II.Murad


II. Murad
'la (1421-1451) birlikte ufkumuz genişler: Elimize, aralarında ünlü bir Arnavutluk vergi sicili de bulunan arşiv dokümanları şeklinde çok daha fazla veri geçer ve bir tarihsel özbilinçliliğin ortaya çıktığını da görebiliriz. 

Il. Murad'ın saltanatının ilk yıllarında bir Selçuklu kroniği, metne Osmanlı hanedanının lehine unsurlar katan ve Osmanlıları geçmişin büyük Türki önderlerinin tevarüs sırası içinde gösteren Yazıcıoğlu Ali tarafından Osmanlıcaya çevrildi. Bu editörlük eserinin ötesinde 1421'de Anonim Tarihler'in daha sonraki düzeltilmiş nüshalarına temel alınan bir metin zuhur edip kendisinden sonraki birçok esere temel oluşturdu. Söz konusu metin bir dizi katmandan meydana gelir; bunlardan biri bol miktarda folklor öğesi içerir, bir diğeri daha sıradan Osmanlı taraftarlarının görüşlerini yansıtır, ama hepsi de Osmanlıların başarılarını hak edilmiş bir Tanrı armağanı olarak ele alır. İlaveten, bu sırada Osmanlı sarayı Osmanlıları şu ya da bu büyük geleneğin, özellikle Oğuz boyunun varisleri olarak göstermek niyetiyle şeceresinin çeşitli versiyonlarıyla oynamaya başladı. 16. yüzyılda üstünlüğünü koruyan büyük emperyal kroniklere henüz sahip değiliz, ama Osmanlı'nın büyüklüğünün açıklanma ve doğrulanmasına yönelik bir dizi metin görüyoruz. 

Mehmed, oğlu Murad'ın kendisinin yerine geçmesini ayarlamıştı, ama Murad sınanmamıştı ve Şeyh Bedreddin'in isyanı sırasında yüze çıkan hoşnutsuzluğun hala kalıntıları vardı. Dahası, ailelerinin geçmişte keyfini çıkardığı daha fazla bağımsızlık arzusuna ket vurabilecek bir merkezileştirici hükümet uç beylerinin hepsini memnun etmiyordu. Uç beylerinin piri Evrenos'un ancak 1417'de öldüğü rivayet edilir ve çapulcu geçmişiyle ilgili anıları pekala birçoklarına ilham vermiş olabilir. Bu durumda Bizans imparatoru Il. Manuel iki tehlikeli karaktere, Bayezid'in oğlu olduğunu ileri süren Mustafa ve daha önce Aydın merkezli bir Batı Anadolu emirliğinin beyi olarak gördüğümüz Cüneyd'e arka çıktı. Mustafa başlangıçta Balkanlar'da bazı uç beylerinin desteğini kazanarak bir hayli başarılı oldu. Gelgelelim Anadolu'ya geçtiğinde Murad'ın kuvvetleri tarafından kurnazlıkla alt edildi. Uç beyleri önceki bağlılıklarını anımsadı ve tahtta hak iddia eden kişi kaçtı. Mustafa'nın yakalanıp 1422'de öldürüldüğü söylenir. Cüneyd ise o denli tehlikeli çıkmadı. 

Osmanlı ricalinin I. Mehmed’in vefatının ardından Bizans elçilerine Osmanlı şehzadelerinin rehin bırakılmayacağını bildirmeleri üzerine, Limni Adası’nda bulunan Mustafa Gelibolu'ya çıkarak taht mücadelesine başladı. II. Murad yandaşları, henüz Çelebi Mehmed’in ölüm döşeğinde vasiyetini hazırlamaya başladığı tarihlerde bile, Mustafa’nın öldüğü, İstanbul’da var olduğu iddia edilen Osmanlı şehzadesinin “düzmece” bir fırsatçı olduğu şayiasını yaymışlardı. Bununla birlikte Düzmece Mustafa’nın Osmanlı topraklarına gelişi, en az korkulduğu kadar etkili oldu. Anadolu beylikleri, Murad’ın hâkimiyetini tanımayı reddettiler. II. Murad’ın amcası Mustafa, gittiği yerlerde Yıldırım Bayezid’in oğlu namıyla meşru sultan kabul ediliyor; ziyaret ettiği mahallerin ahalisi tarafından Osmanlı padişahı olarak karşılanıyordu. II. Murad’ın Hamid-ili’nde yöneticilik yapan küçük kardeşi (Küçük Mustafa), amcasının taht iddiasını destekliyordu. Bayezid Paşa komutasında Rumeli’ye yollanan Osmanlı ordusu, Düzmece Mustafa’ya karşı savaşmayı reddedip saf değiştirdi. II. Murad ile amcası arasındaki taht kavgası, Bizans sarayının Düzmece Mustafa’ya yardım etmeyi kesmesi üzerine seyir değiştirdi. Düzmece Mustafa’nın, imparatora vermiş olduğu taahhüdü yerine getirmekten vazgeçip Gelibolu’yu Bizanslılara teslim etmeyi reddetmesi iki taraf arasındaki dayanışmayı sonlandırmıştı. Bu esnada II. Murad, Cenevizlilerle ittifak kurarak durumunu güçlendirdi. Edirne ve Gelibolu’yu alan Düzmece Mustafa, 1422 başlarında Anadolu’ya geçerek yeğenine meydan okudu.

II. Murad’ın yanındaki devlet adamları, usta bir siyasetle Mustafa’nın ordusunu içten böldüler. Uç beylerinin açıkça Murad’ın tarafına geçmeleri, Mustafa’ya kaçmaktan başka çare bırakmadı. Ceneviz gemileriyle Rumeli’ye geçen II. Murad, Edirne’yi alarak taht mücadelesini bitirdi. Aynı yıl Anadolu'ya dönen Osmanlı sultanı, isyana katılan kardeşi diğer Mustafa'yı (Küçük) da yakalayıp idam ettirirken Anadolu beylikleriyle yeniden iyi ilişkiler kurmak için adımlar attı. Osmanlı Tarihi I, A.Ö.F

1420'lerin ortasına gelindiğinde Murad'ı Anadolu'da tehdit eden tek beylik, iyi savunulması mümkün olan, ama fetihten ziyade akın vasıtalarına sahip Karaman'dı. Karaman beyi, Osmanlılar Balkanlar'da meşgul olduğu sırada durumdan yararlanmıştı, ama sonunda ne beylik sürekli olarak genişleyebildi, ne de Osmanlılar bir kırk yıl daha düzlükteki kasabayı [Konya] işgal edip elinde tutabildi. Osmanlı kuvvetleri güneyde Toroslar' dan gelen göçer saldırılarına ve bey lerinin rüyalarına 1501 'den önce son vermeyi beceremedi. Nihayet başka bir Mustafa, bu defa Murad'ın küçük biraderi Karaman beyini Anadolu'dan atmayı denedi. Mustafa'nın arkasındaki desteği tam olarak ne zaman kaybettiği açık değil. Ne var ki bu desteğin gelip geçici olduğu görüldü, Mustafa ele geçirilip öldürüldü. 

Artık Bizans önderliğinin Osmanlıları engellemek için yapabileceği pek bir şey yoktu ve aslında Konstantinopolis büyük ölçüde Osmanlı'nın müsamahası sayesinde Bizanslıların elinde kalıyordu. İmparatorluğun cephaneliğinde kalan silahlar diplomasi ve daha az önemli olsa da haraçtı. Kısa vadede Murad, nihayet 1430'da Osmanlı kuşatmasıyla düşen Thessalonike(Selanik) 'yle yetindi; kent önceki yıllarda Venedik'in elindeydi. Thessalonike'de başlatılan değişim, bir bakıma Konstantinopolis'in bir nesil sonra II. Mehmed tarafından buyrulan yeniden kuruluşunun habercisiydi. Söz konusu yeniden yapılanma, mevcut ticari düzenlemelerin muhafazası hesaba katılarak hatırı sayılır bir dikkatle yürütüldü. Deniz üstünde ise Venedik tam anlamıyla direnç gösteriyor, sahip olduğu insan gücünü kat kat aşan bir tehdit haline geliyordu. 

Venedik-Osmanlı ilişkilerinin hikayesi birinin gücü karaya, diğerininki denize dayalı iki imparatorluk arasındaki farkların dikkat çekici bir görünümünü sunar. Venedikliler stratejik ve ekonomik bakımdan vaatkâr limanlara, ilaveten malları kârlı bir şekilde deniz yoluyla nakletme ve satma fırsatına ihtiyaç duyuyordu, Diğer yanda Osmanlı, Cenevizlerle olduğu gibi böyle bir gücün varlığından yararlanabilirdi, ama bu Adriyatik gücüyle üzerinde mutabık kalınmış uygun düzenlemeleri yapmayı bir türlü beceremedi. 

Osmanlılar, Selânik'i fethettiği sırada Venedik Amirali S. Morosini, Epir sahillerinde oyalanıyordu. Şehrin düştüğü haberini alınca senato Arnavutluk’taki toprakları için de korkmaya başladı. Morosini'ye verilen tâlimatta barış görüşmeleriyle beraber Gelibolu’ya saldırabileceği bildiriliyordu. Şâhruh'un Azerbaycan’da bulunduğu haberi gelince (1430 baharına kadar Karabağ’da kalmıştır) Venedik, Selânik’i geri alma ümidine kapılarak oraya taarruz emri gönderdi. Morosini, Gelibolu’ya gelip Emîr- Süleyman-Burgazı denilen hisarı kuşattı ve Osmanlılar'a önemli kayıplar verdirdi (1430 yazı). Venedik donanması Boğazlar’da Osmanlılar'ın her türlü askerî ve ticarî gidiş gelişini durdurdu. Bunun üzerine Hamza Bey, Lapseki'de ilk barış kararlarını imzaladı (Temmuz 1430, tasdik tarihi 4 Eylül 1430): Selânik ve civarındaki Osmanlı hâkimiyeti tanınıyor, buna karşı Arnavutluk'taki şehirlerle İnebahtı'da (Lepanto) Venedik hâkimiyeti yıllık 236 duka haraç karşılığında kabul ediliyor ve Boğazlar’da Türk gemileri için serbet gidiş geliş taahhüt ediliyordu

Halil İnalcık, Kuruluş Dönemi Osmanlı Sultanları

Osmanlılar Balkanlar'da, içlerinde en güçlüsü Macar Krallığı olan bir dizi kara gücüyle karşı karşıyaydı. Murad'ın iktidara gelmesinden yıllar önce Sırp soyluları nispeten güvenilir müttefiklerdi, ama onun ölümünden sonra bütün kuzeybatı sınırı tekrar gündeme geldi. Arnavutluk'un dağlık arazilerini denetlemenin zor olduğu da ortaya çıktı. Bununla birlikte bir Arnavutluk kadastrosunun varlığı Osmanlıların topraklara ve oralardaki kaynaklarla ilgili bilgilere sımsıkı hakim olmaya başladığını gösteriyordu. 

Osmanlılar, Arnavutluk'un güney ve merkez kısımlarında kendi idarelerini kurmuşlar, kuzeyde ve dağlık bölgelerde kabilelere dayanan Arnavut beylerini haracgüzâr tâbiler olarak bırakmışlardı. Bunların içinde en kuvvetli kişi, Akçahisar (Kroya) kuzeyinde Yuvan-ili'nde hâkim bulunan İvan (Yuvan) Kastriota idi. Diğer Arnavut beyleri gibi o da yıllık tahsisat vaadi alınca, Venedik tarafına dönmekten ve onlara hizmet etmekten çekinmedi. I428’de Venedik himayesine girmişti; Osmanlı sarayında rehine olarak yetişmiş oğlu İskender Bey, bir Osmanlı beyi sıfatıyla Venedik arazisine saldırırsa bundan kendini sorumlu tutmamalarını rica ediyordu.

Selânik’ten sonra Yuvanili'ne gelen Osmanlı kuvvetleri ona tekrar boyun eğdirdiler. Aynı zamanda Rumili Beylerbeyi Sinan, Epir’de Toccolar arasında çıkan anlaşmazlıktan faydalanarak Yanya ve havalisini ilhak etti. Carlo Tocco, despotluğun kalan kısmında (merkezi Arta) Osmanlılar’a yıllık haraç ödemeyi kabul etti (1430). Osmanlılar bu önemli fütuhattan hemen sonra bölgede 1431-32'de yeni bir tahrir yaptılar. Arnavutluk’ta köylerin timar olarak taksimi esnasında mukavemetler görüldü. Âsilere karşı hareket eden Evrenosoğlu Ali Bey bir boğazda pusuya düşürülerek ağır kayıplara uğratıldı. Osmanlılar bu isyanı Venediklilerin tahrik ettiğini tahmin edip ihtarda bulundular. Bizzat II. Murad, Serez'e gidip harekât sahasına yakın bulunmak istedi (1432-33 kışı). İsyan bastırıldı. Venedik Senatosu, âsilere yardım edilmemesi için Arnavutluk'taki makamlara emir göndermişti. O zaman dağlara sığınan Arnavut âsi senyörleri Macar kralı ile ilişkiye girdiler. Kral, Balkanlar’da Osmanlılar'a karşı yeni bir müttefik bulduğuna inanarak onları teşvik etti. Hatta 1435’te yanında bulunan Osmanlı saltanat iddiacısı Kosova’da idam edilen şehzade Yakub'un oğlu Dâvud Çelebi'yi gizlice Arnavutluk'a soktu. Bu suretle Osmanlılar'ı yarım yüzyıl uğraştıran Arnavut meselesi ortaya çıkmış oldu.

Halil İnalcık, Kuruluş Dönemi Osmanlı Sultanları

Ferrara-Floransa Konsili 1439'da Rum ve Latin kiliselerinin birleşmesiyle son buldu ya da en azından öyle görünüyordu, çünkü Rum Ortodoks Hıristiyanların çoğunluğu imparatorlarının müzakere etmiş olduğu anlaşmayı tanımıyordu. Konsilin Osmanlı tarihi açısından en önemli sonucu, Avrupa'da Türklere karşı Haçlı seferine yeniden ilgi uyanmasıydı. II. Murad'ın oğlu II. Mehmed lehine tahttan feragat etme kararı Avrupalıların iştahını kabartan garip ve beklenmedik bir olay olarak gündeme geldi. 

O zamana kadar Osmanlı hanedanın tarihinde makul bir süreklilik kaydedilmişti ve belki II. Murad ile II. Mehmed arasında gördüğümüz değişiklikler büyük bir dönüşümden ziyade nesiller arasındaki doğal bir farklılığı yansıtır. Yine de bazı şeyleri akılda tutmamız gerekir. Orhan'dan bu yana girişimin birçok kıdemli hizmetkarı ailelerinin nüfuz ve gücünün arttığını görmüştü. II. Murad'ın veziri, I. Murad'ın vezirinin ailesinden geliyordu. Uç beyleri 1350'lerin sonlarından beri Osmanlı'nın genişlemesine önemli bir destek vermişti. Öte yandan, devşirme usulü belki artık iki nesilden bu yana yürürlükteydi ve yeniçeri ocağının yararlılığı adamakıllı kanıtlanmıştı. Acemioğlanlığın bir dizi mezunu daha yüksek iktidar kademelerine çıkmak için bastırıyor ve II. Mehmed onların geleceğini temsil ediyordu. Ne yazık ki hepsi de başlangıçta kendine fazla güveniyordu. 


Esas olarak
Macaristan ve Transilvanya [Erdel] kuvvetlerinin birleşiminden oluşan Haçlı ordusu ilerleyince Murad yeniden tahta çağrıldı. Muharebe 1444'ün sonunda Varna'da -Haçlı kuvvetlerinin tümü hazır bulunmadığından vaktinden önce- başladı ve Osmanlılar çatışmadan zaferle çıktı. Keza benzer kompozisyona sahip daha küçük bir orduyu da 1448'de Kosova'da alt ettiler. Murad bir kere daha ama yalnızca kısa bir süre geri çekildi, çünkü gümüş akçenin ayarının düşürülmesinin planlanması, muhtemel kayıplarından endişelenen yeniçerilerle Mehmed'in arasını açmıştı. Bu, Mehmed'in saltanatı sırasında da kaygı konusu haline gelecek olan politikaların bir işaretiydi. 1451'de II. Murad'ın ölmesiyle Osmanlı'nın "eski" diye anabileceğimiz girişim evresi son buluyor ve Osmanlı İmparatorluğu olarak bildiğimiz olgu doğmaya hazır bir şekilde bekliyordu. 

1444'teki Varna Muharebesi birçok bakımdan, savaşın kargaşası ve baltaların çatışması içinde geçen bir ortaçağ muharebesiydi. Osmanlı sahra muharebesi henüz barut çağına girmemişti; 1514'teki Çaldıran'a gelindiğinde barutlu silahlar tayin edici bir rol oynuyordu. Murad kesinlikle Güneydoğu Avrupa'nın ve Anadolu'nun en güçlü önderiydi, ama kimi bakımlardan adetler, diplomasi ve içlerinden bazılarının sultanı hala eşitler arasında birinci olarak gören adamlar tarafından kısıtlanıyordu. Osmanlı yönetimi olgunlaşmış olmakla birlikte, hukukun tam anlamıyla merkezileşmesi ve aktif bir para politikası hala gerçekleşmemişti. Osmanlı tarih yazımını oluşturma yolunda adımlar atılmıştı, ama tam teleolojik gelişme aşamasına henüz ulaşılması gerekiyordu. Bütün bunlar meydana gelmek üzereydi.

II. Murad devrinde uc beyleri, devlet içinde önemli bir rol oynayacak kudret ve nüfuza sahiptiler. Başlangıçta Mihaloğlu Mehmed Bey, onun ölümünden (1422) sonra Paşa Yiğitoğlu Turahan Bey uc kuvvetlerinin başı oldular. Turahan Bey, Tırhala ve Yenişehir merkez olarak Yunanistan ve Mora'ya yapılan akınları idare ederdi. 

İkinci uc bölgesi, başlangıçta Selânik'e karşı Serez ve Arnavutluk’ta Ergiri'ydi. Bu bölge Evrenosoğullan’ndan Ali, îsâ ve Barak’a aitti. Ali ve îsâ beyler sırayla Amavut-ili uc beyi oldular. 

Üçüncü uc bölgesi Üsküp'tü. Burada Paşa Yiğit Bey'den sonra evlâtlığı İshak Bey, onun ölümünün ardından oğlu îsâ ve Mustafa beyler hâkimdi. Bunların faaliyet alanı Sırbistan ve Bosna’ydı. İshak Bey, akınlarını Hırvatistan’a ve Dalmaçya'ya kadar genişletti. 

Dördüncü bölgenin merkezi Vidin olup buradan Sırbistan, Macaristan ve Eflak’a karşı seferler yapılırdı. Niğbolu’da Fîruz Bey in oğlu Mehmed Bey ve Silistre’de Gümülüoğulları faaliyetteydi. Bu uc sancakları, eski Osmanlı geleneğini devam ettiren irsî ve yarı feodal bir yapıya sahipti. Uc beyleri padişaha ve merkezî kuvveti temsil eden beylerbeyine karşı gelmekten, saltanat iddiacılarını desteklemekten çekinmezdi. İzlâdi savaşında Kasım Paşa’ya gerektiği şekilde yardım etmedikleri İçin padişahın emriyle Turahan Bey yakalanıp Tokat’a hapse gönderilmiş, fakat Varna muharebesinden sonra mevkiine iade edilmişti. Murad uc beylerine hiçbir zaman güvenmedi. Bu dönemde Hristiyan kuvvetlerin gittikçe daha fazla ateşli silâhlar kullanması ve Yanko gibi güçlü bir düşmanın ortaya çıkması üzerine uc beyleri zaaflarını anlamışlar ve merkeze daha sıkı bağlanmak gereğini duymuşlardır. II. Murad’dan sonra onların 1420 yıllarındaki kudret ve nüfuzu tarihe karışmıştır.

Halil İnalcık, Kuruluş Dönemi Osmanlı Sultanları



Yukarıda satır arasında Arnavutluk  "kadastro" sunun varlığından söz ediliyor. Bilindiği gibi devletin gelirlerini belirlemek için tapu sayımları yapılıyordu. Yeri gelmişken bu konudaki detayı aşağıya alıntılıyorum. B.Berksan

Osmanlılar, öncelikle tımar kesimini teşkilatlandırmak için yaptıkları ve tapu tahrirleri de denen bu sayımları gelir kaynaklarındaki değişiklikleri izleyebilmek için genellikle otuz yılda bir tekrarlarlardı. Bu türde 16. yüzyıla ait üç sayım serisi vardır. 17. yüzyılın sonlarından itibaren bütün ülkenin sayılmasına gerek görülmeyerek ancak yeni fethedilen veya elden çıktıktan sonra geri alınan bölgelerin sayımı yapılmıştır. Bu sayımlar, ahkam ve şikayet defterleri gibi, bugün özellikle köy toprak ihtilaflarının çözümünde işe yaramaktadır.

Tapu sayımları genellikle iki safhalıydı. İlkinde faal nüfus, mâlî imkânlar ve bundan devlete düşen pay belirleniyordu. Bugünkü sanayi sayımlarına benzeyen bu safha uzun zaman alabiliyordu. İkinci safhada devletin payına düşen gelirin hazine ile tımar kesimi arasında bölüştürülmesi yapılırdı. İlk safhada hazırlanan deftere mufassal (ayrıntılı defter), İkincisine icmal (özet) denirdi.

İlk safhada şehirler, mahalleler itibariyle sayılır. Tarımla uğraşmayan şehir nüfusu vasıtasız vergi ödemez, sadece avânz ve (müslüman olmayanlar) cizye öderlerdi. Sayım defterleri bu tür vergiler için de dayanak olmakla birlikte bunların miktarını vermezdi Şehirli nüfus hazine hassı kavramına dâhil olan mukâtaa sistemi dolayısıyla vasıtalı vergiler ödemekte idiler. Böylece mufassal defterler şehir nüfusuyla birlikte onların ödemek durumunda oldukları toplam vasıtalı vergileri de göstermektedirler.

Köylerde ise genellikle tımar sistemi içinde, faal nüfus ve bunların kazanç durumları, başlıca ürünler ve bunların yıllık ortalamaları ile bunlardan devletin payına düşen oranlar hem aynî hem de nakdî olarak belirtilirdi.

Kural olarak padişah değişikliklerinde umûmî bir sayım yapılması gerekiyordu.
Kuraklık veya su baskını gibi tabiî afetlere uğramış sancak veya vilayetlerde reayanın durumunu tesbıt amacıyla kısmi sayımlar yapılmaktaydı. Yine iç güvensizlik, savaş veya göç dolayısıyla faal nüfus azalışına uğrayan yerlerle reayanın yeni yerleştiği yerler de sayımlara tâbi tutuluyordu.

Yeni fethedilen bir bölge öncelikle sayımdan geçiyor, faal nüfus ve toprak sayılıyor, vergi gelirlerinin ne kadar olacağı belirtiliyordu. Böylece bölge hazine hassı ya da tımar olarak sancak veya vilayet haline getiriliyordu.

Sayımı yürütenler bu iş için yetiştirilmiş, defter emini, vilayet muharriri, il yazmanı, il yazıcısı gibi isimler taşıyan uzman kişilerdi. Sayımlar, belli bir andaki nüfus vs. durumunu yakalamak amacında olmadığından yedi sene kadar sürebilirdi. Daha sonraki sayımlarda ise sadece değişikliklerin kaydedilmesiyle yetinilirdi. Bunlar dışında maktu olarak alınan resim, ceza ve tazminatlar da bir kalemde gösterilirdi.
Osmanlı İktisat Tarihi, Anadolu Üniversitesi  A.Ö.F.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder