Osmanlılar konusunda giderek artan yorum çokluğunun tanığıyız. Günümüzdeki kimi ideolojik tartışmaların tarihsel derinliği Osmanlı dönemiyle yakından bağlantılı. Biz Doğan Kuban’ın yorumunu seçtik. Sayın Kuban’ın sanatçı kimliğiyle yaptığı yorum, bizim amacımızı karşılamaya en yakın metinlerden biri olarak görünüyor. Burada öne sürülen savlara karşı çıkılabilir. Tarihin malzemeliği herkesin niyetine uygun yapılacak kolajlar için yeterince zengin. Ama yine de, düşünmek ve farkını göstermek için bir betime dayanmak zorundayız. B.Berksan
Osmanlılar-I
Osmanlı tarihi evrensel tarih süreçlerinin buluştuğu bir coğrafyada biçimlenmiştir. Bunların en kapsamlı üç tanesi, birbirleriyle örtüşen üç çerçeve oluşturur:
Birincisi Osmanlı Çağı’nın (1300-1920) Yakındoğu, Balkanlar ve Akdeniz çevresinde Avrasya Türk göçer tarihini sonlandıran bir süreç olarak kurduğu çerçevedir.
İkincisi Osmanlı tarihinin Akdeniz çevresinde, İstanbul merkezli büyük imparatorluklar çağını (330-1920) sonlandıran bir süreç olarak kurduğu çerçevedir.
Üçüncüsü ise İslam tarihi bağlamında, Müslümanlar’ın Hıristiyan Batı ile (635-1920) karşıtlaşmalarında Osmanlı Devleti’nin İslâm sınırını tanımlayan bir işaret toplum, bir sınır toplumu olması sürecidir. Hıristiyanlık ile İslâm’ın güç eşitliği 17. yy’a kadar bu çerçevede, Osmanlı topraklarında gerçekleşmiştir.
Avrasya göçerleri Erken Ortaçağ’dan bu yana Orta Avrupa’da Bulgar ve Macar devletlerini kurup, Doğu’da da Rus toplumu ile bir “modus vivendi” içine girmişler, İslam dünyasının eski merkezinde ise Selçuklular’dan başlayan bir savaş sürecinin bitiminde, Timur akınlarının şokunu da yaşadıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşması ile yerleşme sürecinin son aşamasına ulaşmışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yapılanmasında birbiriyle hiçbir zaman özdeşleşmemiş toplumların organik bütünleşmesinden söz edilemez. Türk göçerleri Yakındoğu’da Ortaçağ İslam imparatorluğunun bıraktığı boşluğu, Balkanlar’da ve Akdeniz çevresinde ise Katolik Avrupa ile çekişme halinde parçalanmış bir Ortodoks Ortaçağ dünyasının bıraktığı boşluğu dolduran bir politik makro-strüktür olan Osmanlı İmpararorluğu’nu kurmuşlardır.
Osmanlı tarihini Türk göçer, Yakındoğu İslam ve Akdeniz-Balkan coğrafyasında Bizans ardılı olarak üç değişik kalıpta algılarsak, bu örtüşen üçlü strüktür şeması içinde, İslami, Türk ya da Avrupa gözlüklü yorumlardan daha organik ve özellikle 14. yy’da sayısız kuruluş tezi üretilmesine neden olan olgular daha kolay yorumlanabilen bir çerçeveye oturtulabilir.
Osmanlı çağının ilk iki yüzyılında yaşamın bütün alanlarında, Göçer Türk, Müslüman ve Ortodoks Hıristiyan geleneklerine ait öğelerin, belge yetersizliği nedeniyle, doğasını anlamakta zorluk çektiğimiz mekanizmalarla birbirine karıştığı açıktır. Bu karmaşayı yok saymak yanlış tarih yazmak anlamına gelir. Nasıl Yeniçeri’nin Hıristiyan dönmesi olduğu inkâr edilemeyecek kadar gerçekse, Osmanlı tarihinde sayısız olgunun, bazen sentetik, bazen sinkretik değişik mekanizmalar ve biçimler olacağı düşüncesi de bir gerçeği yansıtır.
Asker, idareci, harem, ulema ve tarikat, Sünnilik ve Alevilik olguları bağlamında bile düşünülse yukarıda sözü edilen üç ayrı coğrafi ve tarihi bileşenin çeşitli kurumlaşmalarda varlıklarını saptıyoruz. İlk Osmanlı tarihlerinin devlet kurulduktan iki yüzyıl sonra ve bu Sünni görüşün egemen olduğu bir dönemde ortaya çıkışı, aynı görüşün Osmanlı tarih yazımında da belli ölçüde egemenliğini sürdürmesi, Cumhuriyet döneminde buna Türkçülük, ulus ve ırk ideoloji katılması, nihayet İmparatorluk’u ortadan kaldıran ve Türkler’i Anadolu dışına sürmek isteyen bir Avrupa karşısında geliştirilen ulusal tarih tezleri, dünyanın en büyük imparatorluklarından birinin tarihinin yazımını zorlaştırmaktadır. Bunun bazen bir kültürel dayatmaya dönüştüğü de söylenebilir. Bu durum sanat ve mimarlık tarihi yazımını da etkileyerek, dinsel, ulusal, zorlama kültürel yorumlara neden olmuştur. Oysa Osmanlı tarihi bütün sentetik ve sinkretik boyutlarıyla, başka eşi olmayan büyük bir imparatorluk tarihidir. Mimarisi evrensel parametreler içinde şekillenmiş ve İmparatorluk’un büyüklüğüne paralel bir yapı sanatı üretmiştir. Bugün Osmanlı tarihini ilk dönemini ideolojiden olabildiği kadar arınmış, çağdaş araştırma yöntemleriyle ve çok daha zengin bir belge hazinesine dayanarak yazıyoruz.
Gibbons, yeni bir Osmanlı ırk’ı meydana çıkararak başlattığı Osmanlı tarihinde İslâm ve Bizans geleneklerini birleştirerek Osmanlı imparatorluğu olgusunu yaratırken; Rambaud, Diehl, orga, Grousset ve başkaları da birçok kurumu, yeterli belge ve analize dayanmadan Bizans’tan alınmış olarak göstermişlerdir. Fakat bunların hemen tümü Fuad Köprülü’nün daha 1931 yılında yanıtlandırdığı sorulardır. Osmanlı tarihinin her evresinde olayların evrensel boyutlarını yitirmeden görmek için İmparatorluk’un Yakındoğu ile Avrupa, İslam’la Hıristiyanlık arakesitinde olduğunu düşünmek gereklidir. Bu arakesitte olmak, dünya tarihinin gelişmesi bağlamında, İslâm ya da Avrupalı olmaktan daha önemlidir. 19. yy’ın tarih yorumları içinde Osmanlılar’a biçilen elbise hangi nitelikte olursa olsun, Avrupa ve Yakındoğu’nun 500 yıllık tarihi Osmanlı varlığının katkısı ile şekillenmiştir. Din ve ulus ideolojileri içinde ve Avrupalılar’ın kışkırtması ile çağdaş ideolojik parametrelere uymaya çalışarak Batı’ya cevap yetiştirmekten vazgeçip Osmanlı olgusunu bir kültürler arakesiti olarak görmek, hem kendi tarihimizi hem de dünya tarihini akılcı bir çerçeveye oturtmak için gereklidir.
Selçuklular’ın 11. yy’dan başlayarak kurdukları imparatorluk Yakındoğu ve Anadolu’yu Göçer Türkler’e açan çok kapsamlı bir politik örgütlenme çağıdır. Kuzeybatı Anadolu’da yeni topraklar açan Türkmen aşiretlerinin göç, savaş, fetih ve Hıristiyan halkla bir “modus vivendi” içinde yerleşme aşamaları, yüzyıllar sürmüştür. Göçer toplumun, başka etnik yapıda, farklı inanç sahibi ve değişik bir üretim “mode”undaki bir yerleşik toplumla karışarak yerleşik düzene geçmesi Osmanlı toplumunun oluşum sürecidir. |
Bu süreç 13. yy sonlarında Osman (Otman, Atman) Bey’in aşireti ile dayanışma içindeki diğer aşiretlerin giderek onun liderliğini tanımaları ve sonradan Osmanlı denen sülalenin egemenliğinde bir devletin kurulmasıyla sonlanmıştır. Fuad Köprülü’nün Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu adlı kitabında özellikle vurgulayarak belirttiği gibi, Batı Anadolu’da ve Likya’da Selçuklu-Bizans sınırlarında, çok belirgin bir düzen içinde olmasa bile, kendilerine “Uç Beyleri” unvanı verilmiş güçlü aşiret reisleri vardır. Batı Anadolu’da Bizans sınırındaki Türkmen aşiretlerinin Anadolu Selçuklu Devleti’nin kontrolünde değil, oldukça bağımsız olarak Bizans topraklarında yaşadıklarını biliyoruz. Göçer’le yerleşik arasındaki ilişkilerin doğal mekanizmaları içinde, Türkler bir yandan kışlak ve yaylak arasında gidip gelirken, öte yandan köylere yerleşmişler, Bizans kentleriyle takas yapmışlar, her fırsatta da göçerin doğal yaşamının parçası olarak Bizanslı’yı kırmışlar, esir etmişler, satmışlar ve topraklarına el koymuşlardır. Bunda Ertuğrul’un ya da oğlu Osman ve onun oğullarının yaşamı nasıl geçiyorsa Batı Anadolu’daki bütün Türkmen aşiretlerinin de yaşamı aynıydı.
Selçuklu Devleti’nin yaşamı İlhanlılar tarafından sona erdirilip Anadolu, Moğol valilerince idare edilmeye başlandığı zaman Bizans sınırlarındaki Türkmen aşiretlerinin kurdukları küçük beyliklerin içinde Osmanlı Beyliği en güçlüsü değildi. Fakat çok önceleri belirtildiği gibi Osmanlı Türkmenleri’nin karşısında başka beyliklerde bulunmayan bir şans vardı: Uçsuz bucaksız gibi görünen fethedilecek, yağma edilecek, cihat yapılacak topraklar. Gerçi Aydınoğulları, Menteşeoğulları gibi beylikler de şanslarını Ege Denizi’nde, adalarda hatta Trakya’da kısa süreli akınlarla denemişlerdir.
İlhanlılar, Selçuklu devletinin batı bölgelerini ellerine geçirmeyi başaramamış olduklarından, Osmanlılar etkinlik alanlarını Bizans zararına büyütmek için yeterli hareket serbestliği buldular.
(…)Savaşçı
Türkmenleri örgütleyen bu gâzî önderler, alpler 1260'la 1320 arasında Bizans'tan
koparttıkları Batı Anadolu topraklarında bağımsız beylikler kurdular.
Dönemin
Bizans tarihçisi G. Pachymeres, İstanbul’u ancak 1261'de geri alan
Palaelogların, Balkan sorunlarıyla meşgul olmaları dolayısıyla, Asya
sınırlarını önemsemeyerek Türkmen akınlarına açık kapı bıraktıklarını yazar.
Gerçekten de bu Türkmen gazilerinin Batı Anadolu'daki akınları, 13. yüzyılda
neredeyse genel bir istilâya dönüşmüştü, Bölgenin en kuzeyinde, Bizans’a en
yakın olan topraklar, bu beylerden Osman Gâzî'nin elindeydi. Pachymeres'e
göre Osman Gâzî, 1302 dolaylarında eski Bizans başkenti İznik’i kuşatmış, İmparator'un kendisine karşı gönderdiği iki bin kişilik ordusunu pusuya
düşürüp 1302 yazında Koyunhisar'da
(Bapheus) yenmişti. Bir imparatorluk ordusunu yenmiş olması Osman'ın ününü
yaydı. Osmanlı ve çağdaş Bizans kaynakları, Anadolu’nun her yanından gazilerin
onun bayrağı altında nasıl toplandığını betimler. Bunlar, öteki sınır
beyliklerinde olduğu gibi, önderlerinin adıyla, "Osmanlılar" olarak
tanınıyordu. Kolay fetih ve yerleşme beklentisi, Orta Anadolu’dan kökenleri
değişik yeni yerleşimci dalgaları
çekiyordu. Osmanlı Beyliği’nin gerçek kuruluşu bu 1302 zaferinden sonradır.
Osmanlı
İmparatorluğunun Klasik Çağı, Halil İnalcık, Yapı Kredi Yayınları.
|
|
Bir aşiret reisi olan Osman’ın, Selçuklu sultanından “bey” unvanını aldığı sırada, Bizans otoritesi Anadolu’da yok olup, Ortodoks kilisesi de etkinliğini tümüyle yitirip Anadolu’dan elini ayağını çektiği zaman, Osmanlı’dan başka sadece Karasi Beyliği, eğer yeteri kadar güçlü olsaydı, Bizans topraklarının Avrupa yakasında fetih şansını deneyebilirdi. Fakat Ibn Battuta’nın belirttiği gibi (1335), daha Orhan Bey zamanında (1324-62) Osmanlı Beyliği sahip olduğu 100 kaleyle, Türkmen beyliklerinin en güçlüsüydü. 1346’da Karasi Beyliği sona ermiş, 1353’te Türkler Avrupa yakasına ayak basmışlardır. Orhan Bey’in askerleri sade Marmara kıyılarına değil, İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasına da egemendiler.
Osmanlılar’ın Sultan I. Murad döneminde (1362-89) Kosova’ya ve Dobruca’ya kadar Balkan topraklarını ele geçirmeleri eşsiz ve çok süratli bir fetih süreci olarak görülür. Bizans imparatorlarının, deneyimli politik oyunları dışında Osmanlı yayılmasına direnç gösterecek hiç bir gücü kalmamıştı. Bu durum, Orhan Bey döneminde Bursa’nın ele geçirilmesiyle (1324 ya da 1326) açıklığa kavuşur. 1329’da Pelekanon (Eskihisar) savaşından Andronikos III. Paleologos zor kurtulmuştur. 1331’de Büyük Bitinya kenti İznik ele geçirildiği zaman Orhan Bey yerli halkın dini eşyalarını da alarak kenti terk edebileceğini duyurmuş, fakat halkın büyük bir çoğunluğu kentte kalmıştı. Orhan Bey sonra kentin idaresini eski belediye idaresine bırakmıştı. Kentin Osmanlılar’a geçmesinden sekiz yıl sonra İznikliler’e ruhlarını kurtarmak için bir “encyclical” (genelge) gönderen İstanbul Patriği halkın büyük bir bölümünün Müslümanlık’ı kabul etmiş olduğunu öğrenmişti.
Bu dönemde Andronikos ile İtalyan prens ve sergerdeleri arasındaki çatışmalar ve Aydınoğlu Umur Bey’in önce Andronikos, sonra Kantakuzenos’la dost olarak onlar adına Cenevizliler’le çarpışmalarını ve Umur Bey’in sağladığı 2000 Türk’le Andronikos’un Arnavutluk’taki bir başkaldırıyı bastırmasını politik ortamın karmaşasını anlatan ve Türkmen beyleriyle Bizans ilişkilerini aydınlatan olgular olarak anımsamak doğru olur. Kantakuzenos’un tahtı elde etmek için yapılan iç savaşta kendisine yardımcı olarak Orhan Bey’i çağırması ve kızı Teodora’yı 1346’da ona vermesi bu dostluğun önemli bir gösterisi, daha doğrusu diyetidir. Orhan Bey’in yeni karısı ile Üsküdar’a gelerek Kantakuzenos’la orada buluşmaları gibi olaylar Türkmenler’le Bizanslılar arasındaki simbiyotik ilişkilerin doğasının ak-kara parametreleriyle tanımlanmasının zorluğunu gösterir.
Öte yandan Osmanlı toplumunun oluşmasının ve yeni gelişmeler içinde Osmanlı Devleti’nin askeri gücünün temelde Türkmenler’e dayandığı açıktır. Yeni toplumun örgütlenmesinde kültürel yaşama egemen olan Türkmen babaları, yani tarikat şeyhlerinin ve bunların yanında Selçuklu çağında Anadolu’da yine dini nitelik taşıyan bir esnaf grubu olarak örgütlenmiş olan Ahiler’in Osmanlı beyleriyle ilişkileri, eldeki yazılı belgelerin kısırlığına karşın, toplumun sosyal yapısını oluşturan temel ilişkiler olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkmenler bir yandan kendi göçer dinamikleriyle, öte yandan İslami bir geleneğin verileriyle, Bizans Ortodoks dünyası ve Avrupalı Katolik güçlerle, bazen dost, bazen düşman olarak buluşup. Akdeniz ve Balkan dünyasına katılıyorlardı. Osmanlı Beyliği bir yandan diğer beylikleri yavaş yavaş kendi bünyesinde eriterek, öte yandan Bizans ve diğer küçük Balkan devletleriyle savaşıp egemenlik alanlarını genişleterek İmparatorluk toplumunun oluşmasına girecek katmanlarla birlikte yaşamayı öğreniyordu.
Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki genişlemesi, Kantakuzenos’un damadı olan Orhan Bey’in oğlu Süleyman Paşa’nın Edirne’de Sırp ve Bulgar’la savaşan Kantakuzenos’a yardıma gitmesi ve dönüşte Gelibolu yarımadasın da Çimpe kalesini ele geçirmesiyle başladı. 1354’te bir depremde surları yıkılan büyük Gallipolis (Gelibolu) kalesi ve çevresi de Süleyman Paşa tarafından ele geçirildi. O sırada Selanik başpiskoposu olan Gregorios Palamas, bu olayların halk tarafından Tanrı’nın Müslümanlar’a yardımı olarak yorumlandığını yazmıştır. Bizanslılar’ın ve Avrupalılar’ın tepkileri, Foçalılar’ın bir ara Orhan Bey’in oğlunu esir etmeleri gibi olaylara karşın, Türkler Trakya’ya yeni kuvvetlerle birlikte Türkmen aşiretlerini de yollamaya başlamışlardı.
Nitekim Orhan Bey’in ölümünden sonra oğlu I. Murad Hüdavendigar 1361’de İstanbul’u Balkanlar’a bağlayan yolun en önemli kilit noktalarından biri olan Edirne’yi ele geçirmişti.
Bu ilk fetih döneminde bazen zorla Trakya’ya geçirilen Türkmen aşiretleriyle birlikte, gaza için gelen dervişler de bu bölgelerde Türkmen yerleşmesini teşvik ediyorlardı. Bu dönemde dervişlerin zaviyeleri çevresinde yeni yerleşim birimleri olarak köyler kuruluyor, kuşkusuz yerliler tarafından terk edilen köylere de Türkmenler yerleşiyordu. Anadolu’da olduğu gibi Rumeli’de de göçer yerleşmesi, şeyh ve dervişlerin önayak olduğu bir kolonizasyon şeklinde devam ederken, yerli halkın, sınırını bilemesek de, Müslüman oluşu da sürüyordu. Fakat bunun Anadolu’dakine göre daha sınırlı olduğu anlaşılıyor.
Balkanlar’da Osmanlılar karşısında feodal düzende, yerel aristokrasinin Knez adı verilen beyleri idaresinde küçük egemenlik alanları, Güney Yunanistan’da, nominal olarak Konstantinopolis’e bağlı Bizans prensleri vardı. Güçlü devletler Bulgar Krallığı ve Sırp Krallığı’ydı. Ege adalarında Frenk prensleri ve Venedikliler’in idaresinde kent ve bölgeler bulunuyordu. Bu çok parçalılık ve feodal beyler arasındaki çekişmeler Türkler’in Balkan fetihlerini kolaylaştırmıştır. 1372’de Bulgarlar ve Dobruca beyleri Osmanlı egemenliğini kabul ettiler. Osmanlı Türkleri, 1385’te Arnavutluk kıyılarına ulaştıkları zaman Makedonya ve Arnavutluk’taki yerel beyler onların hükümranlığını tanıyarak yaşamlarını sürdürdüler. 1386’da Sırp Krallığı da aynı statüyü kabul etmişti.
1387’de Balkanlar’ın en önemli limanı Selanik, Türkler’in eline geçmişti. Türkler’e tabi olan küçük devletler onlara haraç ödüyor ve savaşta askeri birlik gönderiyorlardı. Bazen Knez ya da kralların çocuklarının rehin olarak Osmanlı sarayında tutulduğu da oluyordu. Anadolu’dan getirilen Türkmenler’in Meriç, Tunca vadileriyle ve batıya uzanan vadilere sefer yolları boyunca yerleştirildikleri anlaşılıyor. 14. yy’ sonu ve 15. yy’da Balkan savaşlarında üst düzeyde bir Hıristiyan-Müslüman çatışması sergilenirken, alt düzeyde bir Katolik-Ortodoks çatışması da vardı. Yerel beyler arası sürtüşmeler de devam ediyor, kilise ve aristokrasi Türkler’i Balkanlar’dan atmak için geniş bir birlik kurmaya çabalıyordu. Osmanlılar’ı Avrupa’dan atmak için Avrupalılar’ın elindeki en son çare henüz zayıf olan Osmanlı donanmasına karşı üstünlükten yararlanarak Anadolu ile Balkanlar’ın ilişkisini kesmek olabilirdi. 1366’da bir İtalyan filosu Gelibolu’yu ele geçirerek yolu kesti. Gelibolu yeniden Bizanslılar’a teslim edildi. Fakat on yıl Bizanslılar’ın elinde kalan Gelibolu, Andronikos IV. Paleologos tarafından kendisine tahta geçmekte yardımcı olan 1. Murad’a tekrar teslim edilmişti.
İnalcık, Türkler’in Balkanlar’a kolaylıkla yerleşme nedenlerinden birinin ekonomik olduğunu belirtir. Örneğin ünlü Sırp Çarı Stefan Duşan döneminde toprakların sahibi olan Sırp beyine haftada iki gün bedava çalışmak zorunda olan köylüler, sipahilere verilen timar arazilerinde sadece yılda üç gün bedava çalışmak zorundaydılar. Bu, yılın neredeyse üçte birini derebeyine veren köylünün bu yükünün otuz kat azalması demekti. Ayrıca halkın diline ve dinine karışmayan Osmanlılar, Katolikler’i genellikle Ortodoks olan bölgelerden çıkararak Roma’daki Papa’nın etkisini silip yerel kiliseyi güçlendirdiler. Balkan aristokratlarının savaşçılarını da onlara arazi vererek ve vergiden muaf ederek sınır muhafızı ve akıncı olarak kullanan Osmanlılar, kendilerine karşı savaşacak bir gücü kendi amaçları için kullandılar. Böylece timarlı sipahiler yanında, Hıristiyan kalarak timar sahibi olan yerli beyler de vardı.
Orhan Bey ve 1. Murad dönemlerinde Osmanlılarken dilerinden pek farklı olmayan diğer Türkmen beyliklerini yavaş yavaş idareleri altına almaya başladılar. Bu olgunun Osmanlılar’a Balkan fethinin sağladığı büyük ekonomik olanaklar sonucu olduğu kanısı tarihçilere egemendir. Doyurucu fetihler, aynı zamanda Müslüman toplumun gaza ideallerine de uygun düşüyordu. Kaldı ki yeni oluşan toplumun birleştirici gücü olan tarikat mensubu dervişler için de cihat ve Müslümanlık’ın yayılması birincil amaçlardı. Türkmen göçerler ve bütün Müslüman Doğu için maddi ve manevi olarak çekici olan savaş ve fetih etkinliği, Dördüncü Haçlı Seferi’nin çürüttüğü ve parçaladığı eski Bizans topraklarındaki merkezi iktidarı büyük ölçüde yok ettiği için, Osmanlı Devleti kısa sürede Balkanlar’ın en büyük gücü haline gelmiştir.
Osmanlılann Rumeli’de tutunmaya
başlamaları daha 135O’li yıllardan itibaren onların Batı Anadolu Türkmen
beylikleri ile olan münasebetlerinde bir dönüm noktası olmuştur. Özellikle
Rumeli’de sınır hatlarında kendi askeri gruplarıyla “gaza” yapan uç beyleri
büyük şöhrete sahip oldular. Bu aynı zamanda onlara ihtişam ve zenginlik de
kazandırmıştı. Söz konusu ihtişam ve bu bölgede elde edilenler, Anadolu’da
gerek Osmanlı gerekse diğer beylikler tebaası üzerinde büyük bir etki yaptı.
Batı Anadolu ve Orta Anadolu beylerinin tabanlarının ve askeri zümrelerinin
Osmanlı tarafına kaymasını,
aynı imkânlara kavuşma hevesi dolayısıyla, kolaylaştırdı. Hatta geç tarihli
de olsa tarihçi Şükrüllah’ın (Ö.1464 dolayı) bu konudaki ifadelerinin tarihi
seyirle paralellikler gösterdiğini söylemek yanlış olmaz. Şükrullah,
Orhan Bey dönemindeki bolluktan
söz eder ve kendisine katılanlardan bazılarının adlarını dahi verir.
Anlaşıldığına göre Osmanlılar komşularından başlayarak Anadolu’daki Türkmen
beylikleri üzerinde son derece dikkatli bir siyaset takip etmişlerdi. Bu
siyaset iki safhada kendisini gösterir.
Bunlardan ilki l.Murad
döneminde başlayan vasallik, yani Batı Anadolu Türkmen dünyasını Osmanlı
bayrağı altında gevşek sayılabilecek bir konfederasyon halinde tutma,
İkincisi ise Yıldırım Bayezid’in merkezi bir devlet kurma fikri içerisinde
bütün vasalleri doğrudan merkezi idareye bağlama ve eski bey ailelerini
tasfiye etme idi. Osmanlı Tarihi, A Ü.AÖF
|
Bir bakıma Osmanlı beyleri ve sultanlarının Balkanlar’daki başarıları Anadolu’daki genişlemeyi de teşvik ediyordu. I. Murad, Sivas merkezli Eretna Beyliği’nin elinde olan Ankara’yı 1361’de ele geçirmişti. 138l’de kızını aldığı Germiyan beyinin bazı kentlerine de sahip olmuştu. Aynı yıl Hamidoğulları’ndan da toprak satın almıştır. 1387’de Karaman Beyliği’nin Türkmen aşiret güçlerinden oluşan ordusuyla, Osmanlılar’ın Balkanlar’dan toplanmış Hıristiyan askerlerin de katıldığı ordusu Konya ovasında karşılaşmış, fakat sonuç belirsiz kalmıştır. Bu savaşta Anadolu beylikleri Karamanlılar’dan yana olduklarını göstermişler ve belki de Osmanlı’nın değişen Türkmen karakterine karşı bir tavır almışlardır. Bu savaş doğası itibariyle 1514’te Yavuz Selim’in Çaldıran’da yeniçeri ordusu ile Türkmenler’den oluşan Şah İsmail’in ordusunu yenmesinin erken bir örneğidir. Bu savaştan sonra Candarlı Beyliği ve Karaman Beyliği de Osmanlı Devleti’ne bağımlı olmayı kabul etmişlerdir.
Balkanlar’da Osmanlı askeri gücü o dönemde akıncı beylerinin ve onların yerli yardımcılarının elinde idi. Bir Bosna ordusu 1388’de Osmanlı ordusunu Orta Sırbistan’da mağlup etti. Fakat 1389 yazında Avrupa’ya geçen 1. Murad, Sırp Kralı’nın ve Bosnalılar’ın ortak ordusunu Kosova’da yendi. Savaş sonunda 1. Murad’ın bir Sırp asilzadesi tarafından hançerlenerek öldürülmesi Osmanlı tarihinin seferlerdeki tek sultan kaybıdır.
Yerine geçen Yıldırım Bayezid babasının Anadolu politikasını izleyerek Osmanlı Devleti’ni bir İmparatorluk çekirdeğine dönüştürmüştür. 1. Murad’ın ölüm haberi üzerine ona boyun eğen Anadolu beyleri yeniden başkaldırmışlardı. Yıldırım Bayezid l39l’de Germiyan ve Hamidoğulları beyliklerine son vermiş, 1392’de Candaroğulları ülkesini ilhak etmiş, 1393’te Amasya’yı ve Kadı Burhaneddin Ahmed’in ölümünden sonra, onun egemenliğindeki Orta Anadolu kentlerini de ele geçirmişti. Yıldırım, 1398’de Karaman ülkesini işgal etti ve Kuzey Anadolu’daki Canik Beyleri’nin bölgesel egemenliğine son verdi. Yıldırım’ın Güneydoğu Anadolu’ya uzanması Dulkadir Beyliği’ni egemenliği altına alıp Memlük ülkesine komşu olmasıyla sonuçlanmıştı.
Yıldırım’ın Anadolu savaşları sürerken Eflak Prensi Mircea, Dobruca’yı ve Macar ordusu da yukarı Tuna’yı işgal etmişlerdi. Yıldırım tekrar Balkanlar’a döndüğü zaman Bulgaristan’ı ve Arnavutluk’u doğrudan Osmanlı idaresine katmıştı. Sırp çarı bağlılığını sürdürüyordu. Yeni bir haçlı seferinin yapılması için çaba sarf eden Bizans imparatoru ve ona ortaklık eden Mora’daki Palaeolog prenslerini durdurmak için Osmanlılar Tesalya’yı işgal ettiler. Akıncılar Mora’ya hücumlar düzenlediler. Yıldırım, Konstantinopolis’i kuşattı. Belgrad’ın kuzeyindeki Slankamen savaşı sonunda, Eflak yeniden bağlılığını kabul etti. Macarlar’ın, Venedikliler’in ve Bizanslılar’ın çabası ile büyük bir haçlı ordusu Niğbolu’yu kuşattı. 1396’daki savaşta Haçlılar büyük kayıplar vererek yenildiler. I. Bayezid “Yıldırım” lakabını bu süratli zaferler sonucunda kazanmıştır.
Osmanlı çağının ilk dönemini Ankara Savaşı’na kadarki ilk yüzyıl olarak düşünürsek, henüz güçlenememiş bir iktidar görürüz. 1. Murad tarafından yeniçeri örgütü kurulmuş, fakat bu örgüt Türkmenler’in, akıncıların, Gazi’lerin güçleriyle karşılaştırılacak bir düzeye gelmemiştir. Aşiret kökenli aristokrasi henüz bütün gücünü Osmanlı ailesine teslim etmemiştir. Ve toplumda Sünni otorite olan ulema henüz derlemedir. Tarikat ve dervişlerin, Ahiler’in toplum ve Osmanlı sülalesi üzerindeki etkisi, ulemadan çok daha fazladır. Devşirme askerlerin Sünni bir doktrinde değil, heterodoks karakterli Bektaşilik’te karar kılması halk dininin gücünün henüz birincil olduğunu gösteren en önemli kanıttır. İlk fetih dönemi, İmparatorluk’un ve Türk göçer toplumunun tarihteki en son genişleme ve romantik kahramanlık dönemidir. İmparatorluk o büyük transformasyon döneminde yatağına girmiştir.
Avrupa’daki ve Anadolu’daki başarıları Osmanlı Devleti’ni Batı İslam dünyasının Hıristiyanlık sınırındaki en büyük gücü haline getirmişti.
Ne var ki büyük fatihlerin vatanı olan Orta Asya kendini Cengiz İmparatorluğu’nun halefi olarak gören yeni bir hükümdar yaratmıştı: Timur, İlhanlılar’ın vaktiyle egemen oldukları Anadolu topraklarının kendine ait olduğunu savunarak Anadolu’ya geldi. 28 Temmuz 1402’de iki Türk hükümdarı ve iki Türk ordusu ya da iki Müslüman ordusu Ankara’da Çubuk Ovası’nda karşılaştılar.
Yıldırım yenilip esir oldu. Doğu’dan gelenlerin Batı’dakileri yenmeleri Selçuklular’dan bu yana birkaç yüzyıldır devam eden bir tarihi “pattern” olarak yinelendi. Osmanlılar’a yenilen Anadolu beyleri kendi bölgelerinde yeniden egemenlik kurdular.
|
Yıldırım’ın oğulları Süleyman Çelebi, Musa Çelebi ve Çelebi Mehmed arasında iktidar kavgası, daha sonra Şehzade Mustafa’nın katılmasıyla hemen hemen Çelebi Mehmed’in 1421’deki ölümüne kadar sürdü. Fakat 1416’dan sonra devlet, kardeşlerini ortadan kaldırmayı başaran Çelebi Mehmed döneminde tekrar gücünü kazanmaya başlamıştı.
Rumeli’de önce Süleyman Çelebi (1402-11), sonra Musa Çelebi (1411- 13) Edirne’yi başkent yaparak hüküm sürdüler. Musa Çelebi babası dönemindeki güce kavuşmaya başlarken Rumeli’ye geçen ve Sırp Kralı ile işbirliği yapan Çelebi Mehmed’e yenildi.
Çelebi Mehmed, Anadolu’da Amasya, Tokat, Sivas bölgelerini tekrar ele geçirdikten sonra Saruhan Beyliği’ni ortadan kaldırmış, iki kez Karaman seferi yapıp Germiyanoğulları’na beylik hakkını geri vermiş, Candaroğulları topraklarından bir kısmını ve Samsun’u ele geçirmiştir. Fakat toplumu hem içinden, hem dışından sarsan olaylar sürüyordu. Venedik donanması 1416’da Gelibolu’da Osmanlı donanmasını yakmıştı. Eflak prensi Mircea, Dobruca’yı tekrar ele geçirmişti. Musa Çelebi’nin kazaskeri olan Şeyh Bedreddin’in başkaldıran müridleri Batı Anadolu’da, Bulgaristan’da, Deliorman ve Dobruca’da devlete karşı savaşıyorlardı. Anadolu’da birçok aşiret Osmanlılar’a karşı ayaklanmışlardı.
Anadolu ve Rumeli’de denge tümüyle Osmanlılar tarafına dönmeden 1421’de ölen Çelebi Mehmed’in yerine oğlu II. Murad tahta çıktı. Bu sırada Bizanslılar’ın elinde rehin tutulan ve serbest bırakılan amcası Mustafa, Rumeli’deki Osmanlılar tarafından hükümdar tanındı. Fakat Bursa’daki ulema ve o sırada Sultan’ın hassa ordusu niteliğindeki yeniçeriler tarafından desteklenen II. Murad, akıncıların desteğini alan Mustafa’yı 1422’de yenerek gücünü pekiştirdi. Mustafa’yı tutan Bizans imparatorunu cezalandırmak için Konstantinopolis kuşatmasına başlayan II. Murad’ın bu uğraşından yararlanmak isteyen Anadolu beyleri yeniden başkaldırdılar. Böylece Rumeli’deki her kargaşayı Anadolu’da bir başka kargaşanın izlediği süreç yeniden başlamış oldu. II. Murad’ın kardeşi Şehzade Mustafa da Bursa’yı kuşattı. Konstantinopolis bir süre daha kurtulmuş oluyordu. II. Murad kardeşini ve Anadolu beylerini yenerek Batı Anadolu’nun büyük bir bölümünün birliğini sağladı. Doğu’da sadece Candaroğulları ve Karaman beylikleri bağımsızlıklarını sürdürüyorlardı.
Balkanlar'daki Osmanlı fetihlerinin
niye bu kadar kolay olduğunu açıklamak güç değildir. Osmanlı istilâsı, bir
yığın bağımsız kral, despot ve ufak beyin kendi yerel çekişmelerinin çözümü
için dış yardım aramakta tereddüt göstermediği, politik bir parçalanma
dönemine denk düşüyordu. Balkanlar’da hüküm süren bu çözülüş içinde yalnız
Osmanlılar tutarlı bir politika izliyorlardı.
Bunun uygulanabilmesi için gerekli
askerî güç ve merkezî yetki de yalnız onlarda vardı. Avrupa’nın ilk daimî ordusu
yeniçeriler, Osmanlılara büyük bir üstünlük sağlıyordu. Doğrudan doğruya kendi
buyruğu altında olan bu orduyu sultan, Edirne'nin alınışından sonra savaş tutsaklarından
kurmuştu. Ayrıca, her Balkan devletinde biri Macar ya da Latin
Hıristiyanlarıyla ittifaka, öbürü de OsmanlIlarla işbirliğine hazır iki hizip
vardı. Genellikle soylular, üst düzey din adamları, yazar çizer takımıyla
saraylılar Batı Hıristiyanlarının yardımından yana idiler. Rum Ortodoks nüfus
ise, İtalyan veya Macar hâkimiyetine ve Latin etkisine bağnazca karşıydı.
Onlara arka çıkan Osmanlılar ise Ortodoks Hıristiyan halkı haraçgüzar tebaa
olarak benimsediler. Osmanlılar Trakya'ya 1346 ile 1352 arasında
Kantakuzenos’un müttefiki olarak girmişlerdi; 1365- 1366'da, Bizanslılar,
Macarlar ve Eflâklılarca sıkıştırılan Bulgaristan kralına da Osmanlı
müttefikleri takviye göndermiştir.
Osmanlı İmparatorluğunun Klasik Çağı, Halil
İnalcık, Yapı Kredi Yayınları.
|
Fetret Devri ve sonrasında II. Murad’ın Anadolu savaşları sürerken Bizanslılar Selanik’i Venedikliler’e devretmişlerdi. Osmanlılar ancak 1430’da kenti geri alabildiler. Bu mücadeleler sonunda Osmanlı topraklarının sürekli Batı’ya uzanması giderek onları Macarlar’la doğrudan karşı karşıya getiriyordu. Osmanlı sultanları ne zaman Anadolu’da iseler Macarlar Doğu’ya doğru, Tuna vadisi boyunca Balkanlar’daki etki alanlarını geliştirme ye uğraşıyorlardı. Özellikle Belgrad’ı ellerinde tutarak Sırbistan’ın kontrolünü sağlamayı düşünüyorlardı. Venedikliler ise Adriyatik Denizi’ndeki özgün deniz yollarını kollamak için Arnavutluk ve Bizans Morası üzerindeki egemenliklerini sürdürmeye çalışıyorlardı.
Macarlar ve onların müttefikleri ile Osmanlılar arasındaki çatışmalar sürüp gitti. 1437’de II. Murad’ın ordusu Transilvanya’ya girdi. Daha sonra Sırbistan işgal edilerek 1439’da bir Osmanlı eyaleti olarak ilan edildi. Fakat bu gelişmeler 1441-42’de Yanoş Hunyadi liderliğindeki Macar ordusunun Bulgaristan sınırlarına dayanmasına engel olamadı. Aynı zamanlarda Anadolu’da Karamanlılar, Hamidoğulları illerini işgal ettiler. II. Murad Anadolu’ya dönmek zorunda kaldı ve 1444’te sultanlığı oğlu II. Mehmed’e bıraktı.
Yeni Sultan 12 yaşındaydı. Bir yandan Bizanslılar, öte yandan Papa, Osmanlılar’ı Balkanlar’dan atmak için yeni bir fırsat çıktığını düşünüyorlardı. Katolik Papa’nın çağrısına Macar ve Polonyalılar; Bizanslılar’ın çağrısına, egemenlik hakları ellerinden alın mış Balkan ülkeleri yanıt vermişlerdi. Arnavutluk’un ünlü kahramanı İskender Bey de (Yorgi Kastriyota) onlara katılmıştı. Bizanslılar, ellerinde rehin olan bir başka Osmanlı’yı, Şehzade Orhan’ı Dobruca’ya taht kavgası için gönderdiler. Bir Macar ve Ulah ordusu Bulgaristan’a doğru harekete geçti ve Venedik donanması Çanakkale Boğazı’nı kapadı. Bu hazırlıklar olurken Osmanlı ülkesinde Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, Fatih’in lalası Zağanos Paşa ve Rumeli Beylerbeyi Şehabeddin Paşa arasında anlaşmazlık çıkmıştı. II. Murad tekrar tahta geçmek zorunda kaldı. 1444 sonbaharında ünlü Varna Savaşı’nda Osmanlı ordusu savaşı kazandı. II. Murad yeniden iktidardan çekildi.
Devletin içindeki iktidar çekişmeleri kendisini 1446’da üçüncü kez tahta geçirdi. Mora, Arnavutluk ve Macar savaşları 1450’ye kadar sürdü. II. Murad 1451 kışının sonunda öldüğü zaman oğlu II. Mehmed, Yıldırım döneminden bu yana planlanan Konstantinopolis fethi için yaş, hırs ve deneyim olarak yeteri kadar hazırlanmıştı. Ankara Savaşı aralığı olmasa belki de çoktan sona erecek bir Bizans imparatorluğu, artık sadece adı bile kalsa, Osmanlı sultanları için hala en büyük ve birincil egemenlik engeli olarak duruyordu. İmparatorluk denizi içindeki bu adı ve şanı büyük, kendisi küçük adanın tarih sahnesinden silinmesi II. Mehmed için ilk hedef olmak zorundaydı.
Hocam bu çalışmalardan çok faydalandım, öncelikle bunun için teşekkür etmek istiyorum. Küçük bir eleştiri ile katkı sağlamak isterim. Cümleleri biraz fazla dolaylandırdığınızı ve anlama güçlüğü yarattığınızı düşünüyorum. Belki de bu sorun benim anlayışımdan kaynaklanan bir eksikliktir. Notlarınızda ki bilgilendirmeler süper ama akıcılıkla ilgili bir zorluk var.
YanıtlaSilTekrar çok teşekkür ediyorum. Sizin için sağlık ve başarı diliyorum.
Merhaba,
SilÖncelikle teşekkür ediyorum :)
Okuma Atlası girişte de vurgulandığı gibi, alıntı metinlerden oluşuyor.
Abartıdan ve hamasetten uzak olabildiğince nesnel olan metinleri tercih ediyorum.
Doğan Kuban hoca bir mimar, ancak dönemi oldukça özgün bir yorumla özetlemiş.
Uyarınızı dikkate alacağım.