Seçimlerimin bilinçaltı etkilerini dikkate almazsak, Okuma Atlası'ndaki metinler kişisel eğilimlerime göre belirlenmemiştir. Özellikle Osmanlı tarihinde yakın dönemlere yaklaştıkça, günümüz siyasetine malzeme sağlayan olgular ve süreçler, tarafların taraflı yorumlarıyla birbiriyle çelişen değerlendirmelere neden olmaktadır. Konu Abdülhamid olunca, "gerçeklerin" izini sürmeye çalışan okuyucu için durum daha da zorlaşmaktadır. Burada ana metin olarak yine Cambridge Türkiye Tarihi'nden yararlandım. Zaman içinde tartışmalı konularda metin içi çerçeveler açarak daha farklı yorumlara yer vermeyi umuyorum. B.Berksan.
Benjamin C.Fortna
II.Abdülhamid saltanatına giriş.
Sultan II. Abdülhamid' in geç Osmanlı ve Türkiye tarihinde
kapladığı yer, önemli olduğu kadar tartışmalıdır. Geç Osmanlı döneminde,
sultanın adıyla anılan tek saltanat olarak "Hamidiye" dönemi (1876-1908), 19. ve 20. yüzyıl Türkiye tarihinin diğer devirleri arasında sivrilir.
Abdülhamid'in bıraktığı miras konusundaki fikirler de birbirleriyle taban
tabana zıttır: Bazı yazarlar sultanı "demokrat olmamak" ve
despotlukla eleştirirken, diğerleri onu "demokrat" ve uzlaşma mimarı
olarak ilahlaştırır; ya "Kızıl Sultan" diye yerin dibine batırılır ya
da "Son Hakan" yahut Ulu Hakan" diye göklere çıkarılır.
Abdülhamid'in tarihteki yeri konusundaki tartışmalar günümüzde de sürüp gitmektedir; özellikle de gayet ilginç ve dinmek bilmeyen bir yeniden değerlendirmenin odağı olduğu Türkiye' de. Sultanın Yıldız Sarayı'ndaki kütüphanesinin akıbeti dahi, "Abdülhamid'in hatırasına leke süren bir anıtı" ortadan kaldırmak üzere kütüphanenin koleksiyonlarını dağıtmaya girişen sadık Kemalistlerle, bir çekişme konusu olmuştur.' Ne var ki, Abdülhamid ister gerici ve müstebit olarak karalansın, isterse Osmanlı modernleşmesinin baş mimarı ve Batı tecavüzlerine karşı İslamın son muhafızı olarak yüceltilsin, saltanatının, Türkiye'yi ve modem Ortadoğu'yu derinden etkilemiş olan son derece hayati gelişmeler açısından kilit önem taşıdığı muhakkaktır. Abdülhamid'in saltanatının önemi göz önüne alındığında, bu dönem etrafında muazzam bir literatürün gelişmiş olması pek şaşırtıcı değildir. Daha tahttayken akmaya başlayan eserler ırmağına bir sürü kaynaktan o kadar kol katıldı ki, sonunda ortaya bir çağlayan çıktı. Bu eserlerin çoğunda, özellikle de tahttan indirilişinden sonra yazılanlarda dönemin değerlendirmesi gayet olumsuzdur.
II. Meşrutiyet ya da Jön Türk dönemine (1908-18), özellikle de Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk evrelerine mensup tarihçiler Hamidiye dönemini yerden yere vurmuşlardır - devrin katı laikçiliğinin, algılanan "Hamidyen" duruşun zıddı olduğu düşünüldüğünde, bu hiç de sürpriz olmayan bir tavırdır. Araştırmacılar I96o'larda Abdülhamid'in saltanatına yeniden eğilmeye başladılar. İslam dünyasına yeniden bir halife sultanın çıkageleceği özlemiyle yaşayan İslamcılarla Türkiye' deki İslamcı siyasi hareket taraftarları Abdülhamid'in mirasına sahip çıktığından, bu iade-i itibar süreci kimi durumlarda onun avukatlığına soyunmaya dönüştü. Siyasi İslamın yükselişe geçtiği 1990'lı yılların başlarında, Il. Abdülhamid'in adı bazen İstanbul'un kimi muhafazakâr ilçelerinin duvarlarında, İslamcı Refah Partisi'nin seçim kampanyası afişleriyle yan yana yer alacaktı. Ardı sıra gelen Abdülhamid'i sahiplenme polemiği, Abdülhamid'in hem tarihi bir şahsiyet olarak önemini hem de Türkiye'deki tarihsel ve ideolojik değişimle süregiden bağıntısını vurgulamıştır. Bu bölümde, Abdülhamid'in saltanatını hem geç Osmanlı İmparatorluğu'ndaki tarihi gelişmeler hem de tarihyazıcılığında müteakiben ortaya çıkan dönemeçler bağlamına yerleştirmek, ama özellikle de bizzat Hamidiye döneminin olayları ve akımları üzerinde durmak istiyorum.
Tanzimat dönemine (I839-76) ait tarihçeler, bu dönemin hikayesini, Osmanlı
reformlarının Batılı asıllarına öykünüşünün ve Batı etkisinin edilgin kabulünün
altını çizerek anlatır. Tarihçiler yakın zamanda bu yoruma karşı çıkmış,
Osmanlı devletini bütünüyle elden geçirmek ve akılcı bir idari dayanağa
oturtmak üzere atağa geçildiği bu hassas dönemde Osmanlı devlet görevlilerinin
yerel özlemlerine odaklanmışlardır.3
Yakın tarihli çalışmalar, Abdülhamid'in 🔍Tanzimat döneminde ancak kısmen hayata geçirilebilmiş reformların sürdürdüğünü ve çoğu kez de yürürlüğe koyduğunu teslim etmiştir. Ancak Hamidiye dönemi yine de, Osmanlı devletinin Batı'yla girdiği etkileşime yönelik daha umut ve güven telkin eden bir tutumdan ciddi bir sapma olduğunu da gösterir. Göreceğimiz gibi, Avrupalı güçlerin imparatorluğa karşı takındıkları tutumun yön değiştirmesi ve Osmanlı topraklarının değişen demografik, iktisadi ve askeri durumu göz önüne alındığında, Hamidiye dönemi politikasının Tanzimat döneminde izlenenden farklı olması şaşırtıcı değildir. Abdülhamid'in İslam’ı kullanması ve Osmanlı Müslümanlarının umutlarım diriltmeye girişmesi, Avrupalılar ve sonraki tarihçiler tarafından düşmanlıkla karşılanmıştır. Kendi imparatorluklarında büyük Müslüman nüfusların barındığı Büyük Güçler için Abdülhamid iktidarının İslami boyutu, simgesel ve uygulamalı alametleriyle doğrudan doğruya bir tehdit anlamına geliyordu
Hamidiye döneminin gündemi milliyetçi ve laik bakışlı müteakip tarihçi kuşakları için de aynı derecede sorunluydu, çünkü imparatorluğun mümkün olduğu sürece Batılı teamüllere doğal olarak öyküneceği yolundaki beklentilerine ters düşüyordu. Bu eleştiri özellikle, Türkiye Cumhuriyeti'nin Osmanlı'yla ilgili çoğu şeyin karalama kampanyasına maruz bırakıldığı ilk yıllarında yoğunluk kazandı; resmi Türk tarihyazıcılığı, gizlilik, vehim ve müsamahasızlık gibi unsurları üzerinde durarak Abdülhamid'in saltanatını istibdattan ibaret gördü. Yaygın basının boy göstermesi, hem kızlar hem de erkekler için eğitim, kamu hizmetlerinde hızlı bir genişleme gibi olumlu gelişmeleri de ya görmezden geldi ya da önemsiz addetti. Bir başka deyişle Hamidiye dönemi, Tanzimat'ın algılanan ruhundan ayrıldığı için büyük ölçüde bir sapma olarak görüldü. Tanzimat programının Abdülhamid tarafından dönemin değişen şartlarına uygun olarak farklı bir gerekçeyle de olsa uygulanmış olması, ancak kerhen ve hatta kimi zaman da ancak gülünç bir karikatür olarak kabul görüyordu. Dış kaynaklı örneklerle içeriden yükselen özlemlerin bu cezbedici -kimilerine göre ise çıldırtıcı- karışımı, geç Osmanlı toplumunun, literatürde "kültürel ikilik" denilen, kapanması imkansız bir uçurumla kaçınılmaz olarak bölünmüş olduğuna inananları rahatsız ediyordu. İşte Abdülhamid'in saltanatının, her ne kadar ihtilaflı bir tarih yazıcılığıyla malul ise de, modern çağda yerel ve uluslararası çıkarların etkileşimine büyüleyici bir örnek teşkil etmesi bu yüzdendir.
Abdülhamid, tipik bir Osmanlı saray evliliğinin ürünüdür.
Babası Sultan Abdülmecid (s.1839-61) , annesi bir Çerkes beyinin kızı olan
Tir-i Müjgan Hanım'dır. Abdülhamid'in 22 Eylül 1842'de Çırağan Sarayı'ndaki
doğumu, İstanbul halkına müjde veren beş pare top atışıyla ilan edildi; yedi
gün süren şenliklerde camilerin mahyaları yakıldı.4 Şehzade Abdülhamid'in
annesinin, o henüz on bir yaşındayken vuku bulan ölümü, onu saray hayatından kopartarak daha sonra
meşum bir ün kazanacağı tefekküre ve vesveseye sürüklemiş gibi görünür. Bu
olayın ardından, babasının eşlerinden, çocuksuz Perestu Kadınefendi'ye emanet
edildi. Kendisi de bir Çerkes olan Perestu Kadınefendi kendini Abdülhamid'in
yetişmesine vakfetti; ancak annesinin ölümü, babasının daha dışa dönük olan
ağabeyi Murad'a düşkünlüğü ve saray içi politikalar hep birlikte Abdülhamid'i
ketumiyete ve bir sır perdesi altında yaşamaya yöneltmiş olması muhtemeldir.
Anlaşıldığı kadarıyla gençliğinde içki içmekten ve kadınlarla arkadaşlık
etmekten hoşlanıyordu, ancak özel hekiminin onu içkinin sağlığı üzerindeki
olumsuz etkileri konusunda uyardığı söylenir ve ondan itibaren sadece,
sinirlerini yatıştırmak üzere yemeklerden önce ara sıra bir kadeh şampanya
içmekle yetinmiştir. lslamcı kesimden ilerleyen zamanlardaki taraftarları, onun
bu alışkanlığını haliyle görmezden gelme eğilimindedirler. Ancak Abdülhamid'in dindarlığı da
samimi gözükmekte ve en zor zamanlarında yardımına koşmuşa benzemektedir. Daha
önemlisi, İslamiyet ve İslam tarihi, onun elinde önemli bir siyasi ve toplumsal
pusula görevi görmüştür.
Abdülhamid'in eğitimi, 19. yüzyılın değişen koşullarını yansıtan pek çok farklı etki altında kalmıştı. Bütün Osmanlı şehzadeleri gibi o da özel hocalardan birçok konuda ders gördü; aralarında Arapça, Farsça, İslam bilimleri ve Osmanlı tarihi gibi geleneksel konuların yanı sıra Fransızca da vardı. Piyano çalmayı da öğrendi ve klasik Batı müziğiyle, komik operaya ömrü boyunca süren bir tutkunluk besledi, öyle ki sonunda Yıldız Sarayı'nda kendine özel bir tiyatro dahi yaptırdı. İmparatorluk geleneği icabı bir mesleği olması gerekiyordu; Abdülhamid marangozluğu seçmiş ve devlet işlerine hasrettiği uzun saatlerden sonra belli ki şifalı bir meşgale saydığı bu alanda ustalık kazanmıştı. Tahttan indirildikten sonra ülke içi sürgündeyken bu meşgalesiyle uğraşmaya daha bol vakti olacaktı; bugün el emeğinin örnekleri, son ikametgahı olan Beylerbeyi Sarayı'nda görülebilir.
Daha sonraki siyasi gelişmeler açısından asıl önemli olan, genç Abdülhamid'in modern dünyada olup bitenlere duyduğu ilgiydi Gerçek anlamda bir bilim adamı olmamakla birlikte çok kuvvetli bir hafızası vardı ve maliye, siyasi iktisat ve tarih gibi konulara meraklıydı. Gerek yüksek makamlardaki devlet memurları, gerekse saray çevreleri dışında yürüttüğü bir dizi şahsi ilişki kanalıyla dışarıdan sürekli bilgi toplardı. Renkli bir kişilik olan Macar Yahudisi olan Arminius Vambery'yle uzun süreli bir dostluk kurmuş, Rum hekim Mavroyeni'nin tavsiyelerinden yararlanmış, hayatı boyunca Avrupa menkul kıymetlerine yatırım yaparak büyük bir şahsi portföy oluşturmasını sağlayan özel bankeri Galatalı Rum Zarifı'den çok şey öğrenmişti. Abdülhamid'in temasları bu bakımdan, I9. yüzyıl boyunca geleneksel Osmanlı iktisadi aktörlerinin, imparatorluğun yaşamında giderek daha çok ağırlığını duyurmaya başlayan mali ve kültürel ağlarla bütünleşmelerini yansıtır.
Modern çiftçilik ve hayvancılığa da ilgisi azalmayan Abdülhamid, daha şehzadeliğinde, babasının kendisine verdiği bir araziyi örnek teşkil edecek kazançlı bir zirai teşebbüse dönüştürecek uzun vadeli bir proje başlatmıştı.7 Romantik edebiyata ilgi duymayan, buna karşı dedektif romanlarına meraklı olan sultan, sarayında bulundurduğu bir görevliye çeşitli dillerde yazılmış bu kitapları çevirttirir ve geceleri uykuya dalmadan önce bir paravanın arkasından okuttururdu. Amcası Sultan Abdülaziz'le birlikte 1867'de çıktığı Avrupa seyahati, anlaşılan genç şehzade üzerinde gayet derin ve genelde olumlu bir izlenim bırakmış, uzun süren saltanatı boyunca imparatorlukta tesis etmeye didindiği modernlik emareleriyle burada karşılaşmıştı.
1876-78 Genç padişah, tahta adım attığı andan itibaren
devasa bir sorun yumağıyla karşılaştı: İsyancıların kaynaştığı ve Rusya'nın
kışkırtmasa veya kızıştırmasa da fırsat kolladığı Balkanlar'daki durum çok
tehlikeliydi; Osmanlı'nın gözünde son zamanlara kadar Rusya'yı dengeleyen
Britanya, kamuoyunda şahlanan "korkunç Türk" karşıtı dalgayla
tarafsızlığa sürüklenmişti; Osmanlı hazinesi bir önceki yıl fiilen iflas
bayrağını çekmiş bulunuyordu; ve tahta çıkış koşullarına bakılırsa, Abdülhamid
kendi hükümetinin ileri gelenlerinden ne kadar sakınsa yeriydi. Buna umutvar
bir başlangıç demek zordu ve o sırada hemen hemen kimse, Abdülhamid'in beş yıl
içinde dizginleri eline alıp 17. yüzyıldan beri en uzun süre hüküm sürmüş
padişah olacağını tahmin edemezdi.
Sırp Savaşı Osmanlı Devleti, istemediği
halde Sırbistan ve Karadağ ile savaşmak zorunda kaldı. Zira Rusya Balkanlarda
daha rahat hareket edebilmek için Sırbistan’ı Osmanlıya karşı kışkırttı ve
savaşa itti. Ancak beklenenin aksine Osmanlı Ordusu karşısında Sırbistan
ordusu mağlup oldu ve Prens Milan’ı barışa zorladı. Oysa Sırbistan ordusundaki
Rus taraftarı kumandanlar barışın aleyhinde idi ve Rusya’nın müdahale ederek
savaşın lehlerinde sonlandırılmasını umuyorlardı. Rusya doğrudan böyle bir
girişime cesaret etmeyince Prens Milan Avrupa devletlerine başvurarak
aracılık yapmalarını istedi. Bütün bu gelişmeler II. Abdülhamid’in tahta
geçmesinden önce yaşanmıştı. Yani O, hem savaşı ve hem de Avrupa
Devletleri’nin Osmanlı Devleti’ni barışa zorlamasını kucağında bulmuştu.
Üstelik Rusya’nın desteklediği panistlavistler Balkanlarda boş durmuyor, Slav
kökenli halkları kışkırtıyordu. Osmanlı Devleti’nin aldığı askerî tedbirler
Avrupa kamuoyunda hoş karşılanmıyordu. Ortaya atılan Osmanlı Devleti’nin
Sırpları ezeceği iddiaları Avrupa’da tepki ile karşılanıyordu. II.
Abdülhamid’in kılıç alayından bir gün önce İngiltere’de yayımlanan Gladstone’un
Bulgar Dehşeti ve Doğu Sorunu başlıklı propaganda broşürü Avrupa’da büyük rağbet
gördü ve heyecan uyandırdı. İçeriğindeki Osmanlı karşıtı fikirler her tarafta
konuşulmaya başladı. Kitapçığın şöhreti Londra’yı aştı ve diğer Avrupa kentlerine
ulaştı. Gladstone aslında kitabı sadece Osmanlı aleyhtarlığı yapmak için değil; özellikle Kırım
Savaşı’ndan sonra İngiltere başta olmak üzere Avrupa devletlerinin Osmanlıya
dönük siyasetleri ile hesaplaşmak için yazmıştı.
II. Abdülhamid tahta çıkmadan bir hafta evvel 24 Ağustosta, Paris anlaşmasında imzası olan devletler Babıâli’ye bir nota verdiler. Özellikle İngiltere. Balkan sorunlarında Rusya'nın bu derece öne çıkmasından rahatsızdı. Savaşın daha fazla sürmesini de menfaatlerine aykırı buluyordu. Notanın sunulduğu tarihte Belgrat yolu Osmanlı kuvvetlerine açılmıştı. Buna rağmen Osmanlı ya sunulan barış teklifleri oldukça ağırdı. Babıâlî, 4 Eylülde bu notaya verdiği cevabında; Sırbistan'ın yeniden askeri hazırlıklara girişmemesinin devletler tarafından garanti edilmesini ve savaş tazminatı ödemesini istedi. Ayrıca Prens Milan'ın İstanbul’a gelerek padişaha bağlılığını arz etmesini şart koştu. Sırbistan’ın kontrolündeki Belgrat, Böğürdelen, Semendre ve Fethu’l-lslam kaleleri de yeniden Osmanlı askerlerine terk edilecekti. Karadağ konusunda ise savaştan önceki durum benimsenecekti. Devletlerin bu şartları kabulu halinde Osmanlı Devleti de 24 saat içinde savaşı durduracaktı. İstanbul’daki elçiler bu tekliflerin görüşülmesi için on günlük bir ateşkesin yapılmasını istediler. Ardından bu süre zarfında yaptıkları görüşmelerde Babıâlî’nin şartlarını oldukça ağır bularak yeni bir teklif sundular. Buna göre; 1. Sırbistan Prensi Osmanlı Sultanı na saygılarını arz
edecekti, fakat bunun için İstanbul’a gelmesine gerek
yoktu. 2. Sırbistan taksitlere bölerek bir savaş tazminatı ödeyecek. 3. Sırbistan Belgrat-Aleksinaç demiryolu hattını üç yıl içinde
inşa edecek. 4. Sırbistan verilen eski imtiyazlarda olduğu gibi sadece iç güvenliğe yetecek silahlı bir kuvvet bulunduracak. Savaşı durduracak bu şartlar
daima Sırbistan’ın yanında yer alan Rusya tarafından makul görülmekteydi.
Zira Sırbistan ve Karadağ’ın savaş öncesi hukukları muhafaza ediliyordu.
Ancak İngiltere bu gelişmeleri fırsat bilerek son anda Bosna- Hersek ve hatta
Bulgaristan a bir takım imtiyazların verilerek komple bir çözümün geliştirilmesini
önerdi. Böylece sorun tekrar çözümsüzlüğe itildi. Bu arada 15 Eylül’de,
Sırbistan’daki savaş taraftarları Prens Milan’ı kral ilan ederek savaşa devam
kararı vermeleri bütün girişimleri altüst etti. Osmanlı Tarihi, A.Ü.A.Ö.F |
1876 yılında meydana gelen bir dizi olağanüstü olay nedeniyle, Abdülhamid o yıl tahta çıkan üçüncü padişah oldu. 1861'den beri saltanat süren amcası Sultan Abdülaziz o yılın Mayıs'ında, aralarında Midhat Paşa'nın (o dönemde padişah yetkilerinin anayasa ve meclis tarafından kısıtlanması gerektiğini savunanların başında geliyordu) da bulunduğu üst düzey devlet görevlilerinin, Harbiye Nazırı Hüseyin Avni Paşa'nın da aralarında yer aldığı subayların ve softaların oluşturduğu bir topluluk tarafından gerçekleştirilen bir darbe ile tahttan indirildi. Tahtında oturan bir sultanın bu şekilde alaşağı edilmesi ihtimali, belli ki Abdülhamid'i dehşete düşürmüştü; gelecekte, kendi başına da aynı şeylerin gelebileceğinden kuşku duyacak, özellikle de şeyhülislamlık makamının dahiliyetine karşı tetikte olacaktı 8
Darbenin elebaşları, Abdülaziz'in yerine, padişah olur olmaz anayasayı ilan edeceğine söz veren V. Murad'ı geçirdiler. Ancak sinirleri zaten harap durumda olan ve selefinin Haziran ayındaki intiharından sonra da iyice kötüleşen Murad tahtta ancak üç ay kalabildi. Onun hükümdar olarak devam edemeyeceği belli olunca, Midhat Paşa Osmanlı veraset sistemine göre sıradaki Abdülhamid'le gizli görüşmelerde bulundu. Anayasayı kabul eden (hatta muhatabı üzerinde, müstakbel sultanın bir liberal görüş taraftan olduğu izlenimini bırakan) Abdülhamid, Midhat Paşa'nın üstelediği gibi anayasanın Avrupalı güçlerin teminatı altında olması fikrini ise açıkça reddetti. Abdülhamid'le Midhat Paşa arasındaki bu tartışmaların gelgitli tabiatı, müstakbel sultana anayasa taslağı üzerinde, tartışmaları sonlandıracak değişiklikler yapma imkanı verdi. Nitekim Abdülhamid ileride 113. Madde'yi öne sürerek Midhat'ı "devletin emniyetini ihlal ettiği sabit" olduğu için Hicaz'a sürgüne gönderecekti (orada daha sonra katledildi).
Sultan Abdülhamid'in saltanatının ilk yıllarında ortaya çıkan iki başarısız darbe girişimi daha, konumunun hassasiyetini gözler önüne serer. Birçok yazar onu paranoyayla suçlamıştır, ancak sultanın kaygılanması için hakiki nedenler vardı. Kendisine karşı kurulan komploların ilki ve en önemlisi, başında "sarıklı ihtilalci" diye anılan Ali Suavi'nin bulunduğu Üsküdar Cemiyeti'nce örgütlendi.9 Cemiyet, azledilip Çırağan Sarayı'na hapsedilmiş olan Sultan Murad'ı tekrar tahta geçirmek amacıyla saray etrafında bir gösteri düzenlemişti. Ancak Abdülhamid'e sadık kuvvetlerin ayaklanmayı bastırmasıyla Ali Suavi öldürüldü ve darbe başarısız oldu. Skalyeri Aziz Bey Komitesi'nin düzenlediği ikinci tertip de tahta tekrar Murad'ı geçirmeyi amaçlıyordu. Ancak yetkililerin entrikayı haber almasıyla komite mensuplarının çoğu daha harekete geçemeden yakalandı.10 Yeterlilikleri ne denli kuşkulu olursa olsun her iki komplo da, genç hükümdarın vaziyetinin potansiyel zayıflığına ilişkin endişelerini pekiştirdi.
Ama padişahın saltanatını asıl tehdit eden, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı oldu. Hicri takvime göre 1293 yılında yapıldığı için Osmanlı tarihinde "93 Harbi" diye anılan bu savaş Osmanlı lmparatorluğu'nu bitap düşürürken, Hamidiye devrinin bundan sonraki seyrini belirlemekte de etkili oldu. Bu savaşın gerek nedenlerini, gerekse verdiği sonuçları tam anlamıyla kavramak için, ardındaki güçlerin birbiriyle nasıl kesiştiğini anlamak şarttır. Abdülhamid'in tahta geçip devraldığı imparatorluk fiilen iflas etmişti. 1875'te, aldığı dış borçların vadesi dolan ödemelerini karşılayamaz hale gelen Osmanlı hazinesi öyle bir darboğazdaydı ki, devlet mali servetin rehini olmuştu. Dolayısıyla, 1870'lerde meydana gelen çeşitli zirai aksaklıklar, doğrudan imparatorluğun halihazırda sallantıda olan ödeme gücüne zarar verdi. Mali istikrarsızlık, imparatorluğun her köşesinde ayyuka çıkan milliyetçi duygularla bir araya geldiğinde, '7o'li yılların ortalarında vilayetlerde baş gösteren çalkantıyı açıklamaktadır. Bu karmaşanın büyük bölümü şöyle ya da böyle parasal nedenlerden kaynaklanıyordu, ama sorunlar kısa sürede daha geniş bir ulusal ve uluslararası boyut kazanarak tırmandı. Yolu sonunda 93 Harbi'ne çıkacak olan buhran işte böyle başladı.
Osmanlı vergi tahsildarlarına karşı 1875 ve 1876'da Bosna, Sırbistan ve Bulgaristan'da patlak veren ayaklanmalar, isyanların dini ve milliyetçi içerimlerinin duygusal tabiatı, Osmanlı kamuoyu ve en önemlisi de Avrupalı güçlerin sonunda işe karışmaları nedeniyle orantısızca büyüyen bir dizi etki ve tepkiyi de harekete geçirdi. Osmanlılar açısından, ne yazık ki, Doğu Meselesi denilen şeyin (esas olarak, yıkılmakta olan Osmanlı lmparatorluğu'yla ne yapılacağı hususu) uluslararası boyutları habire değişmekteydi. Osmanlı devleti, Kırım Savaşı'nın ve Paris Antlaşması'nın (1856) ardından Avrupa devletler topluluğuna kabul edilmiş ve gelecekteki toprak bütünlüğü teminat altına alınmıştı. Ne var ki bu söz ancak 1870'lere kadar tutulabildi, çünkü yeni çıkar birliktelikleri, Avrupalı güçleri muhtelif sömürgeci gündemlerinin yarattığı sorunları Osmanlı devleti aleyhine çözmeye kışkırtıyordu. Osmanlılar için bu değişim, l869'da Süveyş Kanalı'nın açılması ve Fransa'nın 1870 Fransa-Prusya Savaşı'ndaki nihai yenilgisiyle aşikar oldu. Britanya'nın kendi sömürgeci arzularını, hala resmen Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası durumundaki, ama yüzyılın başlarında Mehmed Ali Paşa'nın başkaldırmasıyla pratikte neredeyse bağımsız bir birim haline gelmiş olan Mısır üzerinden gerçekleştirmekte giderek daha kararlıydı.
Fransa'nın yenilgisi, bir sömürgeci güç olarak Almanya'nın sahneye çıkışının işareti oldu ve Britanya ile Rusya arasında temkinli bir yakınlaşmaya davetiye çıkardı. Osmanlı lmparatorluğu'nun eski hamisiyle en amansız düşmanı arasındaki bu yakınlaşma, Rusya'nın Osmanlı'nın içişlerine daha rahat karışması anlamına geliyordu. Gerçekten de Osmanlılar, Balkanlar'da zaten hassas olan durumun birden alevlenmesiyle, Rusya'nın elini oynamaya başladığına şahit oldular. Balkanlar'daki bunalım derinleştikçe, belli bir örüntü de meydana çıkar oldu. Rus kuvvetleri ve ajanları, Slavları Osmanlı devletinin simgelerine -ya da onların yokluğunda yerli Müslüman nüfusa- karşı başkaldırmaya kışkırttıkça, vergi tahsilatı gibi özgül yerel konular çabucak unutuldu. Yerel birlikler ve başıbozukların çok geçmeden karşılık vermeleri, bir saldın ve karşı saldırı döngüsü başlattı ve böylece küçük çaplı şiddetin daha yaygın ve dizginlenmesi güç bir şeye dönüşmesi olasılığının önü açılmış oldu. Tam bu noktada, büyüyen ihtilafın bir diğer boyutu -Avrupa kamuoyu boyutu-devreye girdi. "Doğu Meselesi"nin gayet istikrarsız bir algılanışı vardı; özellikle de 💥1876 Bulgar Ayaklanması'nı, siyasi hasmı Benjamin Disraeli'ye saldırmak için fırsat bilen Britanyalı William Ewart Gladstone gibi politikacıların söylemleriyle alevlendirildiğinde. Gladstone'un "Bulgar mezalimi" (ki bununla sadece Hıristiyanlara yönelik Müslüman şiddetini kastetmiş, Hıristiyanların Müslüman nüfusa verdirdiği hatırı sayılır zayiata rahatlıkla gözlerini kapamıştır) konulu kitapçığı bir ay içerisinde 200.000 nüsha satarak İngiliz hükümetinin manevra alanını bir anda daralttı.
Hem Avrupalı güçlerin sömürgeci gündemleri hem de kamuoyunun giderek artan rolü, 1870'lerin ortalarındaki Balkan bunalımının hızla ve lstanbul'un bozulması pahasına, uluslararası bir mesele haline gelmesini kesinleştirdi. Örneğin, Bosna buhranı, "üç Kayzer"in (yani Rus, Alman ve Avusturya-Macaristan hükümdarları) Berlin'de toplanmalarına ve Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkan vilayetlerini yönetme biçiminde esaslı değişikler talep eden Andrassy Notası'nı yayınlamalarına (Aralık 1875) vesile oldu. Sultan gönülsüz de olsa bu talepleri kabul ettiği halde, Balkanlar'daki mücadele devam etti. Hükümetin hızla Bulgar isyancıların üzerine yürümesi dikkatleri buraya çevirdi ve yukarıda bahsedilen "Bulgar mezalimi"ne ve İstanbul'a "reform" dayatan bir başka uluslararası girişime sebep oldu. Bu arada Il. Abdülhamid tahta çıkmış ve anayasa hazırlıklarına başlamıştı. Evveliyatı olmayan meşrutiyet kurumu Osmanlı İmparatorluğu'nun değişen iç dinamiklerinden kaynaklanırken, ilanının zamanlaması uluslararası itirazlar dikkate alınarak yapıldı. İstanbul Konferansı'nın tarihi, Avrupalı güçler Osmanlı Balkanlar'ının kaderini kararlaştırsınlar diye 1876 Aralık olarak belirlendi. Konferansın açılış günü, Osmanlı heyeti törenle Meşrutiyeti ilan etti; anayasanın hükümlerine göre tüm Osmanlı tebaası eşit olacağından, Osmanlıların gözünde bu durum Avrupalıların Osmanlı içişlerine karışma lüzumunu ortadan kaldıracaktı. Bu ilanat, Osmanlı İmparatorluğu'na zaman zaman husumet gösteren Avrupalı delegeleri kuşkusuz tatmin etmedi. Konferans, güneye doğru yayılımını sürdürmek ve Osmanlı İmparatorluğu'nun çarlık imparatorluğundaki Müslüman azınlıklar üzerindeki nüfuzunu kırmak isteyen Rusya'nın savaşa hazırlanmasıyla, 1877'nin başlarında dağıldı.
İstanbul (Tersane) Konferansı İstanbul (Tersane) Konferansı’nda varılan kararlar şunlardır: ✅Sırbistan ve Karadağ’ın sınırları, Bosna’dan yapılacak bazı toprak düzenlemeleri dışında, eskisi gibi kalacak; ✅Bosna ve Hersek eyaletleri, sultanın Avrupa devletlerinin düşüncesini ve onayını aldıktan sonra atanacak bir vali tarafından yönetilmek üzere birleştirilecek; ✅Bulgaristan’ın Ege Denizi’ne inmesinden vazgeçilecek, ancak burası sultan tarafından ömür boyu atanacak bir Hıristiyan valinin yönetimine verilecekti. Yeni yönetim düzenleninceye kadar, Bulgaristan Rus askerî işgali altında kalacaktı. Haluk Ulman , Tanzimat’dan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi |
İşin ilginci, Abdülhamid ortalığı yatıştırma ve imtiyaz tanıma yönünde bir Osmanlı stratejisi lehinde görüş bildirirken, meşrutiyetçilerin onun bu görüşlerini yok sayıp tavize mahal vermeyen bir tutum takınmalarıydı. Sonuçta ortaya çıkan ihtilaf Osmanlı devleti için bir felaket oldu.
Ocak ortasında Avusturya-Macaristan'la bir anlaşma imzalayarak, Avusturya-Macaristan'ın Bosna-Hersek'e egemen olması karşılığında Balkanlar'da hareket serbestisine kavuşan Rusya, Nisan 1877'de Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açtı. Savaşta iki cephe birden açan Ruslar batıdan Balkanlar, doğudan Anadolu üzerine yürüdüler. Savaşın ilk aşamalarında fazla direnişle karşılaşmayan Rus orduları Müslüman nüfusu kitleler halinde katlederek hızla ilerledi. Osmanlı savunması özellikle Plevne ile Şıpka Geçidi'nde (her ikisi de günümüz Bulgaristan sınırları içindedir) ve bir dereceye kadar da doğuda, Erzurum ile Kars'ta kuvvetlendi. Ancak nihayetinde Osmanlılar daha fazla direnemedi; Rus birlikleri, artık Müslüman muhacirlerle dolup taşan Osmanlı başkentine yürüyüp 1878 Şubat'ında şehrin eteklerine vardılar ve bir tarihçinin ifadesiyle "nehir gibi Müslüman kanı" akıttılar. Bu arada Sultan Abdülhamid de, arkadan geleceklerin bir işaretiymiş gibi, bazı üyelerinin savaşı idaresini eleştirmeleri üzerine meclisi dağıttı.
Edirne Ateşkes antlaşması, 31
Ocak 1878 tarihinde imzalandı. Buna göre; 1.Sırbistan,
Karadağ ve Romanya’nın bağımsızlıkları tanınacaktı. 2. İstanbul
Konferansında tespit edilen genişlikte olmak üzere özerk bir Bulgaristan Prensliği kurulacaktı. Bu prenslik, Bâbıâli’ye vergi vermekle birlikte kendi milis teşkilâtına sahip olacaktı. 3. Rus kuşatmasına
karşı direnen Erzurum Ruslara teslim edilecekti. 4. Osmanlı
Devleti Rusya’ya savaş tazminatı ekleyecek ve ayrıca Boğazlar konusunda Ruslara bazı imtiyazlar verecekti. 5. Bosna-Hersek’e
özerklik verilecek ve ayrıca Rumeli'de Hıristiyan halkın bulunduğu vilâyetlerde ıslahat yapılacaktı.
|
Savaşın sonuçları Osmanlı devleti açısından son derece ağır oldu. Ayastefanos'ta onur kırıcı koşullarla bir antlaşma imzalamak zorunda kalan Osmanlı İmparatorluğu, başka şartların yanı sıra, Rusların kilit gayesi olan, büyük ve bağımsız bir Bulgaristan yaratılmasına; Balkanlar'da Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan'ın, Doğu Anadolu'da ise Rusya'nın toprak kazanımlarına; Sırbistan, Karadağ ve Romanya'nın bağımsızlığına; içlerinde Ermenistan'ın da bulunduğu çeşitli Osmanlı topraklarında iç reformlar yapmaya ve Rusya'ya büyük bir savaş tazminatı vermeye de boyun eğdi. İnsani açıdan çok daha feci olanı ise, kaybedilen topraklardan imparatorluğun küçülmüş sınırlarına doğru dinmeden süren ve devleti zaten kıt olan kaynaklarıyla bu nüfusu barındırıp beslemeye mecbur eden Müslüman muhacir akını idi. Anlaşmanın eşitsiz şartlarının öteki Avrupa güçlerini Rusya'nın kazançlarına sınır koymak üzere harekete geçirmesi Abdülhamid için bir ümit ışığı oldu. Bulgaristan sınırlarını küçülten ve bazı toprakları İstanbul'a geri veren 1878 Berlin Antlaşması, sultana Büyük Güçler arasındaki rekabeti kullanarak sınırlı bazı ilerlemeler yapılabileceğini gösterdi. Ancak bu bile pahalıya mal oldu, imparatorluk dış borçlarının idaresini uluslararası gözetime açarken, Britanya Berlin'de daha olumlu koşulların müzakere edilmesi karşılığında Kıbrıs'ı istedi. Hepsinden önemlisi, imparatorluk yine de yaklaşık 230.000 kilometrekare toprak ve 5-6 milyon nüfus kaybetmişti.
Berlin Antlaşması (13 Temmuz 1878) Berlin’de toplanan bir aylık
kongrenin sonunda, 13 Temmuz 1878 tarihinde Berlin Antlaşması imzalanmıştır Antlaşma toplam 64 maddeyi içermekle birlikte,
bunlardan önemli olanları şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Ayastefanos
Antlaşması sonucunda ortaya çıkan büyük Bulgaristan üç bölgeye ayrılmak suretiyle önemli ölçüde daraltılıyordu. Bunlardan toprakları daraltılan Bulgaristan Prensliği, Osmanlı Devleti’ne vergi vermek ve bağlı kalmakla birlikte özerk bir yapıda olacaktı. Osmanlı askerinin bulunmayıp kendi milis gücü bulunan Bulgaristan Prensliği iç işlerinde serbest olacak, başındaki prensi halkoyuyla seçildikten sonra Osmanlı hükümeti tasdik edecek ve büyük devletler de bu isme muvafakat edecekti. 2. Bulgaristan'ın ikinci bölgesi olan Şarkî Rumeli Vilayeti, özerk olmakla birlikte siyasî ve askerî yönlerden Osmanlı Devleti ne bağlı kalacaktı. Burayı yönetecek olan ve Avrupa devletlerinin de onaylayacağı valiyi, Osmanlı hükümeti beş yıl süreyle tayin edecekti. Bu vali, gerekli durumlarda Osmanlı Devleti'nden askeri yardım isteyebilecekti. Ayrıca, Osmanlı Devleti'nin imzaladığı bütün antlaşmalar. Doğu Rumeli'de de geçerli olacaktı. Bulgaristan'ı oluşturan üçüncü bölge ise ıslahat yapılmak şartıyla yine Osmanlı Devleti ne bırakılan Makedonya idi. 3- Osmanlı Devleti 1868 tarihli nizamname ile Girit'te uygulamaya koyduğu özerkliği devam ettirecek ve bu konuda Avrupalı devletlere de bilgi verecekti. 4. Yunanistan, Berlin Kongresi ne katılmamakla birlikte Girit, Teselya ve Epir'in kendisine verilmesini istemiş ancak bu konuda bir karar verilmemişti. Bunun üzerine, Yunanistan lehinde Bazı sınır değişiklikleri yapılmak üzere Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında müzakereler yapılacaktı. İki devlet bu konuda anlaşamazsa, büyük devletlerin aracılığına başvuracaklardı. 5. Bosna ve Hersek geçici olarak Avusturya'nın işgal ve idaresine bırakılıyordu. Avusturya bunun dışında Yenipazar Sancağı'nda asker bulundurmak suretiyle, Sırbistan ve Karadağ'ın arasına girmiş oluyordu. 6. Osmanlı Devleti Karadağ'ın bağımsızlığını tanıyacak, fakat sınırları üzerinde bazı düzenlemeler yapılacaktı. Buna göre Karadağ Antivari Limanını alırken Dulcigno'yu Osmanlı Devleti ne geri veriyordu. Ayrıca, Karadağ savaş gemisine sahip olmayacağı gibi Osmanlı borçlarından bir bölümünü de üzerine alacaktı. 7. Sırbistan'ın bağımsızlığı tanınacak ve Osmanlı borçlarından bir kısmını üzerine alacaktı. Ayrıca Niş ile Pirot Sırbistan'a verilirken Mitroviça ise Osmanlı Devleti ne iade ediliyordu. 8. Romanya'nın bağımsızlığı Osmanlı Devleti tarafından kabul edilecekti. Romanya, Besarabya'yı Rusya'ya vermesi karşılığında Tulçı ve Dobruca'yı alacaktı. Tuna nehri savaş gemilerine kapalı olurken ticaret gemilerine ise açık olacak. Tuna komisyonu eskisi gibi görevine devam edecekti. 9- Osmanlı Devleti, ödemesi gereken harp tazminatının bir bölümüne karşılık olmak üzere Kars, Ardahan ve Batum'u (elviye-iselâse) Rusya'ya bırakırken, Doğubayazıt ve Eleşkirt vadisi kendisinde kalacaktı. Batum, serbest liman olacaktı. Savaşla hiçbir ilgisi olmadığı halde, sınır hattında bulunan Kotur şehri ve bölgesi İran'a verilecekti. 10.Harp tazminatı konusunda Osmanlı Devleti ile Rusya kendi aralarında bir anlaşmaya varacaklardı. 8 Şubat 1879 da yapılan İstanbul Antlaşması ile Rusya'ya bırakılan yerlerin bedeli düşüldükten sonra tazminat miktarı802.500.000 Frank olarak belirlenmiş ve bu miktarın 7 yıl içerisinde yirmi bir taksitte ödenmesi kararlaştırılmıştır. 14 Mayıs 1882 de yapılan antlaşma ile de, söz konusu tazminatın yıllık 350 bin Osmanlı lirasının taksitlerle ödenmesi ve âşâr vergisinin teminat olarak gösterilmesi kararlaştınrımıştır. 11. Osmanlı Devleti Ermeniler 'in yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapmayı ve ayrıca Ermenileri Kürt ve Çerkezlere karşı korumayı taahhüt etmekteydi (61. Madde). 12.İstanbul ve Çanakkale Boğazları, 1841 Londra ve 1856 Paris antlaşmalarında belirlenen statüye bağlı olacaktı. Osmanlı Tarihi, A.Ü.A.Ö.F |
Rusları geri adım atmaya zorlayan, (artık Kraliçe'nin Lord Beaconsfield olarak soylular sınıfına kattığı) Disraeli'nin inadıydı. Disraeli ayrıca sultanın Berlin Kongresi'ne Ermeni nüfusun çıkarlarına uygun ve onların Müslüman Çerkezlerin ve Kürtlerin saldırılarına karşı güvenliğini güvence altına alan reformlar yapma yolunda verilen açık taahhütler karşılığında Doğu Anadolu'daki geniş Ermeni topraklarını geri almasını olanaklı kıldı. Topraklarının önemli kısımlarını Rusya'ya karşı
koruyabilmek için Osmanlı İmparatorluğu'nun Britanya' dan yardım istemesinin
bedeli, Britanya'nın -Disraeli'in imparatorluk anlayışında "Batı
Asya'nın anahtarı" olan Kıbrıs Adası'nı işgal edip yönetmesine izin
veren iki ay önce imzalanmış gizli bir İngiliz-Türk anlaşmasıydı. Britanya,
Fransa'nın antlaşmanın Britanya'ya Doğu Akdeniz' de büyük bir üstünlük kurma
olanağı sağlamasından duyduğu kaygıları dindirmek için Fransa'ya o zamana
kadar güçlü ama dizginlenmiş hırslarının hedefi olan Tunus konusunda dilediği
gibi davranma özgürlüğüne sahip olduğunu hissettirdi. Fransa üç yıl sonra
İngiltere'nin sözünü dinleyerek Tunus'u işgal edip onun Fransa'nın sömürgesi
olduğunu ilan etti; ama bu işgal, izleyen yıl Britanya Mısır' a saldırıp
işgal ettiğinde Fransa'nın buna karşı çıkmasını daha da zorlaştırdı. Ortadoğu Tarihi, Peter Mansfield, Say yayınları, 2012 |
Savaştan çıkarılan en büyük ders ise böylesi bir başka ihtilaftan mutlaka kaçınmak gerektiğiydi. Abdülhamid saltanatının geri kalanı boyunca bu işte büyük ölçüde başarılı oldu. Bunun tek istisnası, 1897'de yapılan ve Osmanlı'nın kesin zaferiyle sonuçlanan Yunan savaşıydı; ne var ki, sonrasında işin içine Avrupalı güçlerin girmesiyle, savaşın kazanımları buhar olup gitti.
Il. Abdülhamid'e, tahta çıktığı o karmakarışık yıldan sonra bir nefes alma fırsatı tanımayan Rus savaşı, imparatorluğun endişe verici zafiyetini de açığa çıkardı. Ancak Abdülhamid'in saltanatının ilk birkaç yılı, onun karşı karşıya kaldığı imparatorluğu yenileme görevinin cesameti yanında, kimi olası çözümler hakkında fikir de verir. Padişahın temel hedefleri, ✅barışı korumak; ✅Büyük Güçlerin çeşitli çıkarlarının yarattığı tehditlerle baş etmek için stratejik bir plan geliştirmek; ✅imparatorluğun maliyesini ve askeriyesini düzene sokmak; ✅Osmanlı hükümetinin idari kabiliyetini yeniden yapılandırmak ve ✅tebaasının çoğunluğunda "sağlam ve geçerli bir toplumsal tesanüt" yaratacak bir vasıta bulmaktı.
93 Harbi Abdülhamid'i daha Asyalı ve daha Müslüman bir imparatorlukla baş başa bırakmıştı, ki bu demografik gerçeklikler, onun gelecekteki politikasını şekillendirişi üzerinde derin izler bırakacaktı. İmparatorluğun Avrupa vilayetlerinin çoğu elden çıkmakla kalmamış, ortaya çıkan büyük muhacir akını Müslümanların kalan topraklardaki oranını da öncesine nazaran çok yükseltmişti. Abdülhamid, başka savaşlardan mutlaka kaçınmak gerektiğine ikna olmanın ötesinde, ihtilaftan başka dersler de çıkarmıştı. ✔Bunların başında, Büyük Güçlerin isteklerine karşı tetikte olmak geliyordu. Kırım Savaşı'nda imparatorluğun müttefiki olan Britanya ve Fransa, artık onun toprak bütünlüğünü savunma yönündeki eski politikalarını bırakıp kendileri toprak koparmaya bakıyorlardı. ✔Süveyş Kanalı'nın açılmasından sonra Doğu Akdeniz'e dikkat kesilen ve Berlin Antlaşması'nın bir sonucu olarak Kıbrıs'ı almış olan İngilizler, çok geçmeden Urabi ayaklanmasını bahane ederek, 1882'de Mısır'ı işgal ettiler; ✔Fransa da, 1870 Fransa-Prusya Savaşı'yla bir hayli zayıf düşmüş olmasına rağmen 1881'de Tunus'u işgal etti.
Abdülhamid olayların bu yeni gidişatını ihanet olarak değerlendirdi. Kendisi İngilizlere karşı büyük bir hayranlık beslerken, Britanya'nın bu davranışı yenilip yutulacak gibi değildi. Sultan hatıratında, "kalleş Albion'"' için kendi penceresinden şöyle der: "Büyük devletler arasında en fazla çekinilmesi icap eden İngilizlerdir. Çünkü onlarca söz vermenin hiç bir kıymeti * lngiltere'ye yapılan bir yakıştırma (perfidious Albion) -ç.n. yoktur."14 Genç padişah, uluslararası arenada, ancak bir gücün çıkarlarını diğerine karşı kullanarak, o da (imparatorluğun siyasi, askeri ve iktisadi durumu göz önünde bulundurulduğunda) pek cılız olmak kaydıyla bir ilerleme kaydetmeyi umabilirdi. Abdülhamid, ✅merkezi hükümetin yetkilerini bir yerde toplayarak düzenlemeyi, ✅silahlı kuvvetleri modernleştirmeyi, ✅iyi yetişmiş ve sadık bir seçkin zümre oluşturmak üzere nüfusun yeterli kısmını eğitmeyi ve genel olarak imparatorluğun, kıt mali kaynakları ve hala çok geniş olan boyutları elverdiğince zamana ayak uydurmasını hedefleyen, iddialı bir sürü değişimi hayata geçirmek için zaman kazanmak da istiyordu. İlaveten, Avrupa'nın saldırıları karşısında, bir İslam birliği politikası gütmenin çekiciliğinin de farkındaydı.
Abdülhamid'in zaman zaman "Pan-İslamizm" de denen İslami politikası iki yönlü bir olguydu. Bir taraftan, yeni demografik durumdan faydalanmak ve imparatorluğun İslami tabanı arasındaki bütünlüğü pekiştirmek için fırsat kollamasıyla, imparatorluk tebaasının çoğunluğunu hedefleyen, pozitif bir stratejiydi. Öbür taraftan, başta Fransa ve Büyük Britanya olmak üzere Avrupalı güçlere, Osmanlı halife-sultanının, imparatorluğun denizaşırı tebaası üzerinde hala esaslı bir nüfuzu olduğunu hatırlatmasıyla da negatif ya da tehditkar bir politikaydı.
Il. Abdülhamid, imparatorluğunu yeniden örgütleme ve modernleştirme yönündeki bu muazzam -ve o ölçüde de masraflı- göreve eğilmeden önce, onun tehlikeli mali durumunu ele almak zorundaydı. İmparatorluk, 1875'te borç ödemelerini yapamaz hale gelmiş ve gelecek mali yükümlülüklerini uluslararası gözetime açmayı kabul etmişti. Sonuçta, 1881'de Düyun-u Umumiye kuruldu. Bu yapının başlıca lehtarları, Osmanlı hükümeti salt gözlemci konumunda bulunurken konseyde temsil edilen ve çoğu yabancı olan Osmanlı alacaklılarıydı. Daha da kötüsü, Düyun-u Umumiye'nin kuruluş hükümlerinin, idareye imparatorluk vergi gelirlerinin kabaca yüzde 30'una el koyma hakkı tanımasıydı - öyle ki, imparatorluğun tüm meslek gruplarından ve bölgelerinden elde edilen gelir borç ödemesine gitmiş oluyordu. Düyun-u Umumiye'nin bizatihi varlığının ihsas ettiği gurur kırıcı hükümranlık kaybına rağmen, yeni dağıtım Osmanlı devleti açısından tümüyle faydasız da değildi. Avrupalı güçlerin müdahalesi olmaksızın bir anlaşmaya varılmıştı ve bu anlaşma imparatorluğa, eskiye nazaran daha uygun şartlarda yabancı sermaye akışı garanti ediyordu.16 Bu kaynaklara erişim olmadan, Abdülhamid'in sermaye yutan, büyük ölçekli ve iddialı askeri ve bayındırlık projeleri imkansız olurdu. Ayriyeten, Düyun-u Umumiye'nin eğitip istihdam ettiği çok sayıdaki Osmanlı, hem iktisat için hem de mevcut en son mali bilgilerin birikimi açısından bir nimet ve Abdülhamid'in sivil bürokrasiyi profesyonelleştirme gayretleri doğrultusunda bir girişimdi.
Düyunu Umumiye 27
Aralık 1881’de Rusum-ı sitte idaresi feshedildi. Bu fesih, alacaklılar için
yeni bir kapı açıyordu. Birikmiş anapara ve faiz toplamı 278 milyon olan borçlar,
117 milyon liraya indirildi. Teminat olarak da Kıbrıs, Şarki Rumeli ve Mısır vergileri gösterildi. Bu sırada Muharrem Kararnamesi uyarınca Duyûn-ı Umumiye-i Osmaniye idaresi meclisi kurulması kararlaştırıldı. İstanbul merkezli komisyonda
İngiliz, HolIandalı, Fransız, Alman, Avııshıryalı. İtalyan ve Osmanlı birerliye
bulunacaktı Meclis her yıl bir bütçe hazırlayacak ve hükümetçe tasdik edilecekti. 1882
yılında çalışmalanna başlayan meclis, kendisine bağlanan vergileri doğrudan
toplamakla yetkili idi. Böylece, Duyûn-ı Umumiye/Genel Borçlar idaresi kurulmuş oldu. Yabancı
alacaklılar tarafından kontrol edilen bir maliye, adeta devlet içinde devlet otoritesi gibiydi. Nitekim idare, 5.000 kişilik bir kadro oluşturdu.
Bu sayı 1912 yılında 9-000 kişiye ulaşmıştı. Duyun-ı umumiye idaresinin yöneticileri
Avrupa’dan gelen kişilerdi. Aynı idarenin taşra teşkilatını ise Galata
bankerlerinin elemanları yönetiyordu. İlk önce sadece kendi alacaklarını tahsil ederken
sonradan sınai ve ticari yatırımlar da yapmaya başladılar. Örneğin Bursa’da ipek
sanayi, Zonguldak'ta kömür madenlerini işletiyorlardı. Aslında
bu yeni idareden sonra borçlanma durmamıştır. Hatta iç ve dış borçlanma artmıştır denilebilir. 1854-1875 yıllan arası borçlanma ile 1886 yılı
sonrasındaki borçlanmalar mukayese edildiğinde belirgin bir iyileşme görülür. Önceki
borçlara oranla hâzineye %54 oranında gelir sağlanırken bu oran %82’ye çıkmıştır.
Oıtalama faiz %4'den 3.7’ye inmiştir. Borçların vadesi daha uzundur. Bu iyileşmede,
Duyûn-ı Umumiye’nin teşkilatı ve teşkilata ait güven hissinin de etkisi olduğu
kabul edilebilir. Ayrıca, önemli bir etken olarak da aynı yıllarda Osmanlı
topraklarında ortaya çıkan Alman rekabeti de dikkate alınmalıdır. 1903 yılına gelindiğinde,
1854- 79 yılları arası borçlanmalar için bile ek bir indirime gidildi. Osmanlı Tarihi, A.Ü.A.Ö.F
|
Rusya ile yaşanan savaşın yarattığı buhran esnasında Midhat Paşa'yı ülke içi sürgüne göndererek bürokrasi üzerindeki otoritesini yeniden kurmaya girişen Abdülhamid, bunu fırsat bilerek meclisi tatil edip anayasayı askıya aldığı gibi, diğer liberal muhalefet liderleriyle, iktidara çıkarken destek aldığı yüksek rütbeli askeri görevlilerden de kurtuldu. Bab-ı Ali, yani başında vezir-i azamın bulunduğu hiyerarşik hükümet organı, 19. yüzyıl boyunca sultanın aleyhine otoritesini artırmıştı. Abdülhamid, sarayın Bab-ı Ali üzerindeki otoritesini yeniden kurmayı hedefleyen iki kurnaz politikayla bu gidişatı tersine çevirdi. Bunlardan birincisi, sarayın kendi bürokratik yapısında meydana gelen muazzam genişlemeydi. Sarayın, sultanın geleneksel olarak ziyaretçilerini ve nazırlarını kabul ettiği bölümü olan mabeyn giderek o kadar büyüdü ki, sonunda fiilen imparatorluk buradan yönetilir hale geldi ve böylece sultan dizginleri tekrar ele almış oldu. II. Abdülhamid hükmetme işini son derece ciddiye alır ve pek az yetki devrederdi; özellikle buhran dönemlerinde veya devlet işlerinin çok yoğunlaştığı zamanlarda, fincan fincan kahve içerek geç saatlere kadar mesaiye devam eden sultanın etkileyici çalışma hızına mabeyn katipleri şahittir.18 Abdülhamid'in stratejisinin ikinci dayanağı, sarayın genişlemiş otoritesini Bab-ı Ali'nin faaliyet alanına doğru yaymaktı. Sultan bu işin üstesinden de, vezir-i azamlarıyla sık sık birbirlerine düşmelerine sebep olan ve daima değişmez bir biçimde sultan lehine sonuçlanan nezaret sorumlulukları meselesine titizlik göstererek geldi. '9
Saltanatı
süresince yirmi beşten fazla vezir-i azam değiştiren Abdülhamid'in, bu
değişiklikleri bürokratik düzen üzerindeki otoritesini ilan etmenin ve hatıratında
da doğruladığı gibi, çeşitli güçleri; bilhassa da Britanya'yı yatıştırmanın bir
yolu olarak kullandığı açıktır.20 Söz konusu dönem boyunca makamın baş kişileri
olan Küçük Said Paşa ve Kamil Paşa, birlikte toplam on kez sadarette
kaldılar.21 Abdülhamid, biraz da kendini savunurcasına, en yetkili memurunu
değiştirmesi yüzünden ortalığın gereksiz yere velveleye verildiğini yazmıştır,
ancak arkadan gelen cümle, Abdülhamid devletinde gerçek iktidar mevkiinin
neresi olduğunu aydınlatır: "çünkü Kamil, veya Said hangisi olursa olsun,
Yıldız' da ikamet eden benim! "22 Bu cümle, Abdülhamid yönetiminin,
kişisel, patrimonyal bir otorite ile işlevsel, akılcı bir bürokrasi
mekanizmasını birleştirmeyi ne denli ileri götürdüğünü zarafetle anlatır.
Benzer bir anlayışla, 93 Harbi'nden itibaren askıya alınan Osmanlı anayasası
metni, her resmi salnamenin girişinde basılmaya devam etmiştir.
Abdülhamid hükümetinin başlıca gailesi, hem becerikli hem de sadık memurlar yetiştirmekti. Her ne kadar hükümet, Tanzimat döneminde, bir maarif sistemi yaratma yolunda hatırı sayılır bir çaba içine girmişse de, mevcut durum planların çok gerisindeydi. 1880'lerin ilk yıllarında mali durumu az çok kontrol altına alan Il. Abdülhamid, bundan sonra olanca dikkatini imparatorluk çapında bir maarif sistemi planlarını hayata geçirmeye verdi.23 İslami politikasını gütmesine rağmen, eğitimdeki yeni değişiklikleri dini hiyerarşi vasıtasıyla yönlendirmemeye gayret etme yoluna gitti. Kısmen, ulemanın alt kademelerine ilişkin olumsuz kanılarının(onları "ifrat derecede muhafazakar" bulmakta ve aleyhlerinde Kahire'deki ElEzher'den yetişenlerle karşılaştırma yapmaktaydı) da etkisiyle, medrese sistemini modern bir eğitim sistemine çevirmeye hiçbir zaman teşebbüs etmedi.ı.4 Bu iş için, Tanzimat'tan devraldığı eğitim reformlarının yolundan yürümeyi ve dini düzenin yürüttüğüne paralel, ama ayrı bir sistem kurmayı tercih etti; gerçi ulemadan birçoklarını eğitim hiyerarşisine dahil etmeyi de ihmal etmedi Bütüncül bir imparatorluk tedrisat sistemi yaratmaya dönük ayrıntılı bir plan olan, Fransız esinli 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi'nin takip edilmesine özel bir dikkat gösterdi. Bu planın iddialı tabiatına, Abdülhamid hükümetinin bilhassa 1880'lerin ilk yıllarında onu hayata geçirme konusunda sergilediği hassasiyet eşlik ediyordu. Döneme ait salnamelerde toplanan fotoğrafların, hükümet muhaberatının ve istatistiklerin tümü, 1869 nizamnamesinin vaatlerinin Abdülhamid döneminde bir bir eğitim binalarına dönüşmesine tanıklık eder. Ancak Abdülhamid döneminin imparatorluk çapında bir eğitim altyapısı oluşturmaktaki hızından daha da ilginç olan, topyekûn eğitim anlayışı ve bu anlayışın bu yeni yapılarda aktarılış biçimleriydi. Il. Abdülhamid'e göre Osmanlı devletinin geleceğine ilişkin savaşın asıl verileceği alan eğitimdi ve devlet -askeri, ticari ve kültürel alanlarda olduğu gibi- bunda da fena halde geride kalmıştı.
Padişah,
sağlam mali kaynaklara sahip ve iyi örgütlenmiş bu kadar çok azınlık ve yabancı okulu bulunmasını, bilhassa da her zaman olduğundan daha kuvvetli duran
misyoner hareket tarafından idare edilen okulların varlığını imparatorluk için
bir tehdit olarak görüyordu. Özellikle de bunların, genç Osmanlı erkeklerini
-ve giderek artan oranda kızlarını- dinleri ve devletleri aleyhine döndürdüğünü
düşünüyordu.26 Dolayısıyla, Abdülhamid'in eğitim politikasını belirleyen bir
rekabet ruhu oldu, ki söz konusu politika bu bakımdan, o sırada yerkürenin her
tarafında, modern dünyanın hızlı değişimlerine geçmişin ulusal ve dini başarı
kaynaklarına dayanarak ayak uydurmaya çalışan pek çok eğitim stratejisiyle
benzerdi. Osmanlı modelinde devlet, eğitimi genç tebaasının sadakat ve yakınlığını
pekiştirmek için kullanmaya çalıştığından, imparatorluk geleneği ve İslam
ahlakı haliyle büyük rol oynadı.27 Bir başka deyişle, Abdülhamid'in
Tanzimat'tan miras aldığı eğitim sisteminin esin kaynağı yabancı iken, onun
hükümeti bu sistemi Osmanlı ve İslam gelenekleriyle bağdaşır hale getirmek için
büyük adımlar attı. Her ne kadar okullar kâğıt üzerinde ve pratikte her
inançtan çocuğa açık idiyse de, Abdülhamid idaresi onları, azınlık ve yabancı
muadillerinin aksine, birer "Müslüman" okulu olarak görüyordu.
Osmanlı'nın bu görünürde "laik" devlet sistemindeki değişik birçok
görev ulema tarafından yerine getiriliyor ve bu okulların müfredatı İslami
konulara gösterilen hatırı sayılır dikkati yansıtıyordu. Birçok bakımdan,
ortaya çıkan eğitsel aygıt katıydı ve öğrencilerinin davranış ve terbiyelerini
(öğrencinin ilerlemesi ya da geri kalması, bir tür ahlak karnesi vasıtasıyla
takip edilirdi) olduğu kadar, yayınlanmadan önce sıkı bir denetimden geçirilen
ders kitaplarının içeriğini kontrol altında tutmakla da meşguldü.
Abdülhamid döneminin eğitim konusundaki gayretlerine sinmiş olan katılık ve şüphe, istenmeyen sonuçlar da doğurabilirdi Yeni tedrisatın sıradan öğrenciler arasında nasıl bir kabul gördüğünü pek bilmiyoruz, ancak Jön Türk muhalefet hareketinin nüvesini oluşturan o grup içinde dönemin projesinin istenmeyen meyvelerini gözlemleyebiliriz. Ders kitaplarının içeriğinin ayıklanmasına karşı çıkan ve rejimin retoriği ile hizmet etmek üzere yetiştirildikleri devletin iktidarının önlenemez gibi görünen düşüşü arasındaki tezadın giderek bitap düşürdüğü bazıları kurtuluşu radikal Batı Avrupa düşüncesine sığınmakta buldular ve bu, doğruca 1908 ihtilaline götüren bir unsur oldu. Artısıyla eksisiyle Abdülhamid döneminde eğitim alanında gösterilen gayret, dönemin asıl büyük gündeminin de bir göstergesi sayılır.
Ana hatlarıyla söyleyecek olursak, Abdülhamid'in asıl derdi, gerek maddi, gerekse ideolojik araçlar vasıtasıyla rejimin etki alanını toplumun daha büyük kesimlerine doğru genişletmek ve o güne kadar iyi niyetli ihmale uğramış halkları ve bölgeleri bu yörüngeye oturtmaktı. Bu genişleme, açıkça evvelki Tanzimat döneminden miras kalan çizgiler üzerinden yürüdü, yani devletin bürokratik yapısı büyük ölçüde genişledi. Gerek başkentteki, gerekse vilayetlerdeki idari duruşunu sağlamlaştırması sayesinde devlet, sırf bürokratı olacak insanlara değil, çok daha fazlasına erişebilir hale geldi Abdülhamid döneminde devlet, merkezi hükümetle -giderek vatandaş muamelesi yapılan tebaası arasındaki ilişkiyi dönüştürecek aygıtı geliştirerek ya da bazı hallerde düpedüz yaratarak başka birçok alanda da büyüdü hukuki, tıbbi, mali, askeri ve istatistiki alanlar bunlardan sadece birkaçıydı.
Rusya'yla yapılan savaşın Balkanlar'da bu kadar çok toprak kaybına neden olmasından sonra yeni alanların İstanbul'un daha doğrudan yönetimi altına sokulması devlet için aciliyet kazandı. Abdülhamid döneminde dikkatlerin, Suriye ve Şarkü'l-Ürdün gibi, daha önce İstanbul'un pek az ilgi gösterdiği alanlara kaydığını görebiliriz.29 Aralarında aşiret reislerinin oğulları için İstanbul' da kurulan özel bir okul da bulunmak üzere yeni okullar inşa ettiren,3° yerel ayanla ve tarikat şeyhleriyle yakın ilişkiler geliştiren, hazine-i hassadan ihsanlarda bulunan Abdülhamid, böylelikle asırların haklı çıkardığı siyasi ikna vasıtalarının yolundan ayrılmamış oluyordu. İlginç olanı, Abdülhamid reformlarının iddialı tabiatının, sultanı ve idari aygıtını yerel katılıma, yerel inisiyatife ve belli bir dereceye kadar yerel özerkliğe dayanmaya mecbur · etmesiydi; bütün bunlar, geç Osmanlı devletinin aksi takdirde durulacağa benzemeyen merkezileşme stratejisini ıslah etmişti. Bu oldukça faydacı bakış açısı, sembolizm ve ideoloji alanında işleyen ve bu nedenle hiç değilse kağıt üzerinde pratik iktidar mekanizmalarıyla sınırlı olmayan bir diğerince tamamlanır.
Abdülhamid'in halife-sultan konumunun dini boyutunu vurgulamaktaki niyeti, merasim, mimari, madalya ve rütbe ihsanı, tarikatlarla görünür bir şekilde yakın ilişkiler, ithaf kitabeleri, tuğra ve tebaasına hitap ederken kullandığı resmi dil gibi vasıtalar aracılığıyla imge ve sembollerin gücünden mümkün olan en geniş biçimde yararlanmaktı. Bu "imaj yönetimi" girişimleri bugünün standartlarına göre biraz kaba kaçabilir, ancak halkla ilişkiler araçlarının pek nadir olduğu bir zamanda bunlar, resmi doğrultuyu yaymanın ve sultanın tüm imparatorluk üzerindeki fiili varlığını ilan etmenin en etkili yoluydu. Padişah, uluslararası arenada da, imparatorluğun fuarlarda, konferanslarda ve kongrelerde temsil edilmesi konusunda hassasiyet gösteriyordu.32 Bu arada, imparatorluğunda olup bitenler hakkında bilgi toplamak için fotoğrafçılıktan ve geniş bir muhbirler ağından da yararlanıyordu ki, sarayının duvarları dışına nadiren çıkan bir sultan için bu bir zorunluluktu.
1880'ler, Abdülhamid'in dahili yeniden yapılanma ve reform programını hayata geçirmeye yoğunlaşmasına fırsat tanımıştı; ancak bundan sonraki onyılda, saltanatının ilk yıllarına yakıcı bir damga vuran buhran silsilesinden tamamen kaçınamadı. Dahili etnik anlaşmazlıklar, komşu devletlerin tahrikleri ve Büyük Güçlerden gelen baskıyla yeniden birleşerek, önce 189o'ların başından ortalarına kadar süren Ermeni ayaklanmalarında, sonra 1897'deki Yunan çatışmasında, son ve Abdülhamid rejiminin kaderi açısından daha belirleyici olarak da 20. yüzyılın ilk onyılında Makedonya'da kendini gösterdi.
1890'ların Ermeni ayaklanmaları, dini ve etnik gerilimlerle tonu değişen yerel düşmanlıklar, vergi tahsilatına duyulan öfke, azınlık cemaatleri içindeki, geleneksel liderlik ve ruhban sınıfını meydan okuyan radikallerle karşı karşıya getiren ayrılıklar, yabancı güçlerin buradan hiç ayırmadıkları bakışları gibi unsurları içermesi bakımından Balkan buhranının bir nakaratıydı. Ancak arada çok temel farklılıklar da vardı. Balkanlar'daki durumla asıl fark demografikti. Rumeli'nin başlıca bölgelerinde Müslümanlar azınlık durumunda iken, Doğu Anadolu'nun alevlenecek bölgelerinde Ermeni nüfusu çok daha dağınık biçimde yerleşmişti. Osmanlı toplam nüfusunun yüzde 6 ila 8'ini oluşturan Ermeniler, imparatorluğun hiçbir vilayetinde çoğunluk durumunda değildi. İstanbul dışında, çoğu Osmanlı Ermeni'sinin yaşadığı Doğu Anadolu'nun "altı vilayet"inden, Osmanlı sayımlarına göre sadece birinde Ermenilerin oranı nüfusun dörtte birini aşıyordu.33 Bu nedenle, Ermeni nüfusundaki küçük ama önemli bir kesimin en sonunda milliyetçi çizgiler doğrultusunda radikalleşmesi, tahmin edilebileceği gibi bir sorun kaynağıydı. Özerklik, hatta bağımsızlık muazzam bir demografik karışıklık yaratacaktı. Hınçak ve Daşnaksutyun adlı iki militan Ermeni örgütünün ortaya çıkışı (sürgündeki Ermeniler tarafından sırasıyla ı887'de Cenevre'de ve 1890'da Tiflis'te kurulmuştur) ve Batılı güçlerin dikkatini çekmek üzere son derece saldırgan bir terör politikası benimsemeleriyle, tam bir fecaat yaşandı. 1870'lerin Bulgar milliyetçilerinin izinden giden Ermeni ihtilalciler, Müslümanları misillemeye sürüklemek ve uluslararası müdahaleyi tetiklemek kastıyla sık sık saldırılar düzenlemeye başladılar. Osmanlı hükümeti bu saldırılara, düzensiz Kürt birliklerinden oluşan "Hamidiye Alayları"nı kurarak cevap verdi. 1890'dan 1893' e kadar olan dönem karşılıklı saldırılarla geçti, ama bunlar denizaşırı dikkatleri ayaklandıracak türden büyük boyutlu vahşetler değildi. Hamidiye alaylarının, giderek vahimleşen bir dizi kışkırtmaya Sason'da büyük bir Ermeni katliamı yaparak karşılık verdiği 1894 yılı, bu bakımdan bir dönüm noktası oldu. Sultan, Osmanlı yetkililerinin duruma hakimiyetini -ve Müslümanların Ermeni ihtilalcilerinden duyduğu kaygının boyutlarını iyi tartamamışa benzemektedir. Olaylar bir kez zincirinden boşanınca, İstanbul için düzeni yeniden tesis etmek imkansız değilse de çok zor oldu. Çok sayıda Ermeninin katledildiği ve birçoğunun da sultanın iradesine rağmen imparatorluğu terk ettiği 1894-96 olaylarının öngörülemeyişi,35 kısmen merkezi hükümetin, modem bir ordunun disiplininden tamamen habersiz ve coğrafi olarak da uzak Kürt aşiretlerini fiilen silahlandırmış olmasından, kısmen de hükümetin bölge Müslümanlarının savunucusu olarak gözükmek için yerel ayanı zayıflatma politikasından kaynaklanmıştır.36
Abdülhamid'in, başta "Kızıl Sultan" olmak üzere, kan dökmekle ilgili aşağılayıcı lakaplarla anılır olması, Sason olayları sırasındadır. Ancak sultan yine de, biraz büyük devletleri vilayet reformlarının zaman istediğine ikna etmesi, biraz da yeni bir reform programını kabul etmesi sayesinde, uluslararası çapta büyük bir krizin önüne geçmeyi başarmıştır. Bundan sonra Hınçaklar daha da vahim bir strateji izlemeye koyuldular. 1896'da faaliyet alanlarını başkenti de içine alacak kadar genişletip Osmanlı Bankası'nı bastılar, bombalar yerleştirip rehineler aldılar. Baskıncıların bir kolu Bab-ı Ali'nin yolunu tutarak, Cuma namazına gitmek üzere olan sultana bombalı bir suikast düzenledi, sultan muhafızlarından yirmisinin can verdiği bu saldırıdan kıl payı kurtuldu. Taleplerini bir liste haline getiren Ermeni eylemciler, bu listeleri -pek manidar bir şekilde başkentteki Batılı ülke büyükelçiliklerine sundular. Bu talepler arasında, vergi matrahlarının halihazırdaki düzeyinin yüzde 2o'sine indirilmesini izleyecek beş yıllık bir vergi affı; doğudaki vilayetlere Hıristiyan valilerin atanması; Hıristiyan bir jandarma teşkilatının kurulması ve benzeri maddeler vardı. II. Abdülhamid bu talepleri reddetmekle birlikte, birkaç Hıristiyan vali atadı ve genel af ilan etti. Avrupalı güçleri harekete geçiren nedenler bu noktada su yüzüne çıktı. Britanya, İstanbul'a bir Kraliyet Donanması filosu gönderme niyetiyle Rusya'ya yanaştı. Bunun İngiliz nüfuzunu artırmasından korkan Rusya talebi reddetti; Fransa da itirazlarını iletti. Bu esnada, umdukları uluslararası desteği bulamayan ihtilalci Ermeni örgütleri birbirlerine düştüler ve konu uluslararası gündemden düştü, ta ki I. Dünya Savaşı sırasında bambaşka ve trajik bir biçimde hortlayana kadar.
Buhran geçmişti, ama her iki taraf da kendini mağdur hissediyordu. Öldürülen ya da imparatorluğu terk eden Ermenilerin sayısı, çektikleri ıstırabın kanıtıdır. Abdülhamid'e gelince, fırtınayı atlatmıştı, ama Batılı güçler lehine standart olduğunu düşündüğü şeyin acısını içinden atamıyordu. Şöyle yazmıştı: "Büyük devletler, Ermenilerin, kılıçla, dinamitle saldıran asiler olduğunu anlamak; kendi topraklarımızın efendisi olduğumuzu kabul etmek istemiyorlar; kapitülasyonlarla veya diğer teklifleriyle bizi mütemadiyen rahatsız ediyorlar. Monako Prensliğine dahi verdikleri hakları bize fazla görüyorlar."37 işte Osmanlı lmparatorluğu'nda demografiyle milliyetçi tahriklerin böyle birleştiği bu dönemde, Doğu Anadolu'daki durumun sakinleşmeye yüz tutmasının üzerinden fazla geçmeden bir başka bölge tutuştu.
Bu kez konu, Rum nüfusun azımsanmayacak oranda olduğu bölgeleri imparatorluktan kopartarak Yunanistan'la birleştirmeyi amaçlayan Yunan milliyetçiliği ve irredantizmiydi. Her ne kadar, bir Yunan imparatorluğu Megali ldea'sını canlandırma peşindeki Yunan milliyetçi kışkırtmaları imparatorluğun çeşitli kısımlarını hedef almış idiyse de, 1890'ların ikinci yarısında ihtilafın asıl yoğunlaştığı yer Girit Adası oldu. 1895'te, Ermeni krizi zirvede iken yeni Yunan isyanları patlak verdiğinde, Abdülhamid adanın valilerini değiştirerek durumu idare etme yoluna gitti. Bir etnik Rumu vali atadığında, ada nüfusunun kabaca yüzde 30'unu oluşturan Müslümanlar itiraz ediyor, bir Müslümanı atadığında ise Yunanistan'la birleşme talebindeki Rum tebaa ayağa kalkıyordu. Rum ayaklanmacıların Yunanistan'la birleşme arzusunun şiddeti göz önünde bulundurulduğunda, adada Osmanlı hakimiyetini muhafaza etmek neredeyse imkansız hale gelmişti. 1896'da şiddet döngüsü büyük bir patlamanın eşiğindeydi. 1897'nin başlarında, Giritli isyancılar adanın Yunanistan'la birleştiğini ilan edip Atina'dan yardım istedi; Atina da beklendiği gibi müdahale ederek adaya bir keşif kolu çıkardı. Bu hareket Avrupalı güçlerde bir tepki doğurdu. Bu kez olağanüstü bir tarafsızlık sergileyerek Yunanistan'ın geri çekilmesini ve Girit'in özerklik kazanmasını talep ettiler ki, bu tamamen sembolik bir Osmanlı hakimiyeti anlamına geliyordu.38 Ama Yunan hükümeti, Girit'i sadece -hepsi de Osmanlı hakimiyetinde olan- Epir, Tesalya ve Makedonya'yı da içeren daha büyük bir planın parçası olarak tahayyül eden Etniki Eterya adlı bir örgütün başını çektiği ateşli bir milliyetçiliğe gömülmüştü. Aralarında Yunan subaylarının da bulunduğu örgüt gönüllüleri, Tesalya'daki Osmanlı-Yunanistan sınırına yığıldılar. Atina da aynı yoldan gitmeye mecbur oldu; 1897 Şubat'ına gelindiğinde yaklaşık 25.000 Yunan askeri savaş işaretinin verilmesini bekliyordu. Yunan gönüllülerin Nisan'da sınırı geçerek akınlar düzenlemesi üzerine, Osmanlı hükümeti 17 Nisan'da savaş ilan etti.39 Osmanlı-Yunan Savaşı bir ayı çok geçmeden sona erdi. Daha üstün olan Osmanlı kuvvetleri Yunan hatlarını yarıp savunmayı çökerterek güneye doğru ilerlemeyi sürdürdüler. Büyük Güçlerin araya girip iki tarafa da baskı yapmasıyla, Yunanlılar Girit'ten kuvvetlerini çekerken, Osmanlılar da Yunan topraklarının daha da içlerine girmeden durdular. Osmanlılar kazandıkları toprakları muhafaza etmekten alıkoyuldular, ama Atina'dan tazminat almayı başardılar. Başlarda savaşmaya yanaşmayan Abdülhamid, kazanımlarının Büyük Güçlerin baskısıyla ufalanıp gitmesi ve Girit'in sadece kağıt üzerinde bir Osmanlı toprağı olarak kalmasına rağmen, yine de konumunun faydasını gördü. Böylelikle Osmanlı topraklarından iri lokmalar koparma tahrikleri içindeki çeşitli Balkan milletlerine sert bir mesaj yollamış oldu. Zaferin kazandırdığı itibar Abdülhamid'e imparatorluk dahilinde de yerli muhalifleri, bilhassa da az sonra değineceğimiz, uç vermekte olan Jön Türk hareketi karşısında önemli bir karşı propaganda imkanı sağladı.
l896'dan kabaca l905'e kadar olan süre Abdülhamid saltanatının en parlak dönemi olarak görülebilir. Sultan savaşın tam olarak önüne geçememişse de, Yunanistan'la çatışma neyse ki kısa sürmüş ve elde edilen sonuçlar Avrupa baskısıyla büyük ölçüde azalmasına rağmen ona yine de yarar sağlamış, tahttaki ilk yıllarının yıkıcı savaşında ilan ettiği gazi unvanını yeniden kullanmaya başlamıştır. 1878'den sonraki uzun barış dönemi, Abdülhamid reformlarının hayata geçmesine olanak sağlamıştı. Bu ilerleme, özellikle de maliyetli ama elzem olan askeri alanda aşikardı; sultanın, İngiliz ve Fransız nüfuzunu önemli ölçüde dengeleyen Wilhelm Almanya'sıyla kurduğu ilişki meyvelerini veriyordu. Vilayetlerle ilişkiler, telgrafın ve demiryollarının yaygınlaşması sayesinde büyük ölçüde kontrol altına alındı. Teknolojiden böylesi yararlanmanın hem pratik hem de sembolik bir yanı vardı. Tamamıyla Müslüman sermayesince karşılanan Hicaz demiryolu, Abdülhamid'in din ile modernliğin izdivacı konusundaki kararlılığının belgesi oldu.40
Almanya ve
doğuya yöneliş Almanya İmparatoru II. Wilhelm, işbaşına geldikten
ve 1890’da dış politikanın yönetimini eline aldıktan sonra, Alman
ekonomisinin etkisini dünyaya yaymak
isteyen bir “ Dünya Politikası” (Weltpolitik)
izlemeye başlamıştı. Bu politika
içinde, Osmanlı İmparatorluğu’na
da büyük önem veriyor, burada yayılmayı
düşünüyordu (Doğu’ya yöneliş-Drang
nach Osten). Bu önemi göstermek için de, daha tahta geçişinin birinci
yılında, 1889’da İstanbul’a bir yolculuk
yaptı. İstanbul’da, Almanya’nın elini tutmaya hazır bir yönetici bulmuştur:
II. Abdülhamid... II. Abdülhamid’in bütün yönetimine yön veren şeyin iki korku olduğu görülüyor. Bunların birincisi, iç politikada, tahttan indirilmek korkusudur. İkincisi ise dış politikada, İngiltere’ye karşı duyduğu güvensizliktir. Aslında bu ikisi bir ölçüde birbiriyle ilintilidir. Gerçekten, bu konuyla ilgili belgelerden anladığımıza göre, II. Abdülhamid, Abdülaziz’in, 1876’da, Osmanlı İmparatorluğu’nda meşrutiyet yönetimi kurulmasını isteyen İngiltere tarafından tahttan indirildiğine inanıyor ve aynı şeyi kendisine de yapmaya kalkışmasından kuşkulanıyordu. Ayastefanos Antlaşması’nın değiştirilmesi karşılığında 1878’de Kıbrıs Adası’nı alması, 1882’de Mısır’ı işgal etmesi, II. Abdülhamid’in İngiltere’ye karşı kuşku duymasının öteki nedenleriydi. Ona göre, İngiltere’nin bu girişimleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun İslâm toprakları üzerinde genişlemeye yönelik olarak attığı ilk adımlardı. Bunu önlemek için güçlü ve güvenilir bir dosta gereksinme vardı ve bu da, Almanya olabilirdi. II. Abdülhamid’in Almanya’ya çeşitli bakımlardan yakınlık duyduğunu anlıyoruz.✅ Birincisi, daha şehzadeliğinde çıktığı Avrupa gezisinde Prusya’nın kudretine hayran olmuştu. ✅İkincisi, II. Abdülhamid’e göre, Alman İmparatorluğu içinde Müslüman halk da yoktu. Bu bakımdan, iki ülke arasında bir çıkar çatışması, Müslümanlar üzerinde bir üstünlük yarışması çıkması da beklenemezdi. ✅ Üçüncüsü, Alman parlamentarizminin de Osmanlı mutlakiyetinden pek büyük bir farkı yoktu. Bu durumun II. Abdülhamid’i, kurulacak bir yakınlığın kendi saltanatına bir tehlike getirmeyeceğini, hatta onu güçlendireceğini düşünerek, Almanya’ya daha fazla yaklaştırdığı söylenebilir. Demiryolu Bunalımı Osmanlı Devleti ile Almanya arasındaki
yakınlaşmanın doruğu, 1899 ilkbaharında Anadolu Demiryolu Şirketi’ne verilen
Bağdat demiryolu ayrıcalığıdır. Bundan
bir yıl önce, II. Wilhelm ikinci kez İstanbul’a gelmiş, Kudüs’e kadar giderek
kendisini “ 300 milyon Müslüman’ın dostu” ilân etmişti. Eskişehir-Konya
hattının Bağdat’a kadar uzatılması ayrıcalığının Alman şirketine verilmesi,
bunu Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu
üzerinden Hindistan’a doğru uzanması gibi gören İngiltere ile Almanya
arasında büyük bir bunalıma yol açtı. İngilizler, Bağdat’a kadar uzatılacak
demiryolunun sonunda Basra Körfezi’ne kadar uzanıp, hem Almanya’ya Ortadoğu’da büyük bir üstünlük
kazandırmasından, hem de onu Hint yolu
üzerinde söz sahibi yapmasından korktular, öte yandan Rusya da, Anadolu’da demiryolu ağının yaygınlaşmasının
Osmanlı Devleti’nin savunma gücünü artıracağını düşünerek kuşku duydu; özellikle kuzeye ve doğuya
doğru uzanacak yolların yapılmasını istedi. Fransa’ya gelince, o da bu kadar
kârlı görünen bir girişimin Almanya’ya gitmesine kızıyordu. Kısacası, Bağdat
demiryolu, “Doğu Sorunu”nu yeniden gündeme getirmişti. Bununla beraber, bu
olaydan en çok kuşkulanan devlet olan İngiltere, bu sırada çeşitli sömürge
çatışmalarıyla uğraştığı ve büyük bir yalnızlık duygusu içine olduğu için,
işi fazla ileri götüremedi. Haluk Ulman , Tanzimat’dan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi
|
l900'de büyük bir tantanayla sultanın cülusunun yirmi beşinci yıldönümünü kutlanırken, göz korkutucu bazı engellere rağmen imparatorluğun durumu hiç de kaygı verici görünmüyordu. Abdülhamid döneminde, devlet dışında da son derecede önemli değişiklikler vuku bulmaktaydı. Gündelik yaşam, bilhassa şehir merkezlerinde, genellikle büyük bir değişim içindeydi; imparatorluğun liman şehirlerinde hatırı sayılır bir iktisadi büyüme ile toplumsal ve kültürel alanlarda buna eş bir gelişme yaşanıyordu.41 Ulaşımdaki ilerlemeler, makineleşme, ithal mallarının miktar ve görünürlüğünün artışı, halk arasında okuryazarlığın yaygınlaşması, kadınların iktisadi ve toplumsal yaşama katılımı gibi etkenlerin hepsi, küresel olarak geç 19. yüzyılla ilişkilendirilen hızlı değişime ayak uyduran imparatorlukta, Abdülhamid döneminde yaşamın ne kadar canlı olduğuna tanıklık eder.
Önemli eserlerin yayınlandığı; dil, kadınların toplumdaki rolü, Osmanlı toplumunun Batı'yı ne dereceye kadar takip etmesi gerektiği gibi konularda tartışmaların sürdüğü edebi alandaki' canlılık bile, tek başına, gözlemcilerin siyasetteki ünlü Abdülhamid sansürüne verdikleri önemi yalancı çıkarmaya yeter. Osmanlı bireylerinin, ister Doğu' dan ister Batı'dan alınmış olsun, günün etkilerine ayak uydurmakta ne denli başarılı olduklarını gündelik yaşam alanında görebiliriz.42 Yine de dönem ideal olmaktan uzaktı; başlıca iktisadi, toplumsal ve siyasi sorunlar sürmekte ve devletin önünde son derece ciddi zorluklar uzanmaktaydı.
Abdülhamid'in saltanatı nihayetinde iki eğilimin aynı noktada kesişmesiyle son buldu: imparatorluğun gerek içinde, gerek dışında giderek büyüyen bir muhalefet hareketinin gelişmesi ve Balkan sorununun, bu kez Makedonya'daki içinden çıkılması güç durum üzerinde merkezlenerek hortlaması. Aslında, Abdülhamid'in saltanatına olan muhalefetin ilk işaretleri hiç de korkutucu değildi. Küçük bir öğrenci grubunun 1889'da Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'de toplantı yapması -Jön Türk hareketinin en sonunda Türk milliyetçiliğine dönüşü ışığında, bu toplantıya katılanların tümünün Türk olmayan Müslümanlar olması ilginçtir-, zamanında o kadar da fesat bir iş olarak görülmemiş olsa gerek. Ancak buradan başlayan muhalefet hareketiyle, Abdülhamid rejimine diş bileyen ve onu devirmek isteyen kişi ve gruplar ağı mantar gibi türedi. "Jön Türk" hareketi gerçekte, bambaşka kökenleri ve gündemleri olan, geniş bir yelpazeye yayılmış grupların tümünü içine alan bir kategoriydi.43
Muhalefet
hareketinin başlıca vasıtası, her ne kadar adı ve bileşimi yıllar içinde
defalarca değişmişse de, İttihat ve Terakki Cemiyeti oldu. Harekete dahil
olanlara şöyle bir bakmak, orada temsil bulan toplumsal altyapılar ve
entelektüel akımların çeşitliliği hakkında fikir verir. Birçok bakımdan,
İttihat ve Terakki'nin baş ideoloğu Ahmed Rıza Bey'di. Osmanlı-Fransız
ortaöğretim kurumu Galatasaray'dan mezun olan Ahmed Rıza Bey, tarım konusunda
eğitim görmek üzere Paris'e gönderilmişti. Fransa'nın başkentinde moda olan
pozitivist, Darwinci ve ateist fikirlerden çok etkisinde kalan Ahmed Rıza Bey,
burada Fransızca ve Türkçe olarak Meşveret gazetesini çıkarmaya başladı. Bu ad,
İslami siyaset tarihinden gelen müşavere kavramına atıfta bulunuyor, ama
muhalefet hareketinin talep ettiği anayasaya işaret etme maksadını taşıyordu;
alt başlık, pozitivist bir amentü niteliğindeki "İntizam ve Terakki"
(Ordre et Progres) idi. Bir diğer önde gelen kişilik Mizancı Murad Bey'di; bu
adı Mizan gazetesinin yayıncısı olduğu için almıştı. Kafkasya ve Rusya'da
eğitim görmüş bir genç olarak İstanbul'a gelmiş, Düyun-u Umumiye'de çalışmış,
Mekteb-i Mülkiye'de hocalık etmiş, hem edebi hem de edebiyat dışı eserler
vermiş ve liberalizmle İslami tesanütü birleştirme davasına sarılmıştı. Gazetesi
Abdülhamid rejiminin şimşeklerini üstüne çekince, önce Mısır'a, ardından da
Ahmed Rıza Bey'le çekişme yaşadığı Fransa'ya sürgüne gitti. Karizmatik ve
popüler bir kişi olan Murad Bey'in, Abdülhamid'in Yunan zaferinin akabinde, 1897'de
resmi görevle İstanbul'a dönüşü, muhalefet hareketine hatırı sayılır bir darbe
indirmiştir.
Köklerini adem-i merkeziyetçilik ve özel girişimden alan liberal bir gündemi savunan ve bu yüzden Ahmed Rıza Bey'in ve İttihat ve Terakki'deki hakim hizbin devlet müdahalesi gündemiyle yıldızı barışmayan Prens Sabahaddin ise muhalefetin üçüncü boyutunu temsil ediyordu. Özerklik taraftan çeşitli Ermeni gruplarına daha ılımlı yaklaşan ve Britanya ittifakıyla ilgilenen Prens Sabahaddin'in hizbi, hareketin 1902'de Paris'te yapılan kavgalı toplantılarda bölünmesi üzerine yenilgiye mahkum oldu; II. Meşrutiyet dönemi siyasetinde önemli bir rol oynamak üzere tekrar ortaya çıkacak, ama yine kaybedecekti.
Hareketin kaderi, yeni tür bir muhalefet grubunun, yani Makedonya'da hizmet eden genç Osmanlı sivil memur ve subayların katılımıyla bambaşka bir yöne döndü. Makedonya çetelerinin taktiklerine aşina olan bu genç memurların daha saldırgan ve uygulamaya dönük bir üslubu vardı. Bundan sonra İttihat ve Terakki büyüklük taslayan bir münazara topluluğundan ibaret olmakla itham edilemeyecekti. İktidarın kumanda kollarının üzerinde artık Enver, Cemal ve Mehmed Talat gibi adamların elleri geziniyordu, hem de kimi zaman kelimenin tam anlamıyla - Talat Selanik gibi önemli bir şehirde posta ve telgraf başkatibiydi. Bunlar 1906'da, İttihat ve Terakki'nin Ahmed Rıza hizbiyle birlikte hareket etmek üzere Avrupa'ya temsilciler gönderdiler ve evvelce Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adını taşıyan kendi gruplarını, onun yurtiçi şubesi olarak yeniden örgütlemeye ve Osmanlı topraklarında bir şubeler ağı açmaya karar verdiler; böylelikle ertesi yıl İttihat ve Terakki'yi fiilen ele geçireceklerdi.
Abdülhamid'in halli, karşı devrim ve ülke içi sürgün. 1908-18
Bu militan grubun İttihat ve Terakki'nin dizginlerini ele alması ve Makedonya'daki durumun daha da kötüye gitmesiyle birlikte olayların seyri hızlandı. Osmanlı ordusu içindeki hoşnutsuzluk zaten aşikardı, ama şimdi gözler asıl Makedonya'da kaynayan kazan üzerindeydi. Derken Britanya ile Rusya, Almanya'nın yükselişe geçmesinin uyandırdığı endişeyle uzlaşma yoluna gittiler. İçlerinde Balkanlar'daki durumun da bulunduğu birçok konuda aralarındaki farklılıkları gidermek üzere 1908 Haziran'ında, Baltık kıyısındaki Reval'de buluşan Kral VII. Edward ve Çar Il. Nikola, Abdülhamid'in Balkan memleketlerinin çoğunda sadece kağıt üzerinde söz sahibi olmasını sağlayacak bir plan üzerinde anlaştılar. Plana ilişkin haberler, imparatorluğun bütünüyle parçalanmasının amaçlandığı yolundaki dedikodularla da birlikte Selanik'e ulaşınca, İttihatçı subaylar harekete geçti. Sultanın uluslararası baskılara boyun eğmesinden ve belki de ajanlarının örgütlerini keşfetmek üzere olmasından duydukları endişeyle, Enver ve arkadaşları anayasanın yeniden ilan edilmesini talep ederek dağa çıktılar. Abdülhamid buna, asayişi sağlamak üzere bir subay heyeti ile Anadolulu askerlerden oluşan bir birlik göndererek karşılık verdi, ancak 94 kumandanlardan biri öldürülünce askerlerin çoğu silaha sarılmayı reddetti. Durumunun nezaketini fark eden Abdülhamid, anayasayı yeniden ilan etmeye ve otuz yıllık bir aradan sonra meclisi tekrar toplamaya razı oldu. Böylece Meşrutiyet Devrimi başarıya ulaşmış ve onunla birlikte Osmanlı ve Türk siyasetinde yeni bir devir açılmış oldu. Abdülhamid tahtını korumuş, ama iktidarı önemli ölçüde azalmıştı.
Nisan 1909'da, şeriat adına ayaklanan ulema, medrese öğrencileri ve askerlerin başını çektiği, kısa süreliğine başarıya ulaşan karşı devrimin (31 Mart Vakası) akabinde, İttihatçılar sultanı, bu karşı darbede herhangi bir rol oynamış olmaktan özenle kaçınmış görünmesine rağmen tahttan çekilmeye zorladılar. Derdest edilip bir trenle Selanik'e gönderilen Sultan, şehrin Balkan Savaşları sırasında Yunanlıların eline geçmesine ramak kalana kadar ailesiyle birlikte burada gözetim altında kaldı. Daha sonra tekrar başkente getirilerek Beylerbeyi Sarayı'na yerleşti. Abdülhamid, I. Dünya Savaşı'nın ve imparatorluğun son demlerinde, 1918 yılının Şubat ayında burada vefat etti. Naaşı, mutlakiyetle hüküm sürmüş son Osmanlı sultanını son yolculuğuna uğurlamak isteyen, çoğunun gözleri yaşlı, büyük bir kalabalığın izlediği resmi cenaze alayıyla buradan alındı ve eski İstanbul'da, Divan Yolu üzerinde bulunan türbeye nakledilerek annesinin, dedesi II. Mahmud'un, amcası Abdülaziz'in ve Osmanlı hanedanının daha pek çok mensubunun yanına gömüldü. Geleneksel Osmanlı sultan mezarlarının modern bir 19. yüzyıl örneği olan kabri, modern bir tramvay hattına ve günümüz İstanbul'unun Doğu-Batı harmanı curcunasına hakim konumu ile, Osmanlı İmparatorluğu'nun modern dünyaya yelken açmasında bu denli etkili olmuş biri için birçok bakımdan belki de en uygun yerdir.
Notlar
1 Kemal H. Karpat, The Politicization oflslam: Reconstructing Identity, State, Faith, and Community in the Late Ottoman State (New York: Oxford University Press, 2001), s. 169.
2 Hamidiye dönemi hakkındaki araştırmaların ayrıntılı bir incelemesi için bkz. Nadir Özbek, "Modernite, Tarih ve İdeoloji: Il. Abdülhamid Dönemi Tarihçiliği Üzerine Bir Değerlendirme," Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi 2, 1 (2004), s. 71-90. Bkz. ömegin Butrus Abu Manneh, "The Islamic Roots of Gülhane," Die Welt des Islams 34 (1994), s. 173-203. TÜRKİYE TARİHİ 95
4 François Georgeon, Abdülhamid il: le sultan ca.life (1876-1909) (Paris: Fayard. 2003), s. r9.
5 Karpat, The Politicization of Islam, s. 156.
6 Reşat Kasaba, • A Time and a Place for the Nonstate: Socia.l Change in the Ottoman Em pire during the 'Long Nineteenth Century'." j. Migda.l vd. (der.). Socia.l Power and Social Forces: Domination and Transformation in the Third World (Cambridge: Cambridge University Press, 1994) içinde, s. 214.
7 Engin Deniz Akarlı, "Abdülhamid Il (1842-1918): The 34th Ottoman Sultan (r. r876-1909)." Kemal Çiçek (yay. haz.), The Great Ottoman-Turkish Civilization (Ankara: Yeni Türkiye, 2000). I. Cilt, s. 601.
8 Karpat, The Politicization of Islam, s. 161.
9 Bernard Lewis, The Emergence of Modem Turkey, 2. Baskı (Londra: Oxford University Press, 1968), s. 175.
ıo Florian Riedler, "Opposition to the Tanzimat State: Conspiracy and Legitimacy in the Ottoman Empire, 1859-r878" (yayınlanmamış doktora tezi. University of London, 2003).
11 Gladstone'un kitapçığından parçalar şu kaynakta bulunabilir: Nazan Çiçek, "The Battle for British Public Opinion on Turkey and the Eastem Question: Two Documents, 1876 and 1904." Camrom Michael Amin, Benjamin C. Fortna ve Elizabeth B. Frierson (yay. haz.), The Modem Middle East A Sourcebook for History (Oxford: Oxford University Press, 2006) içinde, s. 416-27.
I2 Karpat, The Politicization of Islam, s. 148.
13 Engin D. Akarlı, "Abdülhamid's Attempt to Integrate Arabs into the Ottoman System," David Kushner (der.) , Palestine in the Late Ottoman Period: Political, Social and Economic Transformation (Kudüs: Yad lzhak Ben-Zvi, 1986) içinde, s. 76.
14 Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım (lstanbul: Dergah Yayınlan, 1987 [Emek, 1974]), s. 127-28.
15 Christopher Oay, Gold for the Sultan: Westem Bankers and Ottoman Finance. 1856-1881 (Londra: l.B. Tauris, 2000), s. 552.
16 Roger Owen, The Middle East in the World Economy, r800-r914 (Londra: Methuen, 198r). s. 192-96.
17 Carter V. Findley, Bureaucraıic Reform in the Ottoman Empire: The Sublime Porte, 1789-1922 (Princeton: Princeton University Press, r980), s. 227 ve sonrası.
18 S. Tanvir Wasti. "The Last Chroniclers of the Mabeyn." Middle Eastem Studies 32, 2 (1996), s. 1-29.
19 Engin Deniz Akarlı, "Friction and Discord within the Ottoman Govemment under Abdülhamid il (r876-1909)." Boğaziçi Üniversitesi Dergisi 7 (1979). s. 3-26.
20 Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, s. u8.
21 Ercümend Kuran, "Küçük Said Paşa (1840-1914) as a Turkish Modemist." lntemational )oumal of Middle East Studies 1 (1970), s. 124-32.
22 Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, s. 118.
23 Selçuk Akşin Somel, The Modernization of Public Education in the Ottoman Empire. 1839- 1908: Islamization, Autocracy and Discipline (Leiden: Brill, 2oor); Benjamin C. Fortna, Imperial Classroom: Islam, the State and Education in the Late Ottoman Empire (Oxford: Oxford University Press, 2002).
24 Abdülhamit, Siyasi Hatıratım. s. 190.
25 Fortna, Imperial Classroom, 2. Bölüm.
26 Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, s. 189. i l. ABOÜLHAMiD'iN SALTANATI
27 Benjamin C. Fortna, "Islaınic Morality in Late Ottoman 'Secular' Schools," Intemational )oumal of Middle East Studies 32, 3 (2000), s. 369-93.
28 Selim Deringil, "The Invention of Tradition as Public Image in the Late Ottoman Em pire, 1808- 1908," Comparative Studies in Society and History 35 (1993), s. 4.
29 Eugene L. Rogan, Frontiers of the State in the Late Ottoman Empire: Transjordan, l85r-ı921 (Cambridge: Cambridge University Press, 1999); Akarlı, "Abdülhamid's Attempt.
30 Eugene L. Rogan, "Aşiret Mektebi: Abdülhamid's School for Tribes, 1892-1907." Intemational joumal of Middle East Studies 28 (1996), s. 83-107.
31 Selim Deringil. The Well-Protected Domains: Ideology and
the Legitimation of Power in the Ottoman Empire, 1876-1909 (Londra: I.B.
Tauris, 1998).
32 Zeynep Çelik, Displaying the Orient: Architecture of Islam at Nineteenth-Century World's Fairs (Berkeley: University of Califomia Press, 1992); Deringil, The Well-Protected Domains, 6. Bölüm.
33 Stanford J. Shaw ve Ezel Kural Shaw, History of the Ottoman Empire and Modem Turkey, il. Cilt: Reform, Revolution and Republic: The Rise of Modem Turkey, 1808-1975 (Cambridge: Cambridge University Press, 1977), s. 200-oı. Geç Osmanlı Anadolu'suna ait nüfus istatistikleri için bkz. Justin McCarthy, Muslims and Minorities: The Population of Ottoman Anatolia at the End of the Empire (New York: New York University Press, 1983) ve Kemal H. Karpat, Ottoman Population, 1830-1914: Demographic and Social Characteristics (Madison: University ofWisconsin Press, 1985).
34 Stephen Duguid, "The Politics of Unity: Hamidian Policy in Eastem Anatolia," Middle Eastem Studies 9, 2 (1973), s. 148 ve sonrası.
35 Georgeon, Abdülhamid il, s. 305.
36 Duguid, "The Politics of Unity," s. l5I.
37 Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, s. l3I.
38 Georgeon, Abdülhamid il, s. 336.
39 A.g.e .. s. 337·
40 William Ochsenwald, The Hijaz Railroad (Charlottesville: University Press ofVirginia, 1980).
41 Kasaba, "A Time and a Place for the Nonstate," s. 211 ve sonrası.
42 Paul Dumont, "Said Bey - The Everyday Life of an Istanbul Townsman at the Beginning of the Twentieth Century," Albert Hourani vd. (yay. haz.), The Modem Middle East: A Reader (Berkeley: University of Califomia Press, 1993), s. 271-88.
43 Jön Türk hareketi için bkz. M. Şükrü Hanioğlu, The Young
Turks in Opposition (New York: Oxford University Press, 1995) ve M. Şükrü
Hanioğlu, Preparation for a Revolution: The Young Turks, 1902-1908 (New York:
Oxford University Press, 2001).
Alıntı Metin: Benjamin C.Fortna, II.Abdülhamid'in Saltanatı, Cambridge Türkiye Tarihi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder