31 Mart Ayaklanması
Şunu hemen belirtmek gerekir ki, konumuz olan ayaklanmada, parola, «şeriat
isteriz» idiyse de, gerçekte, ayaklanmanın baskın niteliği muhalefetin ÎT
(İttihat ve Terakki) ye karşı yapmağa kalkıştığı, fakat kötü düzenlediği için
ne olduğu pek belirmemiş, başarıya ulaşamamış bir askeri hükümet darbesidir.
İsyan bayrağının şeriat oluşu, bir dinî sömürme olayından ibarettir. Olay o
zaman için de önem taşıyordu, zira Rumeli'deki ordulardan baskı yapılmağa
başlanır başlanmaz Meşrutiyeti ilan eden ve böylece Meşrutiyet düzeninin de
adamı oluveren Abdülhamit, 31 Mart Olayı sayesinde tahttan indirilmiş ve
böylece İT'nin mutlak iktidarı önünde dikilen önemli engellerden biri kalkmış
oldu.
İttihat ve Terakki ile Ahrar Çatışması
Bilindiği gibi, Paris'teyken Jön Türkler,
Prens Sabahattin'in önderliğindeki Adem-i Merkeziyetçiler ile Ahmet Rıza'yı
baş tanıyan İttihatçılar olmak üzere ikiye ayrılmışlardı. Hürriyetin
ilanından kısa bir süre sonra (23 ağustos 1908) iki kuruluşun birleştiği ilan
olunmuştu, fakat 2 eylülde İstanbul'a gelen Sabahattin, umduğunu bulamamış olacak
ki, 12 gün sonra Ahrar Fırkasını süt kardeşi ve yardımcısı Ahmet Fazlı'ya
kurdurdu. Bu sırada Prensi İT'den ayıran önemli noktalardan biri, onun
Abdülhamit'in tahtta bırakılmış olmasına şiddetle karşı koymasıydı. Aynı
zamanda Ali Kemal, Mevlanzade
Rıfat, Derviş Vahdetî ve Mizancı Murat gibi İT de «umduklarını» bulamayanlar, muhalefetin
keskin sözcüleri olmaya yöneliyorlardı. İT'ye karşı yapılan en önemli itiraz
bunun gizli bir cemiyet olmaya devam etmesi, sürekli olarak hükümet işlerine
karışmasıydı. Fakat asıl çekişme konusu, İT'nin, denetimi altında tutmak istediği
yaşlı İngilizci Sadrazam Kamil Paşa ile geçinememesi üzerine belirdi. Ahrarcılar Kamil
Paşayı istememenin İngiliz düşmanlığı anlamına geleceğini söylüyorlardı, İT ise İngilizlere hoş görünmek istediği
halde, Kamil Paşayı devirirse İngilizlerin güceneceğinden korktuğundan,
kararsızlık içindeydi.
Nitekim kimi İttihatçıların Sarayda (6 Aralık 1908) ve Mebusan Meclisine
(13 ocak 1909) Paşayı devirmek istedikleri halde bu işi başaramamaları,
Ahrarcılara ve Paşaya büyük güven verdi. Paşa bunun üzene IT'nin onaylamış
olduğu Harbiye ve Bahriye Nazırlarının görevlerine son verip, yerlerine
getireceği kendi adamları (başta kendi bulduğu Harbiye Nazırı Nazım Paşa)
"aracılığıyla İT'nin İstanbul'da askerî bir dayanak olmak üzere Rumeli'den
getirmiş olduğu avcı taburlarını başkent dışına çıkarabileceğini düşündü.
Böylece İT'nin hükümet üzerindeki baskısı giderilmiş olacaktı. Fakat Paşanın bu
yoldaki darbe girişimi boşa gitti. Tehlikeyi anlayınca, tam bir seferberliğe
giren İT, daha bir ay önce oybirliğiyle Paşaya güven oyu vermiş olan mebusanın
bu sefer ezici bir çoğunlukla güvensizlik oyu vermesini sağladı (13 şubat). Bu
sırada ordu ve
donanmanın da bu işe faal olarak karışmaları, muhalefette şöyle
bir inancın yerleşmesine yol açtı: askeri bir gösteriyle hiç değilse
İstanbul'daki askerin İT'den yana olmadığı, Mebusana gösterilebilse, Meclis,
İT'nin etkisini silkip atacak ve Kamil Paşayı, Ahrar Fırkasını destekleyecektir.
Meşrutiyetin ilanından beri İstanbul'daki ordudan kadro dışına çıkarılan alaylı
subayların yerine Harbiyeli subaylar getirilmişti. Bunların hemen hepsi İttihatçı
olduğundan böyle bir askerî «gösteri» yi ancak erler ve erbaşlar yapabilirdi.
Derviş Vahdeti
Erlerin kazanılması işi Ahrarın «ayak işleri»ni
gören ve İslamiyetçi ağızlar yapan «Volkan» gazetesi sahibi Derviş Vahdetî'ye düştü. Vahdeti karikatürlerdeki gerici tiplere pek de benzemeyen bir
insandı. Kamil Paşanın memleketi olan İngiliz yönetimi altındaki Kıbrıs'ta esnaftan
birinin oğlu olan Derviş, sefalet içinde büyümüş ve uzun süre hafızlık
ettikten sonra, İngilizlere yanaşmak için İngilizce öğrenerek ve gerektiğinde
onların kıyafetine bürünerek yanlarında iş tutmuştu. Sonra İstanbul'a gelen
Derviş, Saraya verdiği bir jurnalin ters tepmesi üzerine Diyarıbakır'a sürülmüştü.
Şimdi ise Volkan'da, Ahrarcıların safında adem-i merkeziyetçi ve özel
teşebbüsçü, İslamiyetçi, meşrutiyetçi, insaniyetçi ve medeniyetçi, İngilizci ve
Osmanlıcı (azınlık eşitliğini savunucu) bir tutum sürdürüyordu. Bu arada
İslamiyetçiliği savunacak olan «İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti»ni kurmuştu. Yakın arkadaşı Said-i Kürdi
ile (Kürt Sait, yani sonradan Nurculuk akımını kuracak olan Said-i Nursî)
birlikte çıkardığı Volkan'da mart ayının sonuna doğru bazı erlerin İttihad-ı
Muhammedîden yana ve İT'ye karşı mektupları çıktı. 3 nisanda İttihad-ı
Mumammedî Ayasofya'da büyük kalabalıkların katıldığı bir mevlit okuttu ve
merkezinin açılışını yaptı. 6 nisanda Mevlanzade'nin İT'ye karşı sert muhalefetiyle
tanınmış «Serbesti» gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi, subay kılığında olduğu
söylenen biri tarafından öldürüldü. Kimin öldürdüğü belli olmadı, ama cinayet
İT'ye mal edildi. İT ise bu yakıştırmayı yalanlamak için fazla bir çaba göstermek
gereğini görmedi. Cenaze töreni, medrese öğrencilerinin geniş ölçüde
katıldıkları büyük bir gövde gösterisi oldu. Sanki İstanbul'da İT'ye karşı
olmayan yok gibiydi.
31 Mart Günü
Bu elverişli hava içinde, 13 nisan 1909'da
(Rumi 31 mart 1325) ayaklanma patlak verdi. O gün çıkan —ve bir
gün önceden hazırlanmış— muhalif gazeteler sanki olayı biliyorlardı. «Mizan»da
olağanüstü olarak iri puntoyla çıkan bir yazı, ulemayı İT aleyhindeki akımı
desteklemeğe çağırıyordu. Mevlanzade ise gazetesinde «bizi bizden ziyade düşünen»
İngilizlerin öğüdünü açıklıyordu: İT «giderilirse» Avrupa sermayesi Osmanlı
Devletine büyük yatırımlar yapacaktı. İlk ayaklanan, Hamdi Çavuş komutasındaki
Taşkışla'daki 4. Avcı Taburu oldu. Daha gece yarısından ayaklanan bu
tabur, subaylarını tutukladıktan sonra sabahın 4'üne doğru Ayasofya'da
Mebusan Meclisinin önünde toplandı. Bu sırada Hüseyin Hilmi Paşa Hükümetinin
tutumu Osmanlı ayaklanmaları için tipiktir: Ayaklanmayı elindeki üstün
kuvvetlerle bastıracağı yerde (1. Ordu Komutanı Mahmut Muhtar Paşa bastırma buyruğunu bütün gün boşuna beklemiştir)
nasihatçılar bulmakla, nasihat verdirmekle vakit geçirmiştir. Oysa bu sırada
ayaklananlar kışla kışla dolaşıp yavaş yavaş başka birlikleri de saflarına
çekmekteydiler. Askerin istekleri konusunda kesin bir liste olmamakla
birlikte, çeşitli kaynaklardan anlaşıldığına göre, askerin genel istekleri
şunlardı:
1) Şeriatın uygulanması.
2)
Ayaklanmadan ötürü bir sorumluluk yüklenmemesi.
3) Hükümetin
istifası, bazı komutanların değişmesi.
4)
Başta Ahmet Rıza, birtakım İttihatçıların istifası ya da uzaklaşması. Ne
var ki, birkaç tane istek listesi söz konusudur. Bazı listelere göre, asker,
Sadarete Kamil'i, Harbiyeye Nazım'ı, Meclis Başkanlığına İsmail Kemal'i
istediği halde, başka bazı listelerde bu istekler yer almamaktadır. Ayaklanmayı
çıkarttıran muhalefetin bu işi sağlama bağlamamış olması iki nedenden ileri
gelmiş olabilir: 1) Ayaklanmanın kötü planlanmış olması; 2) İT'ye
karşı darbe başarıya ulaştığında meydanın nasıl olsa kendilerine, dolayısıyla adamları
olan Kamil ve Nazım Paşalara kalacağına inanmaları. Oysa bir ihtimal daha
vardı: O da meydanın Abdülhamit'e kalması.
Abdülhamit Kazanıyor
Gerçekten de öyle oldu, meydan o gün
Abdülhamit'e kaldı. Bir kez askerin, isteklerinin karşılanması için gittiği
Meclise, mebuslar korkularından gelemediler; görüşme yetersayısı sağlanamadı.
Uzun bekleme ve kararsızlıklardan sonra, İsmail Kemal'in ısrarıyla bir avuç
mebus ancak Hükümet hakkında güvensizlik kararı alabildiler (ama yetersayısı
bulunmadığı için böyle bir karar sakattı, hatta yoktu). Oysa Hükümet o
sıralarda zaten Sarayda istifa etmekle meşguldü. Asıl karar merkezinin Saray
olduğunu anlayan ve affolunmak için çırpınan asker, Saraya döndü. Nitekim af
da, yeni Sadrazam ve Harbiye Nazırının atanmaları da Saraydan geldi.
Muhalefetin ayaklandırdığı askeri, muhalefetin can düşmanı Abdülhamit
kazanmıştı. O gün akşam üstü başlamak üzere, İstanbul'daki birtakım askeri
birlikler Yıldız'a gelip bağlılıklarını sundular (bunda, sonradan Harp
Divanının, üyelerini idam ettirdiği, istibdadın geri gelmesini isteyen gizli
cemiyetin de bir payı olabilir). Abdülhamit de hiç değilse balkona çıkıp
karşılık göstermeyi ihmal etmedi, çünkü muhalefetin kendisini de tahttan indirmeyi
kurduğunun pekala farkındaydı. Fakat askerden bir kötülük gelmesin diye
onları okşaması, Meşrutiyetçilerin —hem İT'li, hem Ahrarcı— bu yakınlığı ileri
sürerek kendisini ayaklanmayı çıkartmakla suçlamalarına ve tahttan indirilmesine
vesile verdi, ya da en azından bunu kolaylaştırdı. O gün Mebusan Meclisi toplanabilseydi
belki, tasarlandığı gibi, duruma el koyup askerin Saraya yönelmesini
önleyebilirdi. Fakat askerin —muhakkak ki tasarlananın tersine— yer yer
mektepli (Harbiyeli) subayları öldürmeye kalkışması, hatta bunun için bazı
semtlerde aramalar yapması, herkesin gözünü korkuttu. Bu yüzden Mebusların
toplanması için yapılan özel çağrı da fayda vermedi. Nitekim, 31 Martçı
askerin 2 gün içinde en az 20 kişi öldürdüğünü, birçoklarını da
yaraladığını biliyoruz. Daha da önemlisi, asker, Hüseyin Cahit'tir diye bir
Mebusu ve ayrıca Adliye Nazırı Nazım Paşayı —hem de Meclisi önünde— öldürdü. Askerin
herhalde hesapta olmayan bu kan dökücülüğü bir yandan İT'ye karşı yürütülen tahriklerin
şiddetinden, bir yandan da askerin mektepli subaylara karşı kendi özel tavırlarından
ileri geliyordu. Alaylı (erlikten yetişme) subayların komutanlığı genellikle
daha gevşek ve anlayışlıydı. Disiplin ve eğitime büyük önem veren mektepli
subaylar belki askeri anlamak için de gereken çaba göstermemişlerdi. Ayrıca şu
vardı alaylılık kurumunun kalkması, hiç değilse bazı erler ve özellikle erbaşlar
için Paşalığa kadar gidecek olan mutlu yükselme yolunun kapanması demekti.
İsmail Kemal'in, o koşullar altında Meclise gelen Mebuslara millî hakimiyeti
temsil eden tek kuvvet olduklarını söylemesi boşunaydı. Mebusların İsmail
Kemal'in ısrarı la aldıkları kararlar da, su üzerine yazılmış yazılar gibi
etkisizdi (gerek kabineye verilen güvensizlik oyu, gerekse Mebus İsmail Hak Paşanın
Harbiye Nazırı, İsmail Kemal'in de Ahmet Rızanın yerine reis seçilmesi gibi).
Sonuç olarak Abdülhamit, Kamil Paşayı değilse de ona yakın sayılabilecek Ahmet Tevfik Paşayı Sadrazam, Osmanlı-Yunan Savaşının kahramanı yaşlı Gazi Ethem Paşayı da Harbiye Nazırı yaptı. İsmail Kemal'in çabaları
sayesinde İstanbt daki 1. Ordunun Komutanlığı muhalefetin kahramanı
Nazım Paşa geldi. İT önderleri ve mektepli subaylar ya gizlendiler ya da İstanbul
dışına kaçtılar. Bir anda İstanbul'da İT'nin etkisi silindi.
31 Martı Kim Düzenledi?
Ayaklanmayı kim düzenledi? İşin kanlı bir
biçim alması dolayısıyla onu başlatanların ona sahip çıkmaktan çok çekinmeleri,
askerin sonradan Abdülhamit'e yönelmesi, Harp Divanının da siyasal nedenlerle ayaklanmanın
derinine gitmekten kaçınması (cezalandırılanların
çoğu askerler gibi fiilen ayaklanmaya katılmış olanlardı), olaya bir muamma havası
vermiştir. Bu yüzden üç türlü açıklama yapılagelmiştir: Birincisine göre olayı
diktatörlük kurmasına vesile olsun diye İT düzenlemiş, fakat ipin ucunu
kaçırmıştır. Askeri kuvveti elinde tutan, iktidarda yılabilecek bir siyasal
kuruluşun kendi aleyhinde kendi askerlerini yapmacık da olsa— ayaklandırması
görülmüş şey değildir. Zaten olayların da yalanladığı bu açıklamanın üzerinde
durmaya bile değmez. Abdülhamit ise olayı düzenlememiştir. Kendisi düzenlemiş
olsaydı-onu ayaklanmadan sorumlu tutarak tahttan indirten ve bu arada suçu,
esas itibarıyla istibdatçı özleler taşımaktan ibaret olanları bile idama mahkum
eden ordunun Harp Divanı, bunun açık kanıtları-ortaya koyarak tahttan
indirme-haklı göstermeyi herhalde isterdi. Tabii Abdülhamit'in hürriyetin ilanından
sonra (el altından gizli istibdatçılarla ilişki kurup jurnal toplamağa devam
ettiği için) ve hele ayaklanmadan sonra (ayaklananları-kınamaktan kaçınması, üstelik
onları okşayacak bir tutum benimsediği için)
tam Meşrutiyetçi bir Padişah
gibi davrandığı söylenemez. Fakat bu, ayaklanmanın sorumluluğu
ile ilgili bir konu değil-Ayrıca, Abdülhamit'in ayaklanmadan, kendine bir zarar
gelir diye haklı olarak korktuğu ve telaşa düştüğü bilinmektedir. Üstelik,
zaten kendisiyle uzlaşmış durumda bululunan İT'ye karsı Abdülhamit'in bir harekette bulunması
mantıksızlık olurdu.
Kalıyor üçüncü açıklama: ayaklanmayı
muhalefet düzenlemiş başlatmıştır. Muhalefet denince, başta Prens Sabahattin
olmak üzere Kamil Paşa ve oğlu Sait Paşa, İsmail Kemal ve Müfit Beyler. Mizancı Murat,
Mevlanzade Rıfat, Said-i Kürdi,
Derviş Vahdeti gibi-ve bunların buyruğu ve etkisi altındaki siyasal örgütler,
yani Ahrar fırkası ve onun dinsel kolu olan İttihadı Muhammedi Cemiyeti anlaşılır.
Bir de bunlara yardımcı olan güçler vardır. Bunlardan biri özellikle El-İslam Cemiyeti ve gazetesi
çevresinde kümelenmiş ulema ile hemen bütün medrese öğrencileridir. Bu
sonuncuların İT'ye karşı olmasının nedeni, Hürriyetin İlanından sonra Harbiye
Nezaretinin, bunların içindeki başarısız öğrencileri —ki çoğu böyleydi— askere
almaya kalkışmasıydı. Oysa medrese öğrenciliği taşralı gençler için (İstanbullular
askerlik yapmakla yükümlü değillerdi) askerlik yapmamanın biricik yoluydu.
Medrese öğrencileri İttihad-ı Muhammedînin mevlidine, Hasan Fehmi'nin cenazesine
ve son olarak ayaklanmada Ayasofya'da toplanan askere büyük bir kalabalık
halinde katılmışlardı. Bunların daha önce hemşehrileri olan askerleri tahrik
etmekte önemli bir payları olduğu tahmin edilebilir.
Muhalefetin ikinci bir müttefiki, kadro
dışına çıkarılmış bulunan alaylı subaylardı. Askeri tahrik etmekte bunların da
pek önemli payı olduğu gibi, bir bölüm de er kıyafetinde ayaklananlara katılmıştır.
Üçüncü bir yardımcı gücün de Arnavut ulusçuluğu olduğu söylenebilir. İsmail
Kemal, Ergiri Mebusu-Müfit Bey, askerin elebaşısı Hamdi Çavuş ve başkaları
Arnavut oldukları gibi, Arnavutluk'taki Arnavut ve Baskım kulüpleri, İsmail
Kemal ve Müfit Beyden aldıkları telgraflar üzerine ayaklanmayı açıkça Ahrara
mal ederek, 31 Marttan yana bir tutum takındılar. Bunun nedeni şuydu: Osmanlı
Devletinin Rumeli'de gidici olduğunu sezen Arnavutlar, Hürriyetin İlanından
sonra, ulusal kongre, okul, dernek ve yayınlarla büyük bir kültür hamlesi
yapmışlardı. Ama bu çalışmaların İT'nin Türkleştirici ve merkeziyetçi tutumuyla
bağdaşması zordu. Oysa Ahrarın adem-i merkeziyetçiliği Arnavutlara çok uygun
geldiği gibi, Ahrarın arkasındaki İngiliz gölgesi de ilerdeki bağımsız ya da
özerk Arnavutluk için belki bir teminat olarak görülüyordu.
Ahrar’ın 31 Marttaki Payı
Ahrarın ayaklanmayı düzenlediğinin
kanıtları birçok kaynaklarda vardır. Fakat bunların en yetkili olanları
şunlardır:
1)
Mevlanzade Rıfat'ın «İnkılab-ı Osmaniden Bir Yaprak Yahut 31 Mart 1325 Kıyamı»
adlı kitabı, (bu kitap ayaklanmanın Prens Sabahattin'in ve kendisi dahil,
diğer muhaliflerin işi olduğunu açık seçik anlatmaktadır).
2) Hayatında 5 kez hükümet darbesi ya da
ayaklanmaya girişmiş veya bunları tasarlamış olan Prens Sabahattin'in
«Mesleğimiz Hakkında Üçüncü ve Son Bir İzah»ı.
3)
Harbiye Mektebinde o sırada Ahrarcı bir öğrenci ve elebaşı olarak daha önce
okulda bazı başkaldırma hareketlerine önderlik etmiş olan Ahmet Bedevi
Kuran'ın «Harbiye Mektebinde Hürriyet Mücadelesi» kitabı ve «31 Mart Hadisesi
Nasıl Oldu?» (Tarih Dünyası, sayı 13) yazısı, (bunlardan, Ahrarcı
Harbiyelilerin Mahmut Muhtar Paşanın ayaklanmayı bastırma teklifine
aldırmadıklarını, Hamdi Çavuşun ayaklanmaya katılma teklifini de ancak
imtihanları «vesile» ederek reddettiklerini, ilk günü ayaklanmanın
Abdülhamitçi bir yön alır gibi olması yüzünden Derviş Vahdetî'nin ikinci gün
yayımladığı ve Abdülhamit'e yaranmak isteyen açık mektubu üzerine
Harbiyelilerin nasıl Mevlanzade'ye, Mizancıya, Said-i Kürdî'-ye birer heyet
gönderdiklerini, bunların Meşrutiyetin tehlikede olmadığı konusunda dostları
Vahdeti hesabına teminat verdiklerini öğreniyoruz).
31
Mart günü asker içinde faaliyet gösterdiği tespit olunan Vahdetî'nin Harp
Divanı önündeki şu sözü işi iyi özetlemektedir: «Hadisenin bir irtica olduğunu
bugünkü hal ispat ettiği için kabul ederim. Fakat 31 Marttaki iğtişaşın
(karışıklığın) irtica değil bir fırka kavgasından ibaret olduğunu zannederim.»
31 Marttan ötürü muhalefeti sorumlu tutan
bir iddia hemen şu soruyu akla getirecektir: Hareket ordusunun Harp Divanı
neden bu işi aydınlatmadı, neden asıl sorumluları cezalandırmadı da alet
durumunda olanlarla uğraştı? Hareket Ordusunun niyeti herhalde Prensin de sorumluluğunu
tespit ettirip cezalandırmaktı, zira İstanbul işgal edildikten sonra
arkadaşlarının bir çoğu gibi kaçmak yolunu seçmemiş olan Prens, tutuklandı. 2-3
gün Harbiye Nezaretinde tutuklu kaldıktan sonra, Mahmut Şevket Paşa ile Harp
Divanı Başkanı, odasına gelerek özür dileyip kendisini serbest bıraktılar; bir
de alenî «itizarname» yayımlandı. İngilizlerin haklı olarak «adamları»
saydıkları Prensle sütkardeşinin salıverilmesinin İngiltere'nin baskısı
sonucu olduğu anlaşılıyor. Avrupa kamuoyuna karşı son derecede hassas olan
Osmanlı Devletinde bu durum yadırganmamalıdır. Kaldı ki, başkentteki ayaklanmanın
ertesi günü patlak veren Adana Ermeni ayaklanmasının, Ermeni kıyımıyla
sonuçlanması, büyük devletlerin savaş gemilerini Mersine çekmiş bulunuyordu.
Bu da Osmanlı Devletinin durumunu bir kat daha nazikleştirmişti.
Sonra, İngiltere'nin yaptığı baskı
dışında, bir de şu vardı: İT, kurdurduğu Meşrutiyet düzeninin Avrupa'da
sağladığı ve sağlayacağı itibara adamakıllı bel bağlamıştı. Haklı nedenlerle
de olsa, Meşrutiyetin kurulmasından bu yana daha bir yıl bile geçmeden muhalefetin
ezilmesi ve önderinin idama mahkum edilmesi Avrupa'da iyi karşılanmayacaktı.
Zaten muhalefetin önderlerinden kimi kaçmış ya da Prens gibi gitmek zorunda
bırakılmıştı, kimi de ayaklanmadan önce yaptıkları kışkırtıcı yayınlardan
dolayı hapis ve sürgün cezalarına mahkum edilecekti (yalnız Vahdeti gibi çok
sivri ve «ayak takımından» bir önder idam edilecekti). Böylece ve biraz da sıkıyönetim
nedeniyle muhalefet değilse bir süre için, zaten susturulmuş bulunuyordu. Şu da
geliyor: Ayaklanmadan sorumlu tutularak Abdülhamit, Meclis tarafından
tahttan indirildi. Aynı olaydan ötürü muhalefetin de suçlu sayılması, İT'ye
pamuk ipliğiyle olan mebus çoğunluğunca hem tutarsız, hem de yanlış görünebilirdi.
Hareket Ordusu Hazırlığı ve O Sırada İstanbul
Yeniden olaylara dönersek, ayaklanma
üzerine Selanik'teki 3. Orduyla onun komutanı Mahmut Şevket'in aldıkları kesin
tavır göze çarpar. Bir yandan Hareket Ordusunun kurulması ve derhal
İstanbul’a doğru yola çıkarılması karar alınırken, ertesi gün için Selanik’te büyuk bir miting düzenlendi. Ordunun başına Mahmut Şevket, 3. Ordudan giden mürettep fırkanın başına da Hüseyin Hüsnü geçti, Kolağası Mustafa Kemal ise bu fıkranın kurmay başkanı oldu. İstanbul'da
Padişah, hükümet ve muhalif gazeteler (İT gazeteleri çıkamıyordu) bunca
kargaşalık ve gürültüye rağmen birçok olayları önlemeğe çalışarak, taşraya hiçbir şey olmadığı, herşeyin yolunda
olduğu izlenimini vermek için çırpındılar. Saray ve Babıâli Vezirleri, 31 Martın
kurduğu, İT'siz İstanbul'u olupbitti olarak kabullenmiş görünüyorlardı. Ne var
ki muhalefet, İT’nin silinmesine sevinmekle birlikte, Abdülhamit kazandığı nüfuzundan son derecede tedirgindi.
Muhalif gazetelerin, bazı Mebusların ulemanın genel örgütü Cemiyeti iyenin
ısrarlı çağrılarına rağmen ancak 3. gün toplanabilen Mebusan Meclisi,
yayımladığı bildiri ile Saray ve kabine gibi ayaklanmayı onaylamış, telaşa yer
olmadığını bildirmişti. İstanbul'un bu zoraki sükûnetine karşılık,
Rumeli'de-orduların ateşli ve kararlı sefer hazırlıkları, öte yandan her yandan
örgütlerinin çabasıyla Meclis, Hükümet
ve Saraya yağdırılan protesto telgrafları tam bir karşıtlık meydana
getiriyordu. Daha ilk günde ayaklanmanın aldığı renkten hoşlanmayan Prens, Beşiktaş
önündeki Hamidiye kruvazöründe donanma süvarileriyle bir toplantı yaparak,
ayaklanma daha Abdülhamitçi bir yöne kayarsa, Abdülhamit'in tahttan indirilmesi
için gemilerde bir meşveret meclisinin toplanmasını ve kararını top tehdidiyle
Saraya kabul ettirmesini kararlaştırdı. İkinci gün Prens, olayların korkulan
yönde geliştiğini ileri sürerek donanmanın sözünü tutmasını istedi. «Hamidiye»
Süvarisi, ertesi sabah diğer süvarilerle görüştükten sonra harekete geçileceğini
bildirdi. Fakat 3. gün süvariler bu işe yanaşmadılar. Yalnız bir tanesi,
«Asar-ı Tevfik» Süvarisi Binbaşı Ali Kabulî Bey, işe girişmek üzere gemicileri
hazırlayıcı konuşmalar yaptı. Fakat bunun üzerine erler ayaklanıp Süvarilerini
tutukladılar ve Yıldız'a götürdüler. Pencere önüne gelen Abdülhamit, sarayının
topa tutulmak istendiği iddiasını ciddiye alarak Binbaşının kendisine teslim
edilmesini istedi. Fakat Binbaşı götürülürken erler üzerine atılıp onu
öldürdüler. Abdülhamit bu işe üzüldüğünü söylemekle birlikte, kaatil erlere
karşı —ayıplama yollu da olsa— hiçbir şeyin yapılmasını buyurmadı.
Hareket Ordusu İsyanı Bastırıyor
Muhalefetin
donanmayla Abdülhamit'i saf dışı kılma girişimi böylece başarısızlığa
uğrayınca, meydan Hareket Ordusuna kalmış oldu. İstanbul gazetelerinin ve
Mebusan Meclisinin Hareket Ordusu yaklaştığı oranda ayaklanmanın aleyhine
dönmeleri, Hükümetin de çarpışma olmaması için gösterdiği çabalar, ayaklanan
askere yılgınlık vermişti. Bu yüzden 24 nisan 1909'da İstanbul işgal
edildiğinde, bu askerin özellikle Beyoğlu kışlalarında gösterdiği direnme,
kanlı da olsa, umutsuz bir davranıştı. Bu arada Abdülhamit'in Nazım Paşadan
gelen direnme teklifini geri çevirdiği söylenir ki, bu onun lehine sayılacak
bir davranıştır. Fakat Yıldız Sarayında çarpışma olmaması için gösterdiği
çabalan bütün İstanbul için göstermemesi, aleyhine yazılabilecek başka bir noktadır.
İlginç olan
diğer bir nokta da Derviş Vahdetinin Anadolu'ya kaçmadan önce sığınmak üzere
başvurduğu iki kapıdır: Biri hemşehrisi Kamil Paşanın oğlu Sait Paşa, diğeri
de İttihad-ı Muhammedi üyesi Şehzade Vahdettin, (böylece Vahdettin'in daha o
zamandan İT'nin İngilizci muhalifleriyle kader birliği ettiğini anlıyoruz).
Her iki kapı da ayaklanmanın işlerine fazla batmış olan Derviş'i korumayı kabul
etmemiştir.
Son olarak, yabancı devletlerin
ayaklanmadaki tutumlarına da değinmek yerinde olur. İngiliz İstihbarat
Örgütünün, ayaklanmayı, dağıttığı paralarla desteklediği iddiası henüz
kanıtlanmamışsa da, İngiliz Elçiliği ve basınının ayaklanmaya büyük yakınlık
gösterdiği. Hareket Ordusunun da gelmemesi için elinden geldiği kadar çaba
harcadığı da muhakkaktır. Öte yandan, Hareket Ordusu harekâtının da en azından
Alman ordusunda bazı çevrelerin sempatisini kazandığı bilinmektedir.
Sina Akşin, 20.Yüzyıl Tarihi , Arkın
Kitabevi
19. yüzyıl reformlarını ve bunların politik çerçevesini eksik-yarım bulan muhalif aydınlarının 2. Meşrutiyet sonrasında bu açığın kapatılacağına dair kapıldıkları iyimserlik, çok geçmeden, Balkan Savaşları'nda paramparça oldu. Reformistrestorasyoncu iyimserlik, 19. yüzyıldan beri askeri yenilgilerin ve toprak kayıplarının sonunun gelmemesiyle zaten sürekli aşınmaktaydı. Maddi medeniyete bir türlü yetişilemiyor, güç yetirilemiyordu. Balkan Savaşları, medeniyet yarışının manevi cephesinde de bir hayal kırıklığına yol açtı. 2. Meşrutiyet inkılabı, istibdadı sona erdirerek, Batı nezdinde itibar kazanma ve 'tanınma' beklentisini beraberinde getirmişti. Batılı büyük güçlerin Balkan Savaşları'nda
YanıtlaSilOsmanlı'ya yine hasmane davrandığı ve çökmeye mahküm "hasta adam" gözüyle bakmaya devam ettiği izlenimi, bu beklentiyi boşa çıkarttı.
Balkanlar'ın büyük ölçüde elden çıkması, düşman ordularının lstanbul'a yaklaşması, tehdit algısını şiddetlendirdi, 'acilen bir şeyler yapma' telaşını kanatlandırdı. Acilci ruh halinin tahammülsüzlüğü, her sorunun cevabını mutlaklaştırmaya, her çözüm seçeneğini olmazsa olmaz keskinliğiyle
ortaya koymaya meyleden bir tavrı teşvik etti; bu panik halindeki ajitasyon, ölüm-kalımcı bir radikalizm üslübunu, doğrunun ve haklılığın ikamesine dönüştürdü. Cereyanlar- Tanıl Bora
guzel
YanıtlaSil