Uygarlığın İlk Adımları: Neolitik Çağ
Uygarlık tarihinin “kırılma noktaları” olarak da bilinen, hızlı değişimlerin yaşandığı dönemler, toplumun, günlük yaşamından yaşam felsefesine, yararlandığı teknolojiden toplumsal örgütlenme modeline, inançlarından doğal çevresi ile kurduğu ilişkiye kadar her düzeyde değişime yol açan köklü dönüşümlerdir. Halen içinde yaşamakta olduğumuz Endüstri Devrimi süreci, bu tür köklü değişimlerden biri ve en sonuncusudur. Bu tür önemli dönüşümleri, bir anda başlayıp biten olaylar olarak görmek doğru değildir; aynen Endüstri Devrimi’nde olduğu gibi, bu dönüşümler dünyanın belli bir bölgesinde başlar, ancak olgunluğa eriştikten sonra başka coğrafyalara yayılarak, küresel bir model haline gelirler. Bu nedenle ilk ortaya çıktıkları bölge ile, daha sonraları yansıdığı bölgeler arasında zaman farkı vardır.
İnsanlık tarihi her yerde aynı gelişimi göstermemiştir. Bazı bölgelerde gelişim süreci daha hızlı, bazılarında ise daha yavaş olmuş ve hatta en uç bölgelerde zaman saati durmuş gibidir. Bu nedenle, önemli dönüşümlerden isim alan kültür basamakları da farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimlerini yansıtır. Örneğin kentleşme devrimi olarak adlandırdığımız İlk Tunç Çağı, Mezopotamya’da MÖ 3200 yıllarında görülür. Mezopotamya’dan uzaklaştığımızda o tarihlerde kentleşmeyi değil, bundan önceki kültür basamağının süregeldiğini görürüz. Kentleşme, örneğin Ege dünyasına MÖ 2600’lerde, Batı Avrupa’ya Roma İmparatorluğu ile gelecek, daha uzaklara gittiğimizde ise bu yeni yaşam biçiminin aktarımı MS 16.-17. yüzyıllarda gerçekleşecektir.
Uygarlık tarihine bir bütün olarak bakıldığında geleneksel görüş, en önemli dönüşüm ya da “kırılma noktası”nın, gezginci yaşamdan yerleşik köy yaşantısına, avcılık-toplayıcılıktan besin üretimi-çiftçiliğe geçiş dönemi olduğunu kabul etmektedir. Bu bakış açısının temelinde, köy, tarım ve hayvancılığın başlangıcı, daha sonraki uygarlığın tetikleyicisi olarak görülmüş ve milyonlarca yıllık yaşam biçiminin, Neolitik olarak adlandırılan bu dönemde köklü olarak değişerek yeniden biçimlendirildiği kabul edilmiştir. Tarımın toprağa bağlı yaşama, dolayısıyla köylerin gelişmesine yol açtığı, kalıcı konutların yapımı için de yeni yapım malzemeleri, mimari teknikler, araç-gereçlerin gerektiği, toprağın ekilip biçilmesinin, depolama, mülkiyet, miras, işçilik ve elde edilen ürünün de besin hazırlama, artı-ürün gibi daha önceleri olmayan tanımları doğurduğu, yeni yaşamın gereklerini karşılayabilecek yeni hammaddelere yönelttiği genel olarak kabul edilmiştir. Çiftçi olarak tanımlayabileceğimiz bu yeni yaşamın sulu aş için gerekli olan ateşe dayanıklı kaplar, depolama yerleri, tahılı besine dönüştürecek teknolojiler geliştirdiği, hayvancılığın ortaya çıkmasıyla başta dokuma olmak üzere hayvan ürünlerinin besine dönüşmesi, saklanan besinlerin fermante edilerek ya da kurutularak başka yiyeceklere dönüşümü ve giderek artı ürünün, işgücünün organizasyonunu zorladığı, ticaretin, ve yönetici sınıf gibi yeni toplum katmanlarının ortaya çıkışı da Neolitik dönemin yarattığı sonuçlar olarak kabul edilegelmiştir. Öngörülen bu sistemin daha sonraları kent, kent devletleri, devlet ve imparatorluğa kadar olan sürecin de altlığını oluşturduğu açıktır.
Yukarıda değindiğimiz Neolitik yaşam tanımı, her ne kadar ileri aşamalarda kent ve devlete dönüşecekse de, genel kabul bunun ilk dönemlerinin, eşitçil bir toplum dokusu olan basit yerleşmeler olduğu şeklindeydi. Bir topluluğun, aynı yerde uzun süre kalarak sabit bir köy kurabilmesi için mutlaka tarım yapması gerektiği de öngörülmekteydi. Bu sergiyle tanıtılan süreç, yukarıda değindiğimiz kabullerin esası ile tam olarak çelişmektedir. Daha önce de değindiğimiz gibi Güneydoğu Anadolu’da son yıllarda yapılan arkeolojik kazıların sonuçları, uygarlık tarihiyle ilgili bilgilerimizi tamamıyla değiştirmiş ve Neolitik olarak tanımladığımız sürecin başlangıç aşamasını, başka bir bakış açısıyla yeniden ele almamız gerektiğini ortaya koymuştur; serginin vurgusu da budur. Her şeyden önce ilk yerleşik toplulukların halen avcı ve toplayıcı oldukları, etkin besin üretiminin ancak ileri aşamalarda ortaya çıktığı anlaşılmıştır. Daha da çarpıcı olan, halen avcı-toplayıcı olan bu yerleşimlerde tapınak olarak tanımlayabileceğimiz anıtsal yapıların, görkemli heykel ve kabartmaların, toplumu yönlendirdiği ve öbür dünyayla illişkiyi sağladığı anlaşılan ruhban ya da yönetici sınıf gibi belirli toplum katmanlarının varlığıdır. Dört binyıl kadar süren bu süreç içinde mimarinin, uzak bölgeler arası mal aktarımının, yeni teknolojilerin geliştiği, ancak çanak çömleksiz dönemin sonu olarak adlandırdığımız M.Ö. 7000 yıl içinde kelimenin gerçek anlamıyla tarım ve hayvancılığın önem kazandığı ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak önceki yıllarda Neolitik olarak tanımlanan yapılanma, bu sergide anlatılan dönemin en sonuna denk gelmektedir. Bu sergiyle, uygarlık tarihi için yeni bir kavram olan, besin üretimi öncesi yerleşik toplulukların neler yapabildiğinin en çarpıcı örnekleri yansıtılmaktadır.
“Neolitik” Adlaması
Bir kültür evresi olarak “Neolitik” adlaması 19. yüzyılda, Taş Devri’nin son aşamalarını temsil eden taş aletlerin işlenişindeki yeni bir teknolojiyi tanımlamak amacıyla ortaya atılmıştır. Zaten “neolitik” sözcüğünün anlamı da “yeni taş”tır. Arkeolojinin emekleme çağı olan o yıllarda, yazı öncesi dönemleri tarihleyebilecek herhangi bir yöntem yoktu. Tarihi bilinmeyen eski kültürleri, kullandıkları teknolojinin niteliğine göre, en basitten en gelişkine göre sıralayarak, “göreli” bir tarihleme yapılırdı. Neolitik adlaması da bu uygulamadan ortaya çıkmıştır. Bugün arkeoloji, arkeometri adı altında topladığımız doğa ve fen bilimlerinin yöntemlerinden yararlanarak geçmiş kültürlerin mutlak yaşını belirleyebilmektedir.
Uzun bir süre boyunca arkeologlar için Neolitik dönem, yerleşik uygarlığın başladığı, tam olarak tanımlanamayan bir süreç olarak görülmüş, fazla ilgi çekmemiştir. Ancak ilk olarak doğa bilimciler, yabani tahılların tarıma alınması, hayvanların evcilleştirilmesi gibi biodünyayı ilgilendiren gelişmelerin bu evrede gerçekleştiğini öngörmüş ve yabanılların nasıl olup günümüzdeki şeklini aldığı ile ilgilenmişlerdir. Bu bağlamda bugün ekmek yaptığımız buğdayın ya da arpa, çavdar gibi tahılların yabanıl atalarından çok farklı niteliklere sahip olduklarını unutmamak gerekir. Her şeyden önce yabani tahılların taneleri, doğal olarak tohumlanabilmeleri için başağa kırılgan bir sap ile bağlıdır, sallanınca kendiliğinden dökülürler. Tarıma alınmış türlerde ise bu özellik, silkelendiği zaman dökülmeyen daha sağlam bir bağlantı ile değişmiştir. Bunun yanı sıra başağın şekli ve diğer morfolojik özelliklerinde de önemli farklar vardır. Evcil koyun, keçi, sığır ve domuz, yabanıl atalarından birçok bakımdan farklıdır; örneğin yabani koyun uzun bacaklı, hızlı koşabilen, yün yerine kıllarla kaplı, iri boynuzlu, yabani sığır ise bugünkünün yaklaşık iki misli büyüklüğünde olan hayvanlardır. Yabanıl türlerden tarıma alınmış ya da evcilleştirilmiş türlere olan dönüşüm için oldukça uzun bir sürenin gerektiği de bilinmektedir. Kuşkusuz bu dönüşüm, kültürel açıdan çiftçiliğin ve dolayısıyla yerleşik yaşamın başlaması anlamını da taşımaktadır. Yerleşik yaşam da, kalıcı konut mimarisinin yanı sıra, mülkiyet, farklı bir toplum düzeni, organize işgücü, besin biriktirme ve bunun dağıtımı gibi farklı bir yaşam biçimini gerektirdiğinden, biolog ve zoologların ardından Neolitik Çağ, toplumbilimcilerin, etnografların ve antropologların ilgisini uyandırmıştır.
Neolitik yaşam olarak tanımlanan çiftçilik yeni aletleri, bu aletlerin yapımı için de yeni teknolojilerin geliştirilmesi gereğini ortaya çıkarmıştır. Neolitik öncesi avcı toplulukların gereksinimi, taşın yongalanmasıyla elde edilen sivri uçlu ya da keskin kenarlı aletlerdi. Çiftçilerin ise ağaç kesebilmek, tahta yontabilmek, toprağı kazabilmek için darbelere dayanıklı farklı bir alet türüne, tahılları öğütebilmek için yüzeyi pürüzlü taşlara, bitkisel besinleri yiyebilmek için ateşe dayanıklı kap kacağa gereksinimleri vardı. Bu gereksinmeler, taşlara sürtülerek biçim verilmesi ve kilin hamur haline getirilip biçim verildikten sonra fırınlanması gibi yeni teknolojilere yol açmıştır. Bu dönemde en çok rastlanan alet türü, bazen “celt” olarak da adlandırılan yüzeyi parlatılmış yassı taş baltalar olduğundan, arkeolojinin ilk zamanlarında bu dönem “Cilalı Taş Devri” olarak adlandırılmıştır.
18. ve 19. yüzyıllarda, özellikle Avrupa’da yapılan kazılar, Neolitik yaşam biçimi olarak adlandırılan tarımın, hayvancılığın, yerleşik köylerin ve bunlarla bağlantılı teknolojilerin bulunduğu çok sayıda buluntu yerini ortaya çıkarmıştı. Ancak Neolitik yaşamın olmazsa olmazları olarak görülen buğday, arpa, çavdar, koyun gibi türlerin yabanıl atalarının Avrupa topraklarında bulunmayışı, ayrıca ortaya çıkartılan yerleşmelerde konut mimarisinin, çömlekçiliğin başlangıç aşamasında değil, gelişkin düzeyde olması, bu kültürün Avrupa’ya başka bölgelerden, gelişimini tamamladıktan sonra aktarılmış olduğunu göstermekteydi. Bunu izleyen soru, Neolitik dönüşümün, tarım, hayvancılık ve yerleşik yaşamın ilk olarak nerede, nasıl ve neden başlamış olduğuydu. Tarım, tahıllardaki küçük tanelerin toplanması ve yenebilecek duruma getirilmesi gibi, avcılığa ve toplayıcılığa göre, çok güç bir beslenme şeklidir. Özellikle yabani tahılların tarla gibi değil, diğer otsularla karışık bulunması, başaklarının bugünkü türlere göre çok daha küçük ve az taneli olması ve bunun da ötesinde tanelerinin toplanırken dökülme özelliğinin bulunması, insanların nasıl olup da bu besin kaynağına yöneldiğini yanıtsız bir soru olarak bırakmıştır. 20. yüzyılın başlarında doğabilimciler bu değişimin ancak kuraklık, doğal çevre koşullarının olumsuz bir ortam yaratmasına bağlamış ve bu nedenle ilk Neolitik kültürlerin, bugün çöl olan bölgelerdeki vahalarda ya da çöllerin içinden geçen büyük akarsuların vadilerinde gerçekleşmiş olabileceklerini önermişlerdi. Bu tür zorluk içinde yaşayan toplulukların çok basit bir yaşamları olduğu ve bu nedenle bunların yaptıkları ilk sabit konutların çok basit kulübelerden ileri gidemeyeceği öngörülmekteydi. Bu nedenle arkeologlar, ilk çiftçi toplulukların izlerinin bulunabilme olasılığına uzun bir süre kuşku ile yaklaşmışlardır.
Arkeologların arasında Neolitik dönemin uygarlık tarihi açısından taşıdığı önemi ilk ve en açık şekilde vurgulayan Gordon Childe olmuştur; Childe bu dönemin önemini vurgulamak için “Neolitik Devrim” adlamasını ortaya koymuş ve o dönemdeki arkeolojik bilgilere göre bu devrimin ancak Fırat, Dicle ve Nil gibi büyük akarsu boylarında gerçekleşip geliştikten sonra, başta Avrupa olmak üzere, dünyanın diğer yerlerine yayıldığı ileri sürmüştü. Bu konuda ikinci büyük atılım Robert J. Braidwood tarafından yapılmış, Braidwood doğa bilimlerinden de yararlanarak, bugün “Doğal Yaşam Bölgesi” olarak tanımladığımız kuramı ortaya çıkarmıştı. Buna göre çiftçilik ancak yukarıda sıraladığımız tahıl ve hayvanların yabanıl atalarının doğal ortamlarında birlikte bulunabildiği, sulama gibi gelişkin bir teknoloji gerektirmeden tarımın yapılabileceği bir bölgede gerçekleşebilirdi. Braidwood doğabilimcilerle birlikte yaptığı bir ön çalışmayla, çiftçiliğin başlayabileceği bölgenin ancak Yakındoğu’nun belirli bir kesiminde olabileceğini ortaya koymuştur. Bu bölgenin tanımı doğuda Zagros, kuzeyde Güneydoğu Toroslar, batıda Amanos ve Lübnan Dağları ile belirlenen ve ağızı güneye dönük bir hilale benzediği için “Bereketli Hilal” olarak tanımlanan bölgenin biraz gerisindeki dağların etek ve eşikleri boyunca uzanan, daha sulak ve bereketli bir coğrafi kuşağı içermektedir. Braidwood, Neolitik kültürün oluşum bölgesine getirdiği yeni tanımın dışında, “Neolitik” adlamasına da karşı çıkmış, teknoloji kökenli bu terimin yerine, beslenme ve yaşamdaki değişimi yansıtan “İlk Tarımcı Köy Toplulukları Dönemi” adlamasını önermiştir.
Gordon Childe ve Robert J. Braidwood’dan bu yana yarım yüzyılı aşkın bir süre geçmiştir. Bu süre içinde, başta Yakındoğu ve Anadolu olmak üzere dünyanın birçok yerinde Neolitik dönemi yansıtan binlerce arkeolojik kazı çalışması yapılmış ve ortaya çıkan sonuçlar farklı açılardan ayrıntılı olarak değerlendirilmiştir. Ortaya çıkan tablo, Childe ve Braidwood’un dönemindeki hiçbir bilim insanın düşünemeyeceği kadar çeşitlilik göstermektedir.
Uygarlık tarihinin “kırılma noktaları” olarak da bilinen, hızlı değişimlerin yaşandığı dönemler, toplumun, günlük yaşamından yaşam felsefesine, yararlandığı teknolojiden toplumsal örgütlenme modeline, inançlarından doğal çevresi ile kurduğu ilişkiye kadar her düzeyde değişime yol açan köklü dönüşümlerdir. Halen içinde yaşamakta olduğumuz Endüstri Devrimi süreci, bu tür köklü değişimlerden biri ve en sonuncusudur. Bu tür önemli dönüşümleri, bir anda başlayıp biten olaylar olarak görmek doğru değildir; aynen Endüstri Devrimi’nde olduğu gibi, bu dönüşümler dünyanın belli bir bölgesinde başlar, ancak olgunluğa eriştikten sonra başka coğrafyalara yayılarak, küresel bir model haline gelirler. Bu nedenle ilk ortaya çıktıkları bölge ile, daha sonraları yansıdığı bölgeler arasında zaman farkı vardır.
İnsanlık tarihi her yerde aynı gelişimi göstermemiştir. Bazı bölgelerde gelişim süreci daha hızlı, bazılarında ise daha yavaş olmuş ve hatta en uç bölgelerde zaman saati durmuş gibidir. Bu nedenle, önemli dönüşümlerden isim alan kültür basamakları da farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimlerini yansıtır. Örneğin kentleşme devrimi olarak adlandırdığımız İlk Tunç Çağı, Mezopotamya’da MÖ 3200 yıllarında görülür. Mezopotamya’dan uzaklaştığımızda o tarihlerde kentleşmeyi değil, bundan önceki kültür basamağının süregeldiğini görürüz. Kentleşme, örneğin Ege dünyasına MÖ 2600’lerde, Batı Avrupa’ya Roma İmparatorluğu ile gelecek, daha uzaklara gittiğimizde ise bu yeni yaşam biçiminin aktarımı MS 16.-17. yüzyıllarda gerçekleşecektir.
Uygarlık tarihine bir bütün olarak bakıldığında geleneksel görüş, en önemli dönüşüm ya da “kırılma noktası”nın, gezginci yaşamdan yerleşik köy yaşantısına, avcılık-toplayıcılıktan besin üretimi-çiftçiliğe geçiş dönemi olduğunu kabul etmektedir. Bu bakış açısının temelinde, köy, tarım ve hayvancılığın başlangıcı, daha sonraki uygarlığın tetikleyicisi olarak görülmüş ve milyonlarca yıllık yaşam biçiminin, Neolitik olarak adlandırılan bu dönemde köklü olarak değişerek yeniden biçimlendirildiği kabul edilmiştir. Tarımın toprağa bağlı yaşama, dolayısıyla köylerin gelişmesine yol açtığı, kalıcı konutların yapımı için de yeni yapım malzemeleri, mimari teknikler, araç-gereçlerin gerektiği, toprağın ekilip biçilmesinin, depolama, mülkiyet, miras, işçilik ve elde edilen ürünün de besin hazırlama, artı-ürün gibi daha önceleri olmayan tanımları doğurduğu, yeni yaşamın gereklerini karşılayabilecek yeni hammaddelere yönelttiği genel olarak kabul edilmiştir. Çiftçi olarak tanımlayabileceğimiz bu yeni yaşamın sulu aş için gerekli olan ateşe dayanıklı kaplar, depolama yerleri, tahılı besine dönüştürecek teknolojiler geliştirdiği, hayvancılığın ortaya çıkmasıyla başta dokuma olmak üzere hayvan ürünlerinin besine dönüşmesi, saklanan besinlerin fermante edilerek ya da kurutularak başka yiyeceklere dönüşümü ve giderek artı ürünün, işgücünün organizasyonunu zorladığı, ticaretin, ve yönetici sınıf gibi yeni toplum katmanlarının ortaya çıkışı da Neolitik dönemin yarattığı sonuçlar olarak kabul edilegelmiştir. Öngörülen bu sistemin daha sonraları kent, kent devletleri, devlet ve imparatorluğa kadar olan sürecin de altlığını oluşturduğu açıktır.
Yukarıda değindiğimiz Neolitik yaşam tanımı, her ne kadar ileri aşamalarda kent ve devlete dönüşecekse de, genel kabul bunun ilk dönemlerinin, eşitçil bir toplum dokusu olan basit yerleşmeler olduğu şeklindeydi. Bir topluluğun, aynı yerde uzun süre kalarak sabit bir köy kurabilmesi için mutlaka tarım yapması gerektiği de öngörülmekteydi. Bu sergiyle tanıtılan süreç, yukarıda değindiğimiz kabullerin esası ile tam olarak çelişmektedir. Daha önce de değindiğimiz gibi Güneydoğu Anadolu’da son yıllarda yapılan arkeolojik kazıların sonuçları, uygarlık tarihiyle ilgili bilgilerimizi tamamıyla değiştirmiş ve Neolitik olarak tanımladığımız sürecin başlangıç aşamasını, başka bir bakış açısıyla yeniden ele almamız gerektiğini ortaya koymuştur; serginin vurgusu da budur. Her şeyden önce ilk yerleşik toplulukların halen avcı ve toplayıcı oldukları, etkin besin üretiminin ancak ileri aşamalarda ortaya çıktığı anlaşılmıştır. Daha da çarpıcı olan, halen avcı-toplayıcı olan bu yerleşimlerde tapınak olarak tanımlayabileceğimiz anıtsal yapıların, görkemli heykel ve kabartmaların, toplumu yönlendirdiği ve öbür dünyayla illişkiyi sağladığı anlaşılan ruhban ya da yönetici sınıf gibi belirli toplum katmanlarının varlığıdır. Dört binyıl kadar süren bu süreç içinde mimarinin, uzak bölgeler arası mal aktarımının, yeni teknolojilerin geliştiği, ancak çanak çömleksiz dönemin sonu olarak adlandırdığımız M.Ö. 7000 yıl içinde kelimenin gerçek anlamıyla tarım ve hayvancılığın önem kazandığı ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak önceki yıllarda Neolitik olarak tanımlanan yapılanma, bu sergide anlatılan dönemin en sonuna denk gelmektedir. Bu sergiyle, uygarlık tarihi için yeni bir kavram olan, besin üretimi öncesi yerleşik toplulukların neler yapabildiğinin en çarpıcı örnekleri yansıtılmaktadır.
“Neolitik” Adlaması
Bir kültür evresi olarak “Neolitik” adlaması 19. yüzyılda, Taş Devri’nin son aşamalarını temsil eden taş aletlerin işlenişindeki yeni bir teknolojiyi tanımlamak amacıyla ortaya atılmıştır. Zaten “neolitik” sözcüğünün anlamı da “yeni taş”tır. Arkeolojinin emekleme çağı olan o yıllarda, yazı öncesi dönemleri tarihleyebilecek herhangi bir yöntem yoktu. Tarihi bilinmeyen eski kültürleri, kullandıkları teknolojinin niteliğine göre, en basitten en gelişkine göre sıralayarak, “göreli” bir tarihleme yapılırdı. Neolitik adlaması da bu uygulamadan ortaya çıkmıştır. Bugün arkeoloji, arkeometri adı altında topladığımız doğa ve fen bilimlerinin yöntemlerinden yararlanarak geçmiş kültürlerin mutlak yaşını belirleyebilmektedir.
Uzun bir süre boyunca arkeologlar için Neolitik dönem, yerleşik uygarlığın başladığı, tam olarak tanımlanamayan bir süreç olarak görülmüş, fazla ilgi çekmemiştir. Ancak ilk olarak doğa bilimciler, yabani tahılların tarıma alınması, hayvanların evcilleştirilmesi gibi biodünyayı ilgilendiren gelişmelerin bu evrede gerçekleştiğini öngörmüş ve yabanılların nasıl olup günümüzdeki şeklini aldığı ile ilgilenmişlerdir. Bu bağlamda bugün ekmek yaptığımız buğdayın ya da arpa, çavdar gibi tahılların yabanıl atalarından çok farklı niteliklere sahip olduklarını unutmamak gerekir. Her şeyden önce yabani tahılların taneleri, doğal olarak tohumlanabilmeleri için başağa kırılgan bir sap ile bağlıdır, sallanınca kendiliğinden dökülürler. Tarıma alınmış türlerde ise bu özellik, silkelendiği zaman dökülmeyen daha sağlam bir bağlantı ile değişmiştir. Bunun yanı sıra başağın şekli ve diğer morfolojik özelliklerinde de önemli farklar vardır. Evcil koyun, keçi, sığır ve domuz, yabanıl atalarından birçok bakımdan farklıdır; örneğin yabani koyun uzun bacaklı, hızlı koşabilen, yün yerine kıllarla kaplı, iri boynuzlu, yabani sığır ise bugünkünün yaklaşık iki misli büyüklüğünde olan hayvanlardır. Yabanıl türlerden tarıma alınmış ya da evcilleştirilmiş türlere olan dönüşüm için oldukça uzun bir sürenin gerektiği de bilinmektedir. Kuşkusuz bu dönüşüm, kültürel açıdan çiftçiliğin ve dolayısıyla yerleşik yaşamın başlaması anlamını da taşımaktadır. Yerleşik yaşam da, kalıcı konut mimarisinin yanı sıra, mülkiyet, farklı bir toplum düzeni, organize işgücü, besin biriktirme ve bunun dağıtımı gibi farklı bir yaşam biçimini gerektirdiğinden, biolog ve zoologların ardından Neolitik Çağ, toplumbilimcilerin, etnografların ve antropologların ilgisini uyandırmıştır.
Neolitik yaşam olarak tanımlanan çiftçilik yeni aletleri, bu aletlerin yapımı için de yeni teknolojilerin geliştirilmesi gereğini ortaya çıkarmıştır. Neolitik öncesi avcı toplulukların gereksinimi, taşın yongalanmasıyla elde edilen sivri uçlu ya da keskin kenarlı aletlerdi. Çiftçilerin ise ağaç kesebilmek, tahta yontabilmek, toprağı kazabilmek için darbelere dayanıklı farklı bir alet türüne, tahılları öğütebilmek için yüzeyi pürüzlü taşlara, bitkisel besinleri yiyebilmek için ateşe dayanıklı kap kacağa gereksinimleri vardı. Bu gereksinmeler, taşlara sürtülerek biçim verilmesi ve kilin hamur haline getirilip biçim verildikten sonra fırınlanması gibi yeni teknolojilere yol açmıştır. Bu dönemde en çok rastlanan alet türü, bazen “celt” olarak da adlandırılan yüzeyi parlatılmış yassı taş baltalar olduğundan, arkeolojinin ilk zamanlarında bu dönem “Cilalı Taş Devri” olarak adlandırılmıştır.
18. ve 19. yüzyıllarda, özellikle Avrupa’da yapılan kazılar, Neolitik yaşam biçimi olarak adlandırılan tarımın, hayvancılığın, yerleşik köylerin ve bunlarla bağlantılı teknolojilerin bulunduğu çok sayıda buluntu yerini ortaya çıkarmıştı. Ancak Neolitik yaşamın olmazsa olmazları olarak görülen buğday, arpa, çavdar, koyun gibi türlerin yabanıl atalarının Avrupa topraklarında bulunmayışı, ayrıca ortaya çıkartılan yerleşmelerde konut mimarisinin, çömlekçiliğin başlangıç aşamasında değil, gelişkin düzeyde olması, bu kültürün Avrupa’ya başka bölgelerden, gelişimini tamamladıktan sonra aktarılmış olduğunu göstermekteydi. Bunu izleyen soru, Neolitik dönüşümün, tarım, hayvancılık ve yerleşik yaşamın ilk olarak nerede, nasıl ve neden başlamış olduğuydu. Tarım, tahıllardaki küçük tanelerin toplanması ve yenebilecek duruma getirilmesi gibi, avcılığa ve toplayıcılığa göre, çok güç bir beslenme şeklidir. Özellikle yabani tahılların tarla gibi değil, diğer otsularla karışık bulunması, başaklarının bugünkü türlere göre çok daha küçük ve az taneli olması ve bunun da ötesinde tanelerinin toplanırken dökülme özelliğinin bulunması, insanların nasıl olup da bu besin kaynağına yöneldiğini yanıtsız bir soru olarak bırakmıştır. 20. yüzyılın başlarında doğabilimciler bu değişimin ancak kuraklık, doğal çevre koşullarının olumsuz bir ortam yaratmasına bağlamış ve bu nedenle ilk Neolitik kültürlerin, bugün çöl olan bölgelerdeki vahalarda ya da çöllerin içinden geçen büyük akarsuların vadilerinde gerçekleşmiş olabileceklerini önermişlerdi. Bu tür zorluk içinde yaşayan toplulukların çok basit bir yaşamları olduğu ve bu nedenle bunların yaptıkları ilk sabit konutların çok basit kulübelerden ileri gidemeyeceği öngörülmekteydi. Bu nedenle arkeologlar, ilk çiftçi toplulukların izlerinin bulunabilme olasılığına uzun bir süre kuşku ile yaklaşmışlardır.
Arkeologların arasında Neolitik dönemin uygarlık tarihi açısından taşıdığı önemi ilk ve en açık şekilde vurgulayan Gordon Childe olmuştur; Childe bu dönemin önemini vurgulamak için “Neolitik Devrim” adlamasını ortaya koymuş ve o dönemdeki arkeolojik bilgilere göre bu devrimin ancak Fırat, Dicle ve Nil gibi büyük akarsu boylarında gerçekleşip geliştikten sonra, başta Avrupa olmak üzere, dünyanın diğer yerlerine yayıldığı ileri sürmüştü. Bu konuda ikinci büyük atılım Robert J. Braidwood tarafından yapılmış, Braidwood doğa bilimlerinden de yararlanarak, bugün “Doğal Yaşam Bölgesi” olarak tanımladığımız kuramı ortaya çıkarmıştı. Buna göre çiftçilik ancak yukarıda sıraladığımız tahıl ve hayvanların yabanıl atalarının doğal ortamlarında birlikte bulunabildiği, sulama gibi gelişkin bir teknoloji gerektirmeden tarımın yapılabileceği bir bölgede gerçekleşebilirdi. Braidwood doğabilimcilerle birlikte yaptığı bir ön çalışmayla, çiftçiliğin başlayabileceği bölgenin ancak Yakındoğu’nun belirli bir kesiminde olabileceğini ortaya koymuştur. Bu bölgenin tanımı doğuda Zagros, kuzeyde Güneydoğu Toroslar, batıda Amanos ve Lübnan Dağları ile belirlenen ve ağızı güneye dönük bir hilale benzediği için “Bereketli Hilal” olarak tanımlanan bölgenin biraz gerisindeki dağların etek ve eşikleri boyunca uzanan, daha sulak ve bereketli bir coğrafi kuşağı içermektedir. Braidwood, Neolitik kültürün oluşum bölgesine getirdiği yeni tanımın dışında, “Neolitik” adlamasına da karşı çıkmış, teknoloji kökenli bu terimin yerine, beslenme ve yaşamdaki değişimi yansıtan “İlk Tarımcı Köy Toplulukları Dönemi” adlamasını önermiştir.
Gordon Childe ve Robert J. Braidwood’dan bu yana yarım yüzyılı aşkın bir süre geçmiştir. Bu süre içinde, başta Yakındoğu ve Anadolu olmak üzere dünyanın birçok yerinde Neolitik dönemi yansıtan binlerce arkeolojik kazı çalışması yapılmış ve ortaya çıkan sonuçlar farklı açılardan ayrıntılı olarak değerlendirilmiştir. Ortaya çıkan tablo, Childe ve Braidwood’un dönemindeki hiçbir bilim insanın düşünemeyeceği kadar çeşitlilik göstermektedir.
Neolitik dönemin geleneksel tanımının içerdiği çiftçiliğe dayalı köy yaşantısı modelinden farklı “Neolitik” kültürlerin de olduğu, hatta dünyanın çeşitli yerlerinde farklı zamanlarda bu tür kültürlerin gelişebildiği artık bilinmektedir. Örneğin Uzakdoğu’da çanak çömleğin Yakındoğu’dan çok daha eski bir tarihte, Eski Taş Devri içinde başladığı ve ilk tarımın meyve ağacı fideciliğine bağlı olarak geliştiği, Avrasya steplerindeki Neolitik yaşamın ise hemen hemen hiç çanak çömlek kullanmayan, tarım yapmayan ama hayvana bağlı bir göçebe yaşamı olduğu, Doğu Afrika’da çanak çömlek kullanmayan gezginci bir Neolitiğin varlığı gibi farklı bir zaman, tanım ve yaşam biçimlerini görmekteyiz. Aynı şekilde Anadolu yaylalarında tarım ve hayvancılık yapmayan, görkemli ve büyük yerleşmeler kurabilen “Anadolu Neolitiği” de yeni bir açılım olarak ortaya çıkmıştır. Neolitik dönemin farklı tanımları öylesine bir çeşitlilik göstermiştir ki, yaklaşım olarak daha doğru olmasına karşın Braidwood’un adlaması bir yana bırakılmış ve yeni yaşam biçiminin her türlü açılımını içine alan genel bir ad olarak “Neolitik” kullanılmaya devam etmiştir. Dünyanın birçok bölgesinde farklı Neolitik modellerin olmasına karşın, daha sonraki dönemleri etkileyerek küresel hale gelecek olan model, Anadolu-Yakındoğu çıkışlı model olacak, diğer Neolitik modeller bir süre sonra Anadolu-Yakındoğu Neolitik modelinden gelişen kültür tarafından özümsenecektir.
12.000 Yıl Önce “Uygarlığın Anadolu’dan Avrupa’ya Yolculuğunun Başlangıcı”
Neolitik Dönem Sergisi tanıtım metninden. Yapı Kredi Kültür Sanat
Neolitik Dönem Sergisi tanıtım metninden. Yapı Kredi Kültür Sanat
Neolitik Dönemi Yeniden Düşünmek
Neolitik ve Yayılma- Eylem Özdoğan
O kadar başarılı bir site ki...Emeğinize sağlık.
YanıtlaSilTeşekkür ederim :)
Sil