1960-1971 Dönemi

































































1960 -1971 Dönemi Türkiye



Genel Seçimler 27 Mayıs'ın hemen ertesinde yapıldı; çift meclisli parlamento oluşturuldu. Seçimler sonrasında bir «Koalisyonlar Dönemi» yaşandı. Bu dönemde CHP'nin başında İsmet İnönü gibi deneyimli ve askerin saydığı bir liderin bulunması, demokrasiye dönüşü ve demokrasinin temellenmesini kolaylaştırdı.
Millî Birlik Komitesi
Cemal Gürsel'in önderliğinde bir grup subay 27 mayıs 1960 günü yönetime el koydu. Oluşturulan Millî Birlik Komitesi'nde 38 subay yer alıyordu; iki orgeneral (Cemal Gürsel ve Fahri Özdilek,) bir tümgeneral (Cemal Madonoğlu), iki tuğgeneral (İrfan Baştuğ, Sıtkı Ulay) sekiz albay (Ekrem Acuner, Mucip Ataklı, Osman Koksal, Fikret Kuytak, Sami Küçük, Haydar Tunçkanat, Alparslan Türkeş, Muzaffer Yurdakuler), yedi yarbay, (Refet Aksoylu, Fazıl Akkoyunlu, Orhan Kabibay, Mustafa Kaplan, Suphi Karaman, Sezai Okan, Ahmet Yıldız), 10 binbaşı (Emanullah Çelebi, Orhan Erkanlı, Vehbi Ersü, Suphi Gürsoytrak, Kadri Kaplan, Muzaffer Karan, Mehmet Özgüneş, Şükran Özkaya, Şefik Soyuyüce, Dündar Taşer) 8 yüzbaşı (Münir Köseoğlu, Selabattin Özgür, Rıfat Baykal, Ahmet Er, Numan Esin, Kamil Karavelioğlu, Muzaffer Özdağ ve İrfan Solmazer) yer alacaktı. Komite içinde ortaya çıkan anlaşmaz­lıkların iki kanadı sivil yönetime hemen geçmek isteyen ılımlılarla, askerî yönetimin devamını amaçlayan aşırılardı, ilk tasfiyeler « Ondörtler » adıyla bilinen gruba yapıldı ve MBK'den uzaklaştırıldı. Bu tasfiye çok fazla tepki görmezken, üniversite içerisinde bazı profesörlerin üniversiteden uzaklaştırmaları, üniversite rektörlerinin istifa ederek olayı protesto etmelerine neden oldu. Üniversiteden uzaklaştırılan 147 profesör, görevlerine 28 Mart 1962'de çıkarılan bir yasa ile dönebildiler.

 Millî Birlik Komitesi, kendilerinin de dahil olduğu Kurucu Meclis'in hazırladığı ve 9 Temmuz 1961'de halkoyu ile kabul edilen yeni anayasa gereğince yapılan ilk seçimler sonrası varlığına son verdi. MBK üyeleri yeni anayasanın 70. maddesi gereğince Cumhuriyet Senatosu'nda «tabiî senatör» sıfatıyla görev aldılar. Komite başkanı Cemal Gürsel ise 26 Ekim 1961'de cumhurbaşkanlığına seçildi.

Kurucu Meclis tarafından 27 Mayıs'ın hemen ertesinde hazırlanan yeni anayasa 9 Temmuz 1961 tarihinde yüzde 61,7 oranında bir halk oyu ile kabul edildi.

1961 Anayasası

Kurucu Meclis, anayasa tasarısı hazırlanması için kendi arasından 20 kişilik bir Anayasa Komisyonu belirlemiştir. Bu Komisyon ise tasarısını hazırlarken, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden öğretim üyelerine hazırlatılan taslakların yanı sıra, son on beş yılda siyasi partilerce üretilmiş metinler, bazı anketler ve Fransız, Alman, İtalyan Anayasaları ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi metinlerinden de yararlanmıştır (TANÖR, s.374).

Anayasa görüşmelerinin önce Temsilciler Meclisinde, ardından MBK’de yapılacağı belirtilmiştir. Bir uyuşmazlık olması durumunda, iki meclisin eşit temsil edildiği bir karma kurul oluşturulacak ve bu kurulun kabul ettiği metin Kurucu Meclis birleşik toplantısında üçte iki çoğunlukla karara bağlanacaktır. Bu hüküm, uyuşmazlık çıkması hâlinde sivil tarafın avantajlı olduğuna işaret etmektedir.

…..

Anayasanıın kabulünde son olarak halk oylaması yapılması öngörülmüştür. Oylama sonucunda hayır oylarının fazla olması durumunda genel seçimlerle oluşacak yeni bir Temsilciler Meclisinin kabul edeceği metnin halk oylamasına başvurulmadan yürürlüğe gireceği belirtilmiştir. 9 Temmuz 1961 günü yapılan halk oylaması öncesinde propaganda bakımından en azından hukuki olarak bir sınırlama getirilmemiş olması sonuçlara da yansımış, %80’in üstünde bir katılım oranının yakalandığı oylamada geçerli oyların %61,5’i anayasanın kabul edilmesi yönünde olmuştur.

Bu şekilde kabul edilen 1961 Anayasası 157 madde ve 22 geçici maddenin yanı sıra bir de başlangıç bölümü içeren oldukça kapsamlı ve ayrıntılı bir metindir. Bu metin özellikle üç alanda kendisinden önceki anayasalardan ayrılmaktadır. Bunlar temel hak ve özgürlükler, devlet iktidarının bölüştürülmesi ve anayasanın üstünlüğü ilkesinin koruma altına alınması olarak sayılabilir.

Temel Hak ve Özgürlükler Alanı

1961 Anayasası devlet karşısında bireyi ön planda tutmuştur. Daha önceki anayasalarda da büyük oranda yer alan klasik hak ve özgürlükler ayrıntılı olarak düzenlenmiş ve bu hakların öznesi “Türkler” değil “herkes” olarak belirlenmiştir. Siyasal hakların da ayrıntılı bir biçimde düzenlendiği 1961 Anayasasının en önemli katkılarından biri ise sosyal devlet ve sosyal adalet ilkelerinin yanı sıra sosyal haklara da yer vermiş olmasıdır. Temel hak listesi bakımından evrensel standartları yakalamış olan Anayasanın, temel hak ve özgürlüklerin korunması yönünde de özgürlükçü bir yaklaşım benimsediği görülmektedir. Temel hak ve özgürlüklerde sınırlama yapılması ancak anayasanın öngördüğü sebeplere bağlı olarak kanunla yapılabilir. Bu kanun, Anayasa nın metnine ve ruhuna uygun olmalı ve hakkın özüne dokunmamalıdır (m. 11).

1961 Anayasası temel hak ve özgürlükleri tanımanın yanı sıra, bunların etkin bir biçimde korunmasını sağlamaya yönelik olarak etkili bir idari yargı, etkili bir anayasa yargısı ve yargı bağımsızlığı konularına özel bir önem vermiştir. belirlenmesi bir zorunluluk olarak devam ederken, başbakana TBMM dışından bir bakan atama olanağı getirilmiştir. Yürütmenin uzantısı olan idareye yönelik düzenlemelerde ise yerinden yönetim ilkesi, yerel yönetim organlarının seçimle oluşması ile TRT ve üniversiteler gibi özerk kurumlar dikkat çekmektedir.

Bu özelliklerin yanı sıra, demokratik bir sistemde doğal karşılanmaması gereken bir asker ağırlığı göze çarpmaktadır. Yasama organının Senato kanadında MBK üyelerine yer verilmesi, askerî yalgının Anayasa’da düzenlenmesi, Genelkurmay Başkanının Millî Savunma Bakanına değil Başbakana bağlı olması, yarı-sivil yan-askerî bir Millî Güvenlik Kurulu oluşturulması ve bu Kurula Bakanlar Kurulu‘na eş düzeyde işlevler yüklenmesi askerin siyaset üzerindeki önemli etkisine işaret etmektedir. Bu özellikler, yasamaya belirli bir üstünlük tanıyan parlamenter rejim olarak tanımlanabilecek 1961 Anayasası sisteminin demokratik ve özgürlükçü yapısı ile çelişmektedir (TANÖR, s.402).

Anayasanın Üstünlüğünün Korunması

'Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. Anayasa bükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. " Anayasanıın 8. maddesinde yer alan bu düzenlemenin uygulanması etkili bir anayasa yargısını gerekli kılar. Nitekim 1961 Anayasa’nın en önemli yeniliklerinden biri de kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemekle görevli Anayasa Mahkemesinin kurulmasıdır. 15 asıl 5 yedek üyeden oluşan Anayasa Mahkemesi üyeleri, Yargıtay, Danıştay gibi yüksek mahkeme yargıçları tarafından kendi üyeleri arasından ve cumhurbaşkanı ile TBMM tarafından seçilmekteydi. Bireylerin doğrudan Anayasa Mahkemesine başvuru imkânı bulunmamakla birlikte, Cumhurbaşkanı, TBMM’de temsilcisi olan siyasi partiler gibi sınırlı sayıda kişi veya grubun açacağı iptal davaları ya da mahkemelerce yapılacak itiraz başvuruları üzerine, Anayasa Mahkemesinin yapacağı inceleme sonrası kanun hükmünü Anayasaya aykırı bulması hâlinde iptal kararı vermesi mümkündür. O güne kadar millet iradesinin tek temsilcisi olarak kabul edilen TBMM tarafından çıkarılan bir kanunun yargıçlar tarafından iptal edilebilmesi egemenlik anlayışında da önemli bir gelişmeye işaret eder.

Türk Siyasal Hayatı,A.Ü. A.Ö.F. 4.Ünite,Dr. Özen Ülgen ADADAĞ


 Anayasanın hazırlanmaya başladığından bir süre sonra faaliyet ve kuruluşlarına izin verilen siyasî partilere 11 şubat 1961'de Adalet Partisi, 13 şubat 1961 'de Türkiye işçi Partisi katıldı. 


Millî Birlik Komitesi'nin (MBK) gücü ve etkinliği 14'lerin tasfiyesinden sonra da azalmaya devam etti. Bununla birlikte 15 Ekim 1961'de yapılan genel seçimlere kadar ülkenin görünen iktidarı MBK olarak kalacaktı.
15 ekim seçimleri sonrası en çok oyu 173 milletvekili çıkaran CHP ile 158 milletvekilliği kazanan AP'nin aldığı görüldü.
CHP lideri İsmet İnönü AP ile bir koalisyon hükümeti kurdu. Bu koalisyonun dağılması üzerine CHP, önce Yeni Türkiye Partisi ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ile, sonra da Bağımsızlarla koalisyon hükümetleri kurdu. 
1965 Şubatında Suat Hayri Ürgüplü'nün liderliğinde AP, YTP ve sonradan Milliyetçi Hareket Partisi adını alacak olan CKMP'den oluşan yeni bir koalisyon oluşturuldu. 
1965 seçimlerinde 240 milletvekili çıkaran AP tek başına iktidar olurken, CHP 134 sandalye elde edebildi. 

Seçim sonuçlan aynı zamanda, Türk siyasî yaşamına bir başka yenilik daha sunarak ilk defa bir sosyalist partinin (Türkiye İşçi Partisi) 15 milletvekili çıkardığını gösterdi.
1965 ve 1969 seçimlerinden tek başına iktidar olarak çıkan Adalet Partisi'nin bu başarısının da altını çizmek gerekir. Aynı dönemde, ilk kez sosyalist bir partinin Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne girmesi ve 1965'ten sonra meclis grubu oluşturabilmesi de önemli bir olaydı.

1969 seçimlerinde AP 256 milletvekili çıkarırken, CHP 143, Güven Partisi 15 sandalye kazandı. Türkiye İşçi Partisi ise ancak iki milletvekilliği kazanabildi. Adalet Partisi'nin ikinci defa tek başına iktidara geldiği dönem, bütün Avrupa'da 1968 olaylarının patlak verdiği ve Türkiye'de de benzer olayların yaşandığı bir zamanda başladı. 
Zaman zaman büyük çatışmalara kadar varan iç karışıklıklar ve orduda bir grup sivil aydınla birlikte sol bir darbe hazırlandığı söylentileri, 12 Mart 1971 tarihli muhtıra ile sonuçlandı. T.L.

12 Mart Muhtırası:
1. Parlamento ve Hükûmet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, ATATÜRK'ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa'nın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.

2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla Meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasa'nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir Hükûmetin demokratik kurallar içinde teşkili zarurî görülmektedir.

3. Bu husus sür'atle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almağa kararlıdır.

Bilgilerinize.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu


Dünya Siyaseti ve Türkiye


Türkiye'de onyıla özgü bir dizi gelişmeye değinilebilir. Bu gelişmeler, kırsaldan kente kitlesel göç, üniversitelerin artışı ve gençliğinin hızla siyasallaşması olarak sıralanabilir. Yakından bakıldığında, bu gelişmelerin de küresel nitelikte olduğu ve dünyada olup bitenlerden etkilenen toplumsal çevrelerin genişlemesine yol açtığı görülür. Köyden kente göç büyük kentlerin çeperlerine yığılan kırsal kökenli toplumsal kesimlerin siyasallaşmasını kolaylaştırır. Göçün konumuz açısından yarattığı en özgül sonuç, başta Almanya olmak üzere, Avrupa ülkelerine yönelik işçi göçüdür. Dünyanın en gelişmiş kentlerinde yaşamaya başlayan göçmen işçilerle geride bıraktıkları yoksul yakınları arasında başlayan etkileşim, sonuçlarını hala izlediğimiz, kendine özgü bir değişim süreci başlatır.

Konumuz açısından bakılırsa, yeni açılan üniversitelerin yarattığı değişimin etkisi daha dolaysızdır. Altmışlı yıllarda, dünyanın geri kalanında olduğu gibi, Türkiye'de de yeni açılan üniversitelerin sayısı artarken, kuruluş aşamalarım tamamlayan Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ), Atatürk, Ege Üniversitelerinin yanı sıra, Ankara iktisadi Ticari İlimler Akademisi, İstanbul iktisadi Ticari İlimler Akademisi gibi yükseköğrenim kurumlarına alınan öğrenci sayısı büyük artış gösterir.

Bu onyılda Türkiye'de öğrenim görmeye gelen yabancı öğrencilerin sayısında görülen artış üzerinde ayrıca durulmalıdır. Şubat 1965'te Arap ülkelerinden Türkiye'ye okumak üzere gelen öğrencilerin sayısı 2.000'i aşar. Bu durum özellikle Ortadoğu ülkelerinden gelenlerle birlikte, üniversite gençliğinin bölge ve dünya siyasetine ilişkin farkındalıklarını artırır. Şengün Kılıç Hristidis'in de aktardığı gibi, ODTÜ'nün kurucu rektörü Kemal Kurdaş anılarında, 1966-1967 eğitim yılı açılış töreninde öğrencilerin Şah Muhammed Rıza Pehlevi'yi hedef alan protestolarından duyduğu şaşkınlığı dile getirmektedir. Yabancı öğrenciler arasında bulunan çok sayıda Filistinli öğrenciyle Türkiye'deki üniversite gençliği arasındaki etkileşim, özellikle 1967 Arap-lsrail Savaşı'nın da etkisiyle, kendine özgü sonuçlar yaratarak, gerek Türkiye siyasetini gerekse Türkiye'nin ABD ve İsrail gibi ülkelerle ilişkilerini etkileyen dinamikleri açığa çıkarır.

Altmışlı yılların ortasından başlayarak gençlerin ülke sorunlarına duyduğu ilgi nitelik değiştirir. Kıbrıs mitingleri ile başlayan gösteriler zamanla kendi ivmesini yaratır. Üniversite gençliği hızla siyasallaşır.

Altmışların önemli gelişmelerinden birisi de Marksist metinlerin yoğun bir biçimde çevrilmesidir. Uğradığı takibata karşın, çeviri hareketi Türkiye solunun dünya siyasetinden etkilenmesi sürecini hızlandırır. Altmışların son çeyreğine girildiğinde Türkiye üniversite gençliği de dünyanın başka ülkelerindeki öğrenci hareketlerininkine benzer bir radikal gündemle siyasallaşır. Feyizoğlu'nun da Denizler ve Filistin başlıklı kitabında aktardığı gibi Deniz Gezmiş, 1968 sonlarında yaşadığı zamanı, " ... çağımız, biz yaştakilerin Vietnam'da, Dominik'te, Meksika'da Amerikan emperyalizmine karşı dövüşerek öldüğü çağ" olarak tanımlamaktadır. Sol eğilimli gençlik hareketlerine katılan üniversite öğrencileri, Vietnam'dan, Küba'ya uzanan geniş bir coğrafyada olup bitenleri izlerken, başka ülkelerdeki akranlarına öykünerek kendilerine Kastro Nuri, Zapata Şaban, Panço Nail, Endi Mustafa Rudy Ruhi, Brejnevci lbrahim gibi takma adlar yakıştırırlar. Türkiye'de NATO'ya Hayır kampanyaları da bu dönemde başlar. Ali Gevgilili için NATO, ABD'nin "Kendi çıkarları uğruna dünyayı ateşe atma stratejisinin korkunç aletinden başka bir şey" değildir. NATO'dan ayrılarak Türkiye'nin dünya siyasetinde yeniden konumlandırılmasını öneren "Tam Bağımsız Türkiye" çağrısı, siyasal gündemin bütün konularını kat eden bir mega anlatıya dönüşür. Bu anlatıya göre, tüm sorunlarımızın kaynağında bağımlı olmaklığımız vardır; siyasal sorunlarımızın çözümü, NATO'dan çıkarak bağımsızlığımızın yeniden kazanılmasına bağlıdır. Bağımsızlık çağrılarının hedefinde doğal olarak Türkiye'nin ABD ile ilişkileri ve NATO üyeliği vardır.

Ortadoğu ülkelerinden gelen öğrencilerin Türkiye'deki akranlarıyla etkileşiminin uzun erimli sonuçlarından birisi çok sayıda sol eğilimli gencin Mart 1968'den başlayarak, pek çok ülkeden yaşıtlarının yaptığı gibi, Filistin direnişine destek olmak düşüncesiyle çoğu Ürdün ve Suriye'de bulunan kamplara gidişidir. Gençlerin anılarına bakıldığında, ihtilalci romantizm, enternasyonalist dayanışma, ABD emperyalizmi ve onun "ileri karakolu durumundaki lsrail'e karşı mücadele" gibi nedenlerle Filistin'e gittikleri görülür. Bu anlatılar, gençlerin Türkiye'ye dünyadan bakmaya çalıştığını göstermesi bakımından anlamlıdır. O yılların deyimiyle, aşağıya gidenlerden birisi olan Yusuf Aslan'ın Türkiye'de ve Ortadoğu'da olup bitenleri dünya siyasetinin bir parçası olarak gören anlatısı, sol eğilimli gençler arasında hâkim bakış açısını örnekler: "Bugün Ortadoğu'da Amerikan emperyalizminin ileri karakolu olan İsrail’e karşı Arap halkları anti-emperyalist bir savaş yürütmektedir. Bu savaş; Asya'da, Afrika'da, Latin Amerika'da ve bütün dünyada emperyalizmin baskısı altında ezilen halkların yürüttüğü devrimci kavganın bir parçasıdır. Emperyalizme karşı yürütülen savaş, bütün dünya halklarının ortak savaşıdır. Vietnam'da, Ortadoğu'da, Latin Amerika'da emperyalizme karşı sıkılan her kurşun, aynı zamanda Türkiye halkının kurtuluşu için sıkılmaktadır." Burada Filistinli örgütlerle çeşitli Türkiyeli örgütler arasında başlayan etkileşimin izleyen 30 yıl boyunca 22 Mayıs 1971'de İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'un öldürülmesi gibi olaylara yol açarak, Türkiye siyasal hayatına yön verecek gelişmeleri tetiklediğini belirtmekle yetinilebilir.

Burada dünya siyasetinin Türkiye gençliği üzerinde yarattığı etkinin sol eğilimli kesimlerle sınırlı kalmadığı belirtilmelidir. Dünya siyasetinin sol üzerinde yarattığı etkiyle karşılaştırılmayacak ölçüde sınırlı kalmış olsa bile, Pakistan, Mısır ve Ürdün'de başlayan siyasal İslamcı hareketlenmelerin Türkiye'de etkili olmaya başladığı dönem altmışlı yıllardır. Gerçekten de siyasal İslamcı akımların, deyim yerindeyse, dışa açılması altmışlara özgüdür. Dışa açılma başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere çeşitli İslam ülkelerinde olup bitenlerle yakından ilgilenmek, bu ülkelerdeki, başta Müslüman Kardeşler, Rabıtat-el-Alem-el-lslami gibi yapılarla ilişki ağları kurmak, Ebu'l A'la el-Mevdudi, Seyyid Kutub, Yusuf el-Karadavi, Hasan el Benna, gibi İslamcıların yapıtlarını Türkçeye çevirmek gibi eksenlerde gerçekleşir.

Siyasal İslamcılık, ellilerde DP iktidarından aldığı desteği, altmışlarda AP'den alır. AP, yükselen solu sınırlamak için siyasal İslamcılığın komünizm karşıtlığından yararlanır. Bu işbirliği ilişkisinin açık örnekleri 1958'de yayınlanmaya başlayan ve altmışlar boyunca yayınını sürdüren Hilal dergisi çevresinde izlenebilir. Derginin yayın kurulu ve yazarları arasında AP yöneticileri bulunur. Hilal, kurucusu Salih Özcan'ın ifadesiyle, "Solcuların sivrisinek kıymetinden ileri geçmeyen yazar ve mensuplarına gereken cevabı vermek için" çıkartılır. Hilal'in yayın kurulunda yer alanların AP'nin milliyetçi-mukaddesatçı kanadıyla yakın ilişki içinde oldukları, bazılarının sonraki yıllarda bu partiden milletvekili seçildikleri görülür. Yeri gelmişken, AP ile siyasal İslam arasındaki birbirlerini besleyen ilişkinin sorunsuz yürümediğini, tersine sürtüşmeli ve iniş çıkışlı bir gelişme çizgisi izlediğini, 1969'da Milli Nizam Partisi'nin kuruluşu ile bir kırılmaya uğrayarak yolunu ayırdığını belirtelim.

Altmışların ana akım İslamcılığının gündemi "beynelmilel komünizme ve Siyonizm'e" karşı mücadeleyle sınırlıdır. Bu nedenle Ürdün kökenli bir örgütten etkilenen ve aynı adı benimseyerek faaliyete geçen Hizbu't-Tahrir hareketi ana akım İslamcılıktan farklı bir siyasal çizgi izler. Örneğin, Hilal çevresi ABD'ye toz kondurmazken, Hizbu't-Tahrir Türkiye'nin NATO üyeliğine karşı çıkar. "Allah'ı ve Amerika'yı birlikte razı etme[nin] mümkün olmadığını" savunan Hizbu't-Tahrir'e göre, "Askeri ve bu cinsten muahedeler ve buna tabi olan üs ve hava meydanları, icar [kira] ittifakları ve siyasi muahedeler, kati olarak memnudur [yasaktır]"; Devletin, "lslam hukukundan başka bir hukuk tatbik eden BM Heyeti ... gibi kurumlara iştirak etmesi caiz değildir." "Hıristiyanlarla müttefik olmanın haram olduğunu", "Müslümanların ABD'yi Kabe edinmesinin doğru olmadığını" savunan Hizbu't-Tahrir AP yanlısı basın tarafından kôkü dışarıda bir örgüt olarak şeytanlaştırılır. Türkiye sağının kanaat önderlerinden Ahmet Kabaklı'nın ifadesiyle, "apaçık Moskova (veya Pekin) emrinde çalışan bir komünist yuvası" olmakla suçlanır (Erkilet, 2010, s. 162).

Son olarak, altmışlı yıllarda dünya siyasetinin etkisi altında siyasallaşan bir başka kesim olan askerlerden söz edilmelidir. Ortadoğu'da altmışlı yıllara ekonomik ve toplumsal sorunları kısa yoldan çözümleyebileceği iddiasıyla monarşileri deviren orduların damgasını vurduğu söylenebilir. Böyle bakıldığında, 27 Mayıs Darbesi, 23 Temmuz 1952'de Mısır'da başlayıp, 14 Temmuz 1958 Irak darbeleriyle yayılan asken darbeler dalgasının Türkiye'ye yansıması olarak görülebilir. Ergun Aydınoğlu, gerek 27 Mayıs Darbesi, gerek 9 Mart 1971 Darbe girişimini tasarlayan genç subayların Ortadoğu ülkelerinde yönetime el koyan "Batı karşıtı cunta hareketleriyle büyük benzerlikler taşıdığına" işaret eder. Farklı toplumsal ve tarihsel çevrelerden gelmiş olmalarına karşın, Mısır, Suriye ve lrak'ta darbe yapan genç subaylar gibi, TSK'nin genç subay kuşağı da 27 Mayıs günü devirdikleri DP hükümetini her şeyden çok ülkenin bağımsızlığını kaybetmesine yol açmakla suçlar.

Türkiye'nin albaylar kuşağı da Ortadoğu ordularında başlayan ihtilalci dalgaya benzer bir hareketlenmenin etkisi altındadır. İpekçi ve Coşar'ın da aktardıkları gibi, yeni anayasayı yapmakla görevlendirilen hukukçulardan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'nun MBK üyelerine sorduğu soru, yeni rejime ilişkin beklentiler hakkında ipucu verir: "Bir Nasır rejimine gidecek misiniz?" Onyılın sonlarında örgütlenen cuntalarda yer alan albaylar gibi, onlarla birlikte parlamenter demokrasiyle zaman kaybetmeden iktidarı ele geçirmeyi tasarlayan aydınlar da, başta Mısır olmak üzere çeşitli Ortadoğu ülkelerinde genç  subaylar tarafından gerçekleştirilen reform hareketlerinden esinlenir.

Gencer Özcan, Altmışlı Yıllarda Dış Politika, Türkiye’nin 1960’lı Yılları, Hazırlayan Mete Kaan Kaynar.







1 yorum: