderilebilir ve yargılanabilirler. Halkın seçtiği temsilcilerden oluşan Heyet-i Mebusan’ın yetkili gözüktüğü bir konu da, Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) üyelerinin görevden alınmalarıdır. Devletin mal ve paralarını kullanan memurların hesaplarını, işlemlerini denetleyen Divan-ı Muhasebat’ın üyelerini, kaydı hayatla bu memuriyette kalmak üzere padişah tayin eder. Ancak, bir üyenin azli de gerekebilir. O zaman, tayin eden makamın yani padişahın görevden alma kararını da serbestçe verebileceği düşünülebilir. Fakat, Kanun-ı Esasi, maddeleri arasında gizlediği o kendine has meşrutiyet anlayışı sebebiyle azil kararının Heyet-i Mebusan’ca lüzumlu görülmesini aramıştır. Heyet-i Mebusan, çoğunlukla azlin gerekli olduğuna karar vermezse, Divan-ı Muhasebat üyesi görevini sürdürür. Padişahın haklarının, kanun koyma ve Divan-ı Muhasebat üyelerini azletmek bakımından küçük de olsa sınırlanıyor olması, Kanun-ı Esasi’yi değiştirmek için de sadece padişahın iradesinin yetmemesi karşısında, Kanun-ı Esasi’yi bir anayasa olarak kabul etmek  gerekir. Fakat, meclise neden gerçek bir yasama organı kimliği verilememiş, neden sultanın haklarının yalnızca kayıtlamalarda bile, gene bu kayıtlamaların varlığını giderici ek hukuki imkânlar padişaha tanınmıştır? Bunun, birbirini etkileyen iki sebebi vardır: Birinci  sebep Kanun-ı Esasi’nin hazırlanışını etkileyen üç unsurdan ilkinin, yani asıl halk kitlesinin sessiz desteğine ve meşruluk anlayışına dayanan geleneksel halife-sultan müessesesinin ağır basmasıdır. Diğer iki unsur ise, yabancı devletlerin baskısı ile Midhat Paşa ve arkadaşlarının özlemleri olarak ifade edilebilir. Bir başka deyişle, dış baskılarla, içerdeki etkili aydın devlet adamlarının birleştiği bazı noktalarda bile, padişahın kutsal egemenlik hakkı aşılamamıştır. İkinci sebep de, geleneksel saltanat  makamının gücünden kaynaklanan ve Osmanlı Devleti’ne has meşrutiyet anlayışıdır.

….

Osmanlı Devletinde Meşrutiyet Anlayışı, Yıldızhan Yayla, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi


Meclisli Yönetim
Öncelikle Meşrutiyet'e öncülük etmiş kadroları İstanbul'dan uzaklaştırmak için bahaneler aramaya yönelen II. Abdülhamid, 5 şubat 1877'de görevden aldığı Midhat Paşa'yı ünlü 113. maddeye dayanarak sürgüne gönderdi. Bu tasfiye hareketinin sürdüğü bir ortamda Meclisi Mebusan için seçimler yapıldı ve II. Abdülhamid'in atadığı kişilerle Meclisi Ayan oluşturuldu. Her iki meclisin ortak oturumu 20 martta Dolmabahçe Sarayı'nda düzenlenen ge­niş katılımlı bir törenle açıldı. Törende hazır bulunan II. Abdülhmid'in açılış söylevi Küçük Said Paşa tarafından okundu.

Daha sonra Ayasofya yakınındaki Darülfünun binasına geçen Meclisi Umumî'nin birinci dönem çalışmaları aralıklarla 28 hazirana değin sürdü. Bu dönemde hükumetçe getirilen çeşitli yasa tasarılarının yanı sıra bazı ülke sorunları ve basın özgürlüğü gibi konular üzerinde de duruldu. Meclis görüşmeleri genelde olgun ve ağırbaşlı bir havada geçti; Rusya'nın savaş açmasına karşı gösterilen tutum Osmanlı toplumunda yeni bir siyasal birliğin örneğini ortaya koydu.

Meclisi Umumî'nin ikinci dönem çalışmaları 13 aralık 1877'de başladı. II. Abdülhamid savaşa ilişkin geniş bilgiler verdiği söy­levinde «gerçeği bulma ve ülke çıkarlarını sağlama açısından me­busların hürriyet içinde fikirlerini bildirmeleri» gerektiğine işaret etti. O sırada Rus orduları hem Balkanlar'da, hem de Kafkasya cephesinde büyük bir ilerleme sağlamış, Karadağ, Bosna ve Hersek'te ayaklanmalar çıkmıştı. Savaşın gidişatından kaygı duyan mebusların hükümete yönelttiği sert eleştiriler, oturumların ger­gin bir havada geçmesine yol açtı. Meclisi Mebusan başkanı Ahmed Vefik Paşa'nın sadrazamlığa getirilmesinin Kanunuesasî'ye aykırı bulunması, bu gerginliği doğrudan padişahı da hedef alan bir çatışmaya doğru tırmandırdı.

Kendisinin önerdiği «açıklık rejimi»nden ve meclisin bir tür denetim mekanizmasını geliştirmesinden rahatsız olan II. Ab­dülhamid, Rus ordusunun Ayastefanos'a (Yeşilköy) doğru ilerle­diği günlerde Yıldız Sarayı'nda bir meşveret (danışma) meclisi topladı. Bu toplantıdan sonra 13 şubat 1878'de yayımlanan pa­dişahlık iradesiyle, iç ve dış sorunlar gerekçe gösterilerek Meclisi Umumî tatil edildi. Böylece Birinci Meşrutiyet dönemi kapanır­ken, II. Abdülhamid'in Kanunuesasî'yi askıya alarak kurduğu baskıcı rejimle belirlenen «istibdat dönemi» başladı. Axis 2000

1839 Tanzimat Fermanı’yla vatandaşların hukuki güvenliğini sağlama yönünde önemli adımlar atılmış olsa da Osmanlı toplumu, 19. yüzyılda henüz demokratik düzeni kuracak ve taşıyacak güçte sosyal güçten yoksundu. Demokratik yapının en önemli kurumlarından olan parlamentonun ilk olarak 1876 yılında açılması bu yönde önemli bir adım sayılır. Fakat o dahi ancak iki yıl açık kalabilmişti. Osmanlı Rus savaşı yüzünden Parlamentonun tatil edilmesinin ardından başlayan “istibdat” yönetimi yaklaşık otuz yıl boyunca siyasal özgürlükleri önemli ölçüde ortadan kaldırdı. Bu dönemde Avrupa’ya giderek çeşitli gazetelerin çevresinde örgütlenme imkanı bulan muhalefet, ülke içinde de bazı dinamikleri harekete geçirerek otuz yıl aradan sonra 1908 yılında Meşrutiyet’in yeniden ilanını sağladı. Ne var ki, Meşrutiyet’in ilanını sağlayan muhalifler kendi içlerinde tam anlamıyla bir bütünlük arz etmiyorlardı. Jön Türkler arasındaki fikir ayrılıkları Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte derinleşme eğilimi göstermiştir. Nitekim farklı cemiyet ve fırkalar içinde örgütlenmeleri de bu gerçeği doğrulamaktadır. Daha önce Padişaha karşı yürütülen gizli muhalefet artık Parlamento içerisinde ve aleni olarak yapılmaya başlanmıştır. Osmanlı siyasal hayatında açık bir çoğulculuk yoktur. Ancak 23 Temmuz 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanıyla çok partili bir siyasal yapıya ve hürriyet ortamına girilmiştir. II. Meşrutiyet’le beraber tek otorite ve karar mercii yerine çeşitli “muhalif cemiyetler”, “matbuat” ve “ordu” birer baskı grubu olarak ortaya çıkmışlardır. Siyasi otoritenin farklı ellere geçmesiyle beraber Meşrutiyet’in nasıl uygulanacağı sorunu belirmiştir. Yani Meşrutiyet döneminde bir “usul” tartışması yaşanmaya başlamıştır. Bu tartışma Ordu, Cemiyet ve Siyasi Partiler arasında olmuştur....

Yapılan bu usul tartışmalarında siyasal iktidarların nasıl belirleneceği, yetkilerini nasıl kullanacağı, siyasal muhalefetin nasıl yapılanacağı gibi önemli konular mevcuttur. Tartışmaların hiç kuşkusuz demokratik bir yapı için öngörülen unsurlara ait kavramların farklı şekillerde algılanmasından kaynaklanmaktaydı. Bu dönemde, başlayan usul tartışmaları bugün bile varlığını korumaktadır. Meşrutiyet’in ilanından sonra Ahrar Fırkası tarafından öne sürülen usul tartışmalarında şu unsurlar öne çıkmıştır: Demokratik bir devlet modelinde mücadelenin meşru vasıtalarla olması, ordunun siyaset dışı tutulması, Parlamento’ya gerekli yetkilerin verilmesi, hukukun üstünlüğüdür. Ancak siyasi mücadeledeki rakibinin bu taleplere farklı gerekçelerle karşı çıkmış olması, bugünün tartışmalarında da yer bulmuştur. II. Meşrutiyet dönemi bu usul tartışmasının yanında dönemin önemli fikir cereyanlarından olan İslamcılık, Batıcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük tartışmalarının da yaşandığı dönemdir

II. Meşrutiyet Döneminde Muhalefet: Ahrar Fırkası, Oğuz Kaan, Doktora Tezi



Jön Türkler
«Jön Türk» adı, XIX. yüzyılın orta­larından XX. yüzyılın başına kadar uzanan bir devre içinde Osmanlı İmparatorluğunda, Batının siyasal düşüncesinin etkisi altında kalıp ülkelerindeki düzeni değiştirmeye çalışan fikir ve eylem adamları için kullanılmış geniş kapsamlı bir kav­ramdır. Bu adın üç benzer fakat ayrı gruba yakıştırıldığını görüyo­ruz.

✅Bunlardan birincisi «Yeni Os­manlılar» olarak tanınan düşünür­ler topluluğudur. 1860 ve 1870'lerde faaliyette bulunan Yeni Osmanlı­lar Cemiyeti, Batının Siyasal düşü­nürlerinin etkisi altında kalıp siyasal görüşlerini devlet mekanizma­sının dışında basın yoluyla siste­matik şekilde etkili kılmaya çalışan ilk Osmanlı kuruluşudur. Önemli üyeleri arasında N. Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi kimseler vardır.




 «La Jeune Turquie» tabiri XIX. yüz­yılın başından beri Avrupa'da Meş­rutiyetçi hareketlerin önderliğini yapmış olan «Giovine İtalia», «Jeu­ne France» (Genç İtalya, Genç Fran­sa) gibi tabirlere benzetilerek, Ye­ni Osmanlılardan daha önceki çağdaş düşünce taraflıları için icat edilmiş, sonradan Yeni Osmanlılar için de kullanılmıştır.

 Jön Türk ta­biri, daha da yaygın olarak 1890'lardan itibaren Sultan Abdülhamit'e karşı yöneltilen bir diğer protesto hareketini adlandırmıştır. Arala­rında hiç olmazsa bir kuşaklık bir ara olan bu iki grubun siyasal yak­laşımları arasında önemli farklar mevcuttur. Bu ideolojik ayrılmanın en önemlisi Yeni Osmanlıların si­yasal reform projelerinde dinsel de­ğerlere öncelik tanıma eğilimleri, buna karşılık Jön Türkler arasında dinsel eğilimin yavaş yavaş kaybolmasıdır.

Jön Türk tabiri, üçüncü olarak, 1908'den sonra Osmanlı İmparatorluğunun mukadderatına 1918'e kadar hakim olmuş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Par­tisi için kullanılmıştır.

Jön Türk grubunun içindeki bölün­melere baktığımız zaman bunların bir tek türden olmadıklarını görü­rüz. Bu bölünmeyi hiç olmazsa dört eksende toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi «adem-i merkeziyet» ile «merkeziyet» taraftar­ları arasındaki ayrılıktır.

İkinci bir bölünme Jön Türklerin kendilerini «Türk» addedenleriyle, kendilerini daha çok Arap, Kürt, Arnavut, Er­meni veya Yahudi sayanlar arasın­daki ayrılıktır.

Üçüncü ayrılma ek­seni, Jön Türklerdeki «sivil»lerle «asker» ler arasındaki anlayış fark­larıdır.

Son olarak da İslâm dinini «vahy-i ilahî» olarak kabul eden­lerle dine inanmayıp bunu en çok «sosyal pekiştirici» bir öge olarak görebilenler arasındadır. Bütün bunların dışında Jön Türk tabiri, Sultan Abdülhamit II. zama­nında Osmanlı İmparatorluğunda amaçları ayrı olan birçok kimseleri birleştirebilecek genel bir hoşnut­suzluğun hüküm sürmesine dikka­timizi çektiği oranda faydalı bir kavram olmaktadır.

Hürriyet İlanının Hazırlık Aşamaları
Namık Kemal ve Ziya Paşaların bir Osmanlı anayasası sağlama ko­nusundaki çabalarının, Jön Türk hareketi ile bazı bakımlardan doğ­rudan, bazı bakımlardan dolaylı bağları vardır. Bu arada Ali Şef­kati Bey gibi Yeni Osmanlılar Ha­reketinin son aşamalarına katılan birisi, aynı zamanda Jön Türklerin ilk yayın organlarından biri olan «İstikbal» i çıkartmıştır. Ali Şefkati Beyin pek cılız olan bu katkısının yanında Yeni Osmanlıların, Jön Türklerin genel ideolojilerine iklim hazırlamaktaki etkileri daha önem­lidir. Namık Kemal'in eserlerinin 1880 ve 1890'larda okunması Jön Türklerin dünya görüşünün katla­rından birini teşkil eder. Genellikle üzerinde durulmayan ikinci bir kat, Abdülhamit'in çok önem verdiği devlet memuru ve asker yetiştirici okullarda verilen yeni teknik bilgi­ler olmuştur. Devletler Hukukun­dan, Anatomi ve Matematiğe ka­dar, bu derslerin tümü, okullarda yetişen gençlere memleketlerindeki durumu çağlarının bilimsel gözlü­ğü ile görmelerini ve toplumlarının eksiklerini seçmelerini mümkün kılmıştır. Bu sonuç, Osmanlı yük­sek öğretim kurumlarının genel se­viyesinin Batıdaki benzerlerinden düşük olmasına rağmen ortaya çık­mıştır.

Sultan Abdülhamit, 1876 Anayasa­sını yürürlükten kaldırdıktan son­ra ülkenin içindeki baskısını an­cak yavaş yavaş artırmıştır. 1886'ya kadar geçen devre içinde Ab­dülhamit devrinin sonraki baskıcı­lığının ancak başlangıçları gözük­mektedir. Bunun sebebi, Abdülha­mit'in, özel maksatları olmayan bütün aydınların meşrutî bir mo­narşinin Osmanlı İmparatorluğu için geçerli olmayacağı konusunu açıklıkla görebilecekleri inancıydı. Abdülhamit'in «istibdat» yolunda­ki sert adımları aydınların bu fi­kirde olmadıklarını keşfettikten sonraya rastlamaktadır. Kuşkusunu artıranlardan birinin de «Mizan» gazetesi sahibi Murat Bey olduğu­na şüphe yoktur.

Murat Bey, daha çok Mülkiye Mek­tebi (kuruluşu 1859)ndeki tarih dersleri ile tanınmıştı. Tarihçiliği, Batıda harcıalem olmuş bir tezi Türkiye'ye getirmesinde toplanıyor­du: Tarihî gelişim, müesseselerin zamanla siyasî mahiyet değiştirdi­ği fikri. Derslerinin bu muhtevası o zamanın gençliği ve aydınları üzerinde olağanüstü bir etki yarat­mıştı. Bugün, «Mizan»ın makalele­rinde Hükümete karşı açık bir yergi görmek mümkün değildir. Eğiti­min ehil ellere verilmesi gereği, memur tayinlerinin bir süzgeçten geçirilmesi tekliflerinin devrimci bir yönü yoktur. Fakat buna ben­zer ufak tefek tenkitler ve bilhassa dış politikada «akıl öğretme», «Mi­zan» nın 1890'da kapanmasıyla sonuçlandı. Kendini, İstanbul'un aydın çevrelerinin önderi gören Murat Bey'in «hürriyetçi» tutumu, bundan dört yıl sonra Ermeni ayaklanmaları sırasında şekillendi. Padişahın umursamaz gözüken tutumunun Avrupa devletlerinin müdahalesine yol açacağından korkan Murat Bey Türkiye dışına kaçtı (1895).

Aslın­da, 1889'da Askerî Tıbbiyede kurul­muş olan bir teşekkül o günlerde aynı nedenlerle İstanbul'da faaliye­tini artırmıştı. Cemiyetin sonraki önemli simalarından biri (Ahmet Rıza Bey) «Hatırat»ında Cemiyetin bu-sıralarda «İttihad-ı İslam» adıy­la ortaya çıkmak istediğini, kendi­sinin ise «İttihat ve Terakki» üze­rinde ısrar ettiğini belirtir. Aynı durumlar karşısında aynı kuş­kuları duymuş olmak, —Tıbbiye ve Mülkiye'deki «genç»lerle temasta bulunduğunu söyleyen— Murat Beyde Cemiyetin önderliğini kolay­ca elde edebileceği kanısını yarat­mış olabilir. Ancak, Cemiyet, Avrupa'da fikirlerini yaymak üzere, Pa­ris'te 1889'danberi bulunan biriyle, Ahmet Rıza ile zaten ilişki kurmuş­tu. Bu ilişki kurmanın sonucu, Ah­met Rıza Beyin Cemiyet adına «Meşveret» başlığını taşıyan Türk­çe ve Fransızca bir gazete çıkarma­sı oldu.

Ahmet Rıza Beyle Murat Beyin Tür­kiye dışındaki hareketin başına geçme rekabetleri Cemiyetin ilk safhalarının en önemli yönünü teş­kil eder. Murat Bey Mısır'da çıkar­maya devam ettiği «Mizan» da çok ılımlı bir meşrutiyetçiliğin yanında Padişaha karşı olan derin hürme­tini her fırsatta belirtmeye çalışı­yordu. Bunun karşısında, Ahmet Rıza'nın anayasacı fikirlerinde be­liren Padişahlık müessesesine karşı hürmetinin arkasında çok başka fi­kirler yatıyordu. Ahmet Rıza Be­yin gelenekçiliğinin derin kaynağı, pozitivizm felsefesinin oturmuş mü­esseseleri modernleşme uğrunda bir alet olarak kullanma çabasıydı. Ge­rek din, gerek padişahlık Ahmet Rıza Bey için bu açıdan bir değer taşıyordu. Rıza Beyin asıl amacı din ve saltanat çerçevelerinin ta­mamen dışında olan bir sosyal çağ­daşlaştırma olarak tanımlanabilir. Bu uğurdaki gerçek düşüncelerini saklayamaması kendisini bazen zorluklara da düşürüyordu. 1896 yı­lında İstanbul'da dağıtılan İttihat ve Terakki yöneticileri Avrupa'ya geldiklerinde Ahmet Rıza'nın lâyik tutumunu kendi amaçlarına uymaz bulmuş ye Cemiyetin «naşiri efka­rı» olarak Murat Bey'in «Mizan»nı  tayin etmişlerdi.

Murat Beyin az sonra Padişahla an­laşması Jön Türk hareketine 1905'e kadar düzeltemediği bir darbe indirdi. Bundan sonra Jön Türkler Cenevre ve Kahire merkezleri ola­rak oldukça bölünmüş bir şekilde faaliyetlerine devam ettiler. Cenev­re'de çıkan «Osmanlı» gazetesi da­ha devrimci bir eyleme yönelen ba­zı Jön Türklerin gözüktüğü odak noktası olması bakımından dikkate şayandır.

Cemiyetin görüşlerini yansıtmayı eline almış olan askeri grupla Ahmet Rıza Bey arasındaki benzerlik her ikisinin de Batının emperyaliz­mine karşı çıkmalarıydı. Zamanla bu benzerlik iki grubu tekrar birleştirecekti. Ahmet Rıza Bey 1890'dan sonra kendi kendine çıkarma­ya devam ettiği Fransızca «Meşveret» te bu emperyalizmin sistematik eleştirisini yapmaya başlamıştı. 1900'daki bir gelişme, uzun zaman bölünmüş kalan Jön Türklere yeni bir ümit kapısı açtı. Abdülhamit'in yakınlarından
Prens Sabahattin Be­yin Avrupa'ya kaçması ve «hürri­yetçi» bir beyanname neşretmesi Jön Türklerin önderi olabileceği ih­timalini ortaya çıkarmıştı. Paris'te 1902 yılında Jön Türkleri tekrar birleştirme amacıyla toplanan bir kongrede bu ümidin yerinde olma­dığı anlaşıldı. Jön Türkler burada iki gruba ayrıldı. Birinci grup Ab­dülhamit rejiminin ancak dıştan bir müdahale ile yıkılacağını, bun­dan dolayı bu müdahaleyi yapabi­lecek olanlardan, Osmanlı İmpara­torluğunun menfaatlerine en yakın devletin desteklenmesini öngörü­yordu. İkinci ve azınlıkta kalan grup böyle bir müdahaleye karşı çıkmıştı.

Prens Sabahattin'in bulunduğu bi­rinci grup bundan sonra kendi fi­kirlerinin savunmasını «
Terakki» gazetesinde «Osmanlı Hürriyetpervaran Cemiyeti» adıyla yaymaya başladı. Azınlık grubu ise, «Şurayı Ümmet» gazetesinde fikirlerini «Hükümet-i Meşrute ve Islahat-ı Umu­miye Taraftarları» olarak yayınla­dı. İki grup arasındaki bağlar ta­mamen kopmamıştı. Fakat 1905'den sonra ortaya çıkan bazı gelişmeler iki grup arasındaki bağları bir ke­re daha sert bir şekilde kopardı. Prens Sabahattin'in «Terakki» sinde işlenen esas tema Türkiye'nin an­cak merkezin her şeye nezaret et­mesinden uzaklaştığı, mahallî bi­rimlere kendini idare etme yetkisi verildiği zaman memurların tahak­kümünden kurtulabileceği idi. Bu düşünce esasta çok önemli olmakla beraber Osmanlı İmparatorluğu içindeki Kürt, Arap, Arnavut, Er­meni milletlerinin ayrılmaya çaba­ladıkları bir sıraya rast gelmiştir.

«Osmanlı» dergisini çıkaranlar, bundan önce Arnavut ve Kürt mu­halefetinin nasıl kendi başına iş gördüğünü ve kendi bağımsızlığını sağlama yolunda çalışmalar yaptı­ğını belirtmişlerdi. Bu bakımdan Prens Sabahattin'in fikirleri, uygu­lanması zor olan bir devrede orta­ya, çıkıyordu. Prens Sabahattin'in fikirlerinin kişi gelişmesine prim veren tarafları da, Jön Türkler ara­sında bir bütün halinde kalkınma alması gereğine inananların yöne­limine uymuyordu. Prens Sabahattin'in nisbeten uz­laştırıcı ve «yumuşak» sayılacak bu fikirlerinin yayımlandığı sırada Avrupa'nın siyasî fikriyatı ters is­tikamette yol alıyordu. Nietzsche ve Darwin'in etkileriyle «en güçlü­nün yaşaması» fikri çok etkili ol­maya başlamıştı. XIX. yüzyılın ba­şındaki insancıl ve barışçı libera­lizmin yerini, «kavgayı kazanma» prensibi alıyordu. Bunun Avrupa'nın siyasî parti doktrinlerinde de etkisi olmuştu. Bu yeni düşünceye göre bir siyasî parti aydınların ida­resinde olmalıydı. Geniş kitlelerin fikirleri değil, bilenlerin düşüncesi partiye yön vermeliydi. Bunun bir örneği, sonradan Sovyet Komünist Partisi haline gelen Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinde görüldü. 1903'deki kongresinde, parti, demokratik merkeziyetçilik ilkesini kabul etti. Bu ilkeye göre Parti için­de karar verilen bir politika artık münakaşa konusu yapılamayacaktı. Aynı genel eğilimin bir diğer görüntüsü Parti önderine karşı tam bir sadakat gösterilmesi gerektiği fikriydi; bu fikir sonra Nazi Parti­sinin tatbikatında görülmüştür, partinin sert, disiplinli olması ve baştakilerin değişmez kararlarıyla yön alması gereği Jön Türkler ara­sında derin izler bırakmıştır.

 Ahmet Rıza, Tunalı Hilmi gibi kimseler Cemiyetin böyle bir şekil alma­sını özlemeye başlamışlardı. Bu fi­kirleri, 1905'den sonra İstanbul'dan kaçan iki kişi Parti içinde ana yönelim haline getirebildi. Bunlar Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım Beylerdi. Bu iki önderin çabalarıyla disiplini artan azınlık grubunun ilk işlemi, göstermelik bir bir­leşme teklifinden sonra Prens Sa­bahattin ile bağları sert bir şekilde koparmak olmuştur. Azınlık grubu bundan sonra «Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti» adını aldı. Bu sıralarda Jön Türklerin Türk unsuruna önem vermelerinin ilk belirtileri ortaya çıkmaktadır. Cemiyetin devamlı çalkantıların­dan ve bir iş yapamamasından sa­bırsızlanan memleket içindeki genç subaylar bu durum karşısında ken­di gruplarını kurmaya devam edi­yorlardı. Bunların arasında bilhas­sa önemli olan «Osmanlı Hürriyet Cemiyeti» dir. Osmanlı Hürriyet Ce­miyeti 1906'da Selanik'te kurul­muştur. Muhalefetin faaliyet mer­kezinin bu sırada Rumeli'ye kay­ması bir tesadüf eseri değildi. Memleketin günlük işlerinde en çok da­ğılma işaretleri görebilenler —gö­revleri dolayısıyla— genç subay­lardı. Diğer taraftan, bu subaylar­dan en kabiliyetlileri içinde bulun­duğu nazik durum dolayısıyla Ma­kedonya'ya gönderilmişti. Muhale­fetin insiyatifi, böylece, Selanik, Kosova ve Manastır vilayetlerindeki genç subaylara geçmişti. Osman­lı Hürriyet Cemiyetinin kurucuları arasında daha sonra sadrazam ola­cak olan, Selanik Posta ve Telgraf Başmüdürlüğü Tahrirat Kalemi Başkatibi Talat Efendi görünüyor­du. Bir müddet sonra Selanik'e gi­den Nazım Bey, Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin Terakki ve İttihat ile birleşmesini sağladı. Hürriyetin ilanı ile ilgili hareket­ler, Ahmet Rıza Beyin «Hatırat» ına göre doğrudan doğruya Paris'ten kararlaştırılmıştır. Hareketin esa­sını ordu kumandanlarına yapılan bir seri suikast teşkil etmiştir. Di­ğer taraftan mahallî ayan ve eşraf  Firzovik'te toplanıp grup halinde Padişahtan Kanun-u Esasiyi yeni­den yürürlüğe koymasını istemiş­tir. Mahallî halkın bu hareketleri desteklediği şeklinde Abdülhamit'-in aldığı haberler onu Kanun-u Esasiyi iade etmeye mecbur etmiş­tir.

Hürriyetin ilânı ile başlayan dev­re 1890'ların Jön Türklerinden bir­çoklarının önemlerini kaybettikleri ve yerlerini Talat Paşa, Enver Paşa, gibi kimselere bıraktıkları bir za­mandır. Bu devrede 1890'ların ay­dınlarının -şiddet hareketlerinden sakınmaları kaybolmuş, İttihat ve Terakki Cemiyeti, gayelerinin karşısında bulunanları insafsızca çiğ­nemiştir.

20.Yüzyıl Tarihi , Arkın Kitabevi, Şerif Mardin








1 yorum:

  1. Kısmi Batılılaşma çabaları beklenen sonuçları veremeyince ve Osmanlı devletini yönetenler toplumsal yapıyı sağlamlaştıracak reformları yapmakta çaresiz kalınca İmparatorluk iyiden iyiye zayıfladı. Devletin Batılılaşma çabaları ayrıca, önceden tahmin edilmemiş bir biçimde, bir aydın muhalefetinin doğmasına yol açtı. Şöyle ki, devletin tasarladığı yenilikleri yapabilecek, Batılı tarzda okumuş kadrolar yaratmak gerekiyordu. Bu şekilde bilgilenen bu kadrolardan bazıları, uygulamaların eksikliğini ve yanlışlığını eleştirebilir duruma geliyordu. Bilgi sahibi olan aydın, yönetimde daha çok söz sahibi olmak istiyordu. Özellikle 19. yüzyılda bu yeni gelişmeler güç kazandı ve Yeni Osmanlılar, Jön Türkler gibi adlarla tanınan muhalif aydın kümelenmeleri oluştu.
    Her zaman, her yerde olduğu gibi bu akımlar halk adına ve vatan uğruna biçimlenmekle birlikte dinamiğin önemli bir parçası okumuşların iktidarı paylaşma özleminden doğuyordu; ciddi bir halkçılık temeline oturmamışlardı. Dolayısıyla bu gibi tartışmalar da büyük ölçüde geniş halk kitlelerinin uzağında sürüp gitti. Murat Belge

    YanıtlaSil