Mayıs Olayları’nın habercisi olan ilk karışıklıklar 1963’in başında Paris’te Nanterre Üniversitesi’nde meydana geldi. Paris’in batı banliyösünde çok büyük bir gecekondu mahallesinin ortasında kurulmuş olan bu kampüs l963’te Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’nde ortaya çıkan sıkışıklığı gidermek için açılmıştı; Nanterre’de ki bu üniversite siyasi kaynaşmaya ve aşırı sol hareketlerin gelişmesine uygun bir yer olarak kendini gösterdi; bu aşırı sol hareket kapitalist toplumun çarklarından biri olarak değerlendirilen üniversite kurumuna karşı ayaklanmayı önerdi: Daniel Cohn Bendit 22 Mart Hareketi’ni başlattı. Nanterre’deki olayların birbirini izlemesi üzerine 2 mayısta üniversite kapatıldı. Bundan sonra karışıklık Paris’in merkezine sıçradı; basit bir olaylar dizisi olan bu durum bir ulusal bunalıma dönüştü.
3 mayısta Sorbonne’un avlusunda öğrenciler tarafından düzenlenen protesto mitingini dağıtmak için polis kaba kuvvet kullanınca bütün denge alt üst oldu. Bastırma hareketi (500 tutuklama) öğrenciler arasındaki “çılgın” militan azınlıkla dayanışmaya yol açtı. Mayıs bunalımı Paris’in ortasındaki merkez üniversitenin yanı başında Quartier Latin’in sokaklarında başladı. Barikatlar, kaldırım taşları, molotof kokteylleri, polis kuvvetlerinin karşı saldırıları, coplar ve gözyaşartıcı bombalar: çatışmalar günden güne büyüyordu ve çevredeki radyoların dinleyicileri tarafından doğrudan izleniyordu. UNEF (Jacques Sauvageot’nun başkanı bulunduğu üniversite öğrencileri sendikası) tarafından yönlendirilen hareket liselere kadar yayıldı. Liselerde eylem komiteleri oluşturuldu.
13 mayısta sendikalar polisin zor kullanmasını protesto etmek için öğrencilerle birlikte gösteri yaptılar. Bunalım artık yeni bir boyut kazanmıştı, ertesi gün, kendiliğinden ve hiç beklenmedik bir biçimde grev dalgası patlak verdi: öğrenci ayaklanmasının ardından gerçek bir sosyal bunalım geldi.
Öğrenciler sonu gelmez “genel kurul”larını toplar ve dünyayı ateşli tartışmalarla yeniden kurarken, düzenli grevlerden ve sonuç getirmeyen görüşmelerden bıkkınlık getirmiş olan işçiler patronların uzlaşmaz tavrına daha sert bir biçimde karşı çıkmayı kararlaştırdılar. 24 mayıs akşamı, Nantes banliyösündeki Sud Aviation işçileri fabrikalarını işgal ettiler ve fabrikanın müdürünü rehin aldılan 15 - 16 maysıta grev Renault’un Cléon ve Sandouville’deki (Seine-Maritime) ve Flins’deki ve Boulogne-Billancourt’daki fabrikalarına yayıldı. 22 mayısa kadar hareket giderek genişledi. Ülke 7 milyon grevciyle felç oldu.
Nihayet olayın ciddiyetini kavramış olan iktidar bu duruma tepki gösterdi. Ama, General de Gaulle tarafından yapılan referandum ilanı hiçbir sonuç getirmedi. 24 mayısta Başbakan Georges Pompidou görüşme isteğinde bulundu. Hükümet, işveren ve sendikalar arasındaki görüşme 27 mayısta önemli tavizlerle sonuçlandı. Asgari ücret yüzde 35, diğer tüm ücretler yüzde 10 artırıldı, haftalık iş saatleri süresinin indirimi sözü verildi. Ama Grenelle uzlaşması işçi tabanını tatmin etmedi: uzlaşma geleneksel olarak GGT (İşçi Sendikaları Konfederasyonu) tarafından savunulan klasik ücret artırımı taleplerini ön plana çıkarıyordu, buna karşın grevciler daha ziyade iş ilişkilerini değiştirmek ve işletmedeki iktidarın yapısında söz sahibi olmak istiyorlardı. CFDT (Demokratik işçi Sendikaları Konfederasyonu), patronlar karşısında ücret artırımı talepleri diğerleri kadar ortaya koyamadı. Patronlar, maddi tavizleri daha az tehlikeli buluyorlardı.
Grenelle uzlaşmasına rağmen grev devam etti. İşler çıkmaza girdi. İktidar ne yapacağını bilemez bir durumdaydı.
Ne Mayıs Hareketi, ne de sol partiler inandırıcı bir çözüm önerebildi. Bir tarafta UNEF’e (Üniversite Öğrencileri Sendikası) bağlı öğrenciler PSU (Birleşik Sosyalist Parti) ve GFDT ile Gharlety stadyumunda 27 mayısta bir miting düzenlediler. Mitinge 30 bin kişi katıldı. Bununla birlikte bunalıma devrimci bir çözüm sağlanamadı. Üstüne üstlük sol kesimlerin arkası kesilmeyen talepleri ve özellikle kendi kontrolünde olmayan bir hareket karşısında son derece kuşkulu olan Fransız Komünist Partisi’nin açıkça ortaya koyduğu muhalefetiyle karşı karşıya kalındı. Geleneksel sol partiler, yalnızca klasik çözümler öne sürdüler: geçici bir hükümet, yasama meclisi ve başkanlık seçimlerini öne almak gibi. François Mitterrand’ın Sosyalist Partisi ile Waldeck Rochet’in Komünist Partisi arasındaki rekabet anlaşmalarını engelledi.
Boş laf ve iktidarsızlık 28 mayısta solun patenti oldu. Mitterrand cumhurbaşkanlığı için adaylığını ilan ederken öğrenciler ve grevciler «toparlanma» çığlıkları atıyorlardı. Kamuoyunun kaygılarından yararlanacak bir karşı güç için meydan boştu.
Karşı saldırı görkemli bir dram görüntüsüne büründü: 29 mayısta General de Gaulle ortalıkta yoktu, kaybolmuştu. Anormal bir şaşkınlık vardı. Ve 30 mayısta sürpriz dönüş gerçekleşti. Aşırı dramatize edilen bu dönüşle General de Gaulle meclisin feshini ve seçimleri ilan etti. Sonunda ülke ele geçirilmişti, büyük bir rahatlama oldu. De Gaulle bir gün önce gerçek bir yılgınlık mı yaşamıştı? Baden-Baden’e gidip General Massu ile görüşerek ordunun müdahalesini mi düşünmüştü? Bunun ince bir siyasi manevra olduğu da düşünülebilir: önceden planlanmış psikolojik bir şok yaratmayı amaçlayan bir «kaybolma».
Ne olursa olsun 30 mayıs bir dönüm noktasıdır. Seçimlerin gündeme gelmesiyle bunalım yeniden siyasetin geleneksel yollarına döndü. De Gaullecüler tarafından Champs -Elysées’de düzenlenen büyük gösteri kesin bir alternatifi olmayan yorgun ve endişeli bir kamu oyunun dönüşünü ilan etti.
Sol hazırlıksız yakalanmıştı: eğer aşırı solcular bu «aptal tuzağı seçimler»i istemeselerdi geleneksel partiler onların isteklerini reddedemeyeceklerdi; ama seçimi istemekle inisiyatifi kaybettiler. Yeniden işbaşı yapılması yavaş gerçekleşti. Haziran’ın ortasında Flina’de ve Sochaux’da hala çatışmalar devam ediyordu. Çok sayıda grevci kendini aldatılmış hissediyordu, ama birbirlerinden kopuktuları 23 ve 30 haziran seçimleri sağ hükümete ezici bir çoğunluk sağladı. De Gaullecüler yapay bir komünist »komplo»su ve kargaşa korkusunu yaydılar. Hareket sona erdi. Haziran Mayısı toprağa gömdü.
Mayıs Olayları’ndan geride kalan şey küçük sol grupların (Troçkistler, Maocular ve diğer fraksiyonlar) öfkeli imajı, parlak devrimci sözleri ve boş laflarıyla taşkınlıkları oldu. Ama eylemlerden yana olmak her şeyi açıklamıyordu. Çok daha önemli olan üzerinde filizlendiği şu çürük topraktı: patlamanın eşiğindeki bir eğitim sisteminin derin bunalımı.
Genel olarak, gençlik, hâlâ geleneksel değerlerle biçimlenen ve gençliğin özlemlerine kapalı bir toplumda kendi yerini bulmakta güçlük çekiyordu. Entelektüel gençlik içinde bu tedirginlik UNEF tarafından dile getirildi. UNEF Cezayir Savaşı’na karşı oluşturulan, siyasallaşma denemesi olarak kalan, Sosyalist Parti’ye yakın, aynı zamanda da öğrenci örgütlerinin genel bunalımıyla biçimlenen öğrenci sendikasıydı: 1965’te Hıristiyan Öğrenci Gençliği (JEC) Katolik Kilise makamlarıyla çatışmaya girdi.
Bu özel talepler daha geniş bir toplumsal hareketin fitilini ateşleyebilmişse bunun nedeni bu taleplerin toplumsal gerilimin yankılanması olarak ortaya çıkmasıdır. 1 964’te Maliye Bakanı Valdıy Giscard d’Estaing tarafından uygulanan «stabilizasyon planı» genel bir duraklama yarattı. 1964-1966 yıllarının durgunluğu gelişmeye ve alım güçlerinin yükselmesine alışmış işçileri hoşnutsuzluğa düşürdü. 1967 yılı 300 000 işsizle hiç de parlak bir yıl değildi. Mayıs 1968 böylece iki temel merkezi sendika olan CGT ve CFDT arasında 10 ocak 1966’da imzalanan eylem birliği antlaşmasıyla desteklenen ve gittikçe gelişen işçi mücadelesi içinde yer aldı.
1968 grevleri ücret artınını taleplerinin önemi açısından önceki grevlerden ayrılıyordu. İşçiler, patronların küçümseyici ve otoriter tutumlarından kurtulmak istiyorlardı, «Işte daha fazla saygı» istiyorlardı. Yerleşik hiyerarşilerin ve otorite prensibinin bu özgün ve yepyeni reddi, özellikle, bilgili, kendilerinden öncekilerine göre daha yüksek eğitimli olan ama tam anlamıyla düzene entegre olmamış, «Mayıs ruhu» içine kolaylıkla giren genç kalifiye işçiler tarafından formüle edildi: bu genç işçiler, saygınlıktan, eşitlikten, özyönetimden söz ediyorlardı ve grevlerde inisiyatif sahibiydiler. İkinci özgünlük ise bu harekete memurların da katılmalarıydı. İşyerlerindeki mühendisler, memurlar, teknisyenler giderek artan bir sayıda tüm yetkileri en iyi biçimde kullanan modern katılımcı yönetimi savunarak eski otoriter emir-komuta üslubunu yeniden eleştiri konusu yaptılar.
Mayıs olaylarından geriye, «Hiçbir şeye aldırmadan keyfinize bakın», «Yasak yasaktır» şeklindeki cüretkar sloganlar hareketin oyunu andıran atmosferi; konuşmanın ve seksin özgür kılınması; ütopyanın ve düşün filizlenmesi kaldı. Bu hazcı ve bireyci tutum, aynı zamanda Leninci ilkelerden esinlenmiş söylevlerle ve Enternasyonal Marşı eşliğinde yapılan geçit törenleriyle çelişki yaratıyordu: Mayıs Olayları’nın ilgi çekici, tuhaf anlam belirsizliğiydi bu.
Raymond Aron bu olayda bir ateşli hastalık nöbetini, bir psikodramı, uzun zamandır bilinçaltına itilmiş içtepilerin dışavurumunu görmek istedi. Görkemli ve anonim üniversitelerde, hayal kırıklığına uğramış bir kalabalık oluşturan öğrenciler ilkel Marksizmin yaldızlı parlaklığını taklit ederek “devrimi oynadılar”. Eskimiş bir kitle psikolojisi anlayışla yapılan bu açıklama çocuksu ve tehlikeli olarak değerlendirilen bir harekete karşı açık bir düşmanlık gösterisiydi. Nihayet grevler, ücretlerin dondurulması ve işsizliğin artışından ileri geliyordu.
Esasen Mayıs Olayları yeni tip bir kültürel ve sosyal hareketti. Bir yandan tüketim toplumunu ve insanların mutluluğundan çok finansal verimliliği düşünen üretim ideolojisini reddetti; eşyalarla sağlanan yabancılaşmayı ve sürekli olarak yeni ihtiyaçların yaratılması çabalarını tepkiyle karşıladı. Ote yandan geçmiş ten miras kalan disiplinlerin ve hiyerarşilerin katılığına karşı bireyin gelişmesi ve mutluluk hakkını yüceltti. Böylece ailede, okulda, işyerlerinde, devlette, kiliselerde, bütün örgütlerde ve sosyal yapılarda hakim olan otoriter model, bürokratik emir-ko muta üslubu yeniden tartışma konusu oldu. Bireyselliğe, her insanın öznelliğine verilen öncelikte Mayıs 1968’in bütün bakış açılanna bağlı ortak bir öğe bulunuyordu. Bu nedenle eski talepleri ileri süren yapılar, bu yeni hareketle uyum içinde değildiler.
1968 öncesi sosyal bilim teorilerinin tümünün Marksizmin egemenliğinde geliştiği söylenebilir. Bugünün paradigmasının oluşumunda temel bir rol oynamış olan iki unsur şunlardır: 1960’lı ve 70’li yılarda yapılan altyapı-üstyapı tartışmaları: sivil toplum meselesi
Fransa’da gelişen 68 pratiği hem sınıfsal hem ülkelerarası hakimiyet ilişkilerinin belirleyici olduğu bir ortamda ortaya çıktı. 68 pratiği aslında çok ilginç bir görüntü oluşturdu çünkü örgütlü bir siyasi mücadelenin dışındaydı. Yani ister sivil toplum olsun ister olmasın, örgütlü bir siyasi mücadelenin dışında kendiliğinden hareketlerle gelişti. Kendi kendine, birdenbire ortaya çıktı. Siyasi olarak ortaya çıkan 68 başkaldırı hareketinin arkasında 60’lı yılların önemli bir akımı olan uluslararası sitüasyonistler vardır. Uluslararası Sitüasyonist hareket, Guy Debord’un da üyesi olduğu Lettrist hareketin 1957 yılında IMIB hareketiyle (İnternational movement for an imaginist Bauhausonu) birleşmesiyle kurulmuştu. Sitüasyonist hareket, bilindiği gibi, özellikle Debord’un gösteri toplumu (debord gösteriyi, "metanın toplumsal yaşamı tümüyle işgal etmeyi başardığı an" olarak tanımlar. birbirine rakip iki tip gösteriden bahseder: yoğunlaşmış (liberal demokrasilerde) ve yaygın gösteri(totatiler yönetimlerde). Yoğunlaşmış gösteri toplumun ufak bir bölümünü, yaygın gösteri ise büyük bir bölümünü etkisine alır. 1988'de yazdığı gösteri toplumu üstüne yorumlar adlı makalesinde üçüncü bir gösterinin doğduğunu söyler; bu bütünleşmiş gösteridir. Bütünleşmiş gösteri daha yoğunlaşmış ve daha yaygınlaşmış gösteridir. artık ortada bir lider ya da ideoloji yoktur(çünkü buna ihtiyaç yoktur). Bütünleşmiş gösteri bütün toplumu etkisi altına alır.)çözümlemeleriyle tanınan ve bu duruma karşı birtakım direnme odakları arayan bir gruptur.
Ancak 68 pratiğinin arka planını oluşturan bir de cinsel devrim söz konusuydu. 60’lı yılların edebiyatında, modasında, müziğinde gelişen bir çizgi sonucunda, Paris Nanterre Üniversitesi’nde erkek ve kız öğrenciler ayrı ayrı yatakhanelerde yatırılmalarına karşı çıkarak, ‘biz bu ayrımcılığa karşıyız’ diyerek eyleme başlamışlardı. Bu olay tarihe ‘22 Mart olayları’ diye geçti ve arkasından 68 hareketi birdenbire üniversite dünyasını ele geçirdi.
Ona, işçi hareketleri, feminist hareketler, eşcinsel hareketleri vs., eklendi.
Bu gelişmeler sonucunda küçük küçük marjinal grupların birdenbire ortaya çıkardığı bir “moleküler devrim”le karşı karşıya kaldı Fransa. “Moleküler devrim” kavramı Felix Guattari’nin 70’li yıllarda 68’i incelerken ortaya atmış olduğu bir kavramdır. Moleküler devrim, Fransa’da, tabandan yayılan, kendiliğinden ortaya çıkan ve iktidara karşı bir hareket olarak gündeme gelmiştir. Birbirinden ayrı gibi duran, homojenleşmeyen, merkezi partiler tarafından yönetilmeyen, sendikaların egemenliğinde olmayan bir harekettir.
68 hareketi böylelikle devrim yapmadı belki, ama kültürel bir devrimi gerçekleştirdi; yani sosyalist bir topluma doğru gidiş olmamasına rağmen, sosyolojik olarak insanların davranış şekillerini, yaşam biçimlerini. cinselliğini değiştirdi. (‘Yaşam biçimleri’ ifadesi üzerinde durulması gereken bir ifadedir çünkü ‘yaşam’ kavramı burada ele aldığımız konunun doğrudan ilgi odağındadır. Bu kavramın Foucault’nun bio-iktidar dediği iktidar biçimini anlamak açısından merkezi önemi vardır: ‘Bios’ Eski Yunan’da politikayla uğraşan kişi anlamını taşır; yaşamda politika yapan insanlar, polis’i oluşturan vatandaşlar anlamına gelir).
Bu yıllarda gündelik yaşam pratiğindeki bu değişiklik her alanda, felsefede, sanatta, müzikte, modada ve cinsellikte kendini etkin olarak ortaya koydu. Dikkat edilirse, 60’lı yıllar pop-art dönemidir; bununla birlikte, yine bu dönem uluslararası sitüasyonistlerin gösteri toplumu çözümlemelerini yaptıkları bir dönemdir. “Saptırma” kavramı (‘detournement’) (international Situationniste 1958’de yayımlanan ilk sayısında détournement kavramı şöyle açıklanmıştır; ‘“Daha önce kullanılan estetik ögelerin çalınıp değiştirlimesi’nin kısaltılmış biçimi. Geçmişteki ve bugünkü sanat üretiminin, daha üs tün bir ortam yaratmak üzere iç içe geçirilmesi. Bu anlamda sitüasyonist resim yada müzikten değil, yalnızca bunların sitüasyonist kullanımlarından söz edilebilir. Daha basit anlamıyla, eski kültürün çalınıp değiştirilmesi, bu alanların yıpranıp önemini kaybetmesini kanıtlayan bir propaganda biçimidir.),
Guy Debord’un “direnme” mekanizmaları, tüm 68’i hatta Deleuze, Foucault gibi filozofları da etkisi altına almıştır. Saptırma, bir şeyi başka bir şey haline çevirme eylemidir. George Bataille’in yasak aşma, ihlal, ‘transgression’ diye adlandırdığı kavrama yakın bir kavramdır bu. Bu dönemde, aşağı yukarı aynı anda birçok benzer kavram değişik kişiler tarafından kuramsallaştırılmıştır. Michel Foucault 1970’li yılların başında, işte böyle bir ortam içinde yeni bir pratik geliştirmeye girişiyor.
Ali Akay-Postmodernizm
(Almanya'dan bir bakış)
‘20’li yıllarda bir komünist öğrenci önderi olan, sürgünde sosyal demokrata dönüşen ve Federal Cumhuriyet’in en önemli politika bilimcilerinden biri haline gelen Richard Löwenthal, 1970’te öğrenci hareketine bakarak bir romantik tekerrürden bahsetmişti. Lövventhal 68’lileri, kısır ayrımcılığın ve eleştirel olmayan ayak uydurmacılığın ötesinde sanayi toplumuyla gerçekçi bir ilişki geliştirdiğini söylediği ‘kuşkucu kuşakla karşılaştırır. 68 kuşağı bundan farklıdır. Sanayi toplumuna karşı romantik direnişin derin gelenekleri bu kuşakta tekrar gündeme gelmiştir.
İlk başta sadece kötüleşen öğrenim koşullarına (‘kitle üniversitesi’) ve otoriter yapılara (‘ordinaryüs üniversitesi’) karşı isyan eden bir üniversite muhalefet hareketinin, ne kadar hızla toplumun radikal ve temelden eleştirisine geçtiği göze batmaktadır. Henüz 1966’da, Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün yaptığı özenli bir araştırma, öğrencilerin genel olarak ayak uydurmaya hazır olduğu, eleştirel olmadığı ve politikayla ilgilenmediği, üniversitelerde yenilenme potansiyelinin bulunmadığı sonucuna ulaşmıştı. Görünüşe göre sosyoloji, yirmi yıl sonra Doğu Almanya’nın ve toptan Doğu Bloku’nun çöküşünü olduğu kadar, 1967’deki kırılmayı da öngörememişti. O zamanlar isyan eden
kuşak, ekonomi mucizesinde büyümüştü, yani kıtlık, fakirlik çekmeden, şimdiye kadar Soğuk Savaş’a rağmen sadece barış dolu bir dönem yaşamıştı ve demokratik şartlara alışmıştı. Pekiyi kökten eleştiri eğilimi nereden geliyordu? Bu gerçekten, Lövventhal’m ifade ettiği gibi, sanayi toplumuna karşı romantik direniş geleneklerinin geri dönüşü müydü?
Löwenthal’m öğrenci hareketine eleştirisi, sonradan gelen bir eleştiri değildi; tersine çatışma sırasında dile getirilmişti ve kendini bu suçlamaya karşı savunan hareket üzerinde doğrudan geri tepti. Kimse romantik olmak istemiyordu. Bu, kulağa fazla hayal ve yanılsama gibi geliyordu. Safi öznellik gibi. Fakat herkes nesnel bir eğilimle ittifak içinde olduğunu sanıyordu. Gerçekten de Berkeley’den Roma’ya, Paris ve Berlin’e kadar olaylarda bir eşzamanlılık vardı. Öğrenciler her yanda sokaklara dökülüyor ve yüksek sesle, hayal güçlerini konuşturdukları protestolarını haykırıyorlardı. Hareketler ayrıntıda farklı yönlerde olsa da ‘anti otoriter’ eğilimleri ve Amerika’nın Vietnam savaşını reddetmeleri, ortak yönleriydi. Ve Batının özgür ve açık toplumlarının her yanında, daha fazla özgürlük ve açıklık talep ediliyor, anayasa ilkeleri eleştirel olarak gerçek durum üzerinde uygulanıyordu. Fakat iş liberal ve pasifist protestoyla bitmiyordu. Kapitalist çalışma ve tüketim toplumunun yaşama biçimleri de sorgulanıyordu. Federal Almanya’da buna bir de nasyonal sosyalist geçmişin ipoteği ekleniyordu. Babaların Nazi döneminde göstermedikleri itaatsizlik, şimdi kendilerine karşı gösteriliyordu, artık diktatör makamların kalmamış olmasına rağmen. Odo Marquard bunu, 68 kuşağının ucuz, sonradan gelen itaatsizliği olarak tanımlamıştır.
Sistem içindeki bu protesto şaşırtıcı bir hızla bütün sistemin reddine dönüştü. Doğu Bloku’nun sistem alternatifi genellikle cazip görünmüyordu. Sisteme bir alternatif başka nerede bulunabilirdi? Egzotik Çin ve Küba’daki Karayip sosyalizmi bir kenara bırakılırsa, bu alternatif henüz yoktu, sadece sisteme ilişkin bu aşkınlık vardı. Bunlar toplumda tatmin edilmeyen veya sadece saptırılarak tatmin edilen gereksinimlerdi. Bunların değeri, geç kapitalist üretim süreçlerini havaya uçurmak için uygun olduğu sanılan üretim güçleri halinde yükseltiliyordu. Herbert Marcuse bu bastırılan gereksinimlere, mantıklı bir çıkarsamayla dürtüsel zemin diyordu. Asıl proletarya artık yoktur, öyleyse şimdi bireyin içinde bir tür içsel proletaryayı temsil eden, bu bastırılmış gereksinimlerdir. Bireylerin altyapısı, toplumun altyapısının bir boyutudur, diye yazar Marcuse. Bu dönüşümle Fichte’nin Ben felsefesinin cüretkâr düşlerinin de kuramsal olarak üstüne çıkılır. Fichte dünyayı Ben bilincinden oluşturmuştu, şimdi bir arzu yetiyordu. Artık önemli olan kendine hâkim olmak değildi, tersine arzu hâkim olmalıydı. Arzu dürtüdür, dürtünün de özgürlükle tek ortak tarafı, insanın arzularının hâkimiyetine girme özgürlüğü için savaşmasıdır. Burada iş başında olan kaba bir Rousseauculuktu, çünkü insan doğası gereği iyidir, toplum onu kötü yapar, düsturuna göre hareket ediliyordu. Toplumsal yabancılaşmaları bertaraf edersek, hakiki, doğal iyilik nihayet gün ışığına çıkabilecektir. Burada Fichte ve Rousseau’dan kalma bulanık karıştırılmış bir romantik mirasın etkili olduğu ve -ne kadar banalleştirilmiş halde olursa olsun-, 68 hareketinin ideolojisi içine sızdığı yadsınamaz.
Protestoların varoluşsal kökleri de vardı. Varoluşçuluk elbette bir kültürel tutum olarak, 1968 öncesinde entelektüeller arasında sadece Almanya’da yaygın değildi. Varoluşçuluk ilk başta apolitik olan, sonradan artan ölçüde politikleşen bir özgürlük alıştırması olarak, insanın siyah balıkçı yaka kazak giyip melankolik bir uyumsuzlukla kendini uzak tutması gereken, saçma, anlamı reddeden bir şey olarak görülen mevcut düzenin kökten geri çevrilmesiyle ilişkiliydi. Bir yandan bir bolluk meydana getiren, diğer yandansa fakirliğe ve sefalete batan bu dünya saçma değil miydi? Fakat şimdi saçmalık sadece metafiziksel olarak değil, politik ve ekonomik olarak da açıklanabiliyorsa, protesto da faniliğin melankolik rengini yitirerek politikleşir. Varoluşçulukta insan kendini uyumsuz bir seçkin kitlesine ait hissedebiliyordu. Bu uyumsuzluk bir çırpıda bir protesto avangardizmine dönüştürülebiliyordu. Büyük çoğunluk manipüle edilmiş sayılıyordu, bunlar çifte yabancılaşmaya
-sıkıntısızhk sıkıntısına (Heidegger)- kapılmıştı, avangardistlerse fantom uzuv acıları çekiyordu: kendisinde neyin eksik olduğunu hissediyordu ve sizi mahvedeni siz mahvedin sözleri caddelerde duyulup duvarlarda okunana kadar fazla zaman geçmedi. Hareketin iradeciliği onun varoluşçu tarafı olarak kaldı. Gerçekten isteyen ve özgürlüğünü eline alan bir özne, yaşam şartlarına göbek attırabilir. İnsanın nesnel koşulların olgunlaşmasını beklediği sıradaki tahammül ve sabır, eğer fazlaca uzun vadeli projelere girişirlerse dengelerini kaybedip yıkılacaklarını sezen heyecanlı kimselere göre bir şey değildi. Kurumlar dan geçen uzun yürüyüş (Dutschke) uzun vadeli bir reform politikası anlamında değil, tersine eğitim ve medya alanındaki mevkileri aceleyle fethetmek olarak ima edilmişti. Kimse kırk fırın ekmek yemek istemiyor, kolay tarafından burjuva kalelerine tırmanmak istiyordu. 1967 son aharıyla 1968 ilkbaharı arasında Batı Berlin’deki SDS’nin (Sosyalist Alman Öğrenci Derneği -Çev.) çekirdek kadrosunda, tüm ciddiyetiyle bir meclis demokrasisi devrimi için planlar değerlendirildi. Politik romantizm eyleme susamıştı. Gerçek durumun sözde gebe olduğu düşün göbek bağını kesmenin zamanı geldiğine inanılıyordu. Ebelik yapacak olan ve her şeyi her şeye, burada bolluk içindeki yaşamı, dünya çapındaki sefalete bağlayan sihirli sözcük, ‘diyalektik’ti.
‘Diyalektik’; öğrencilerin otoriter ebeveynlerine, geçmişle hesaplaşma eksikliklerine, evsahiplerinin anaçlığına, toplu taşıma araçlarına, geleneksel cinsel ilişkilere, öğrenim koşullarına, ders planlarına, profesörlere karşı kızgınlığının kendi kendini yüceltme yöntemiydi. Bu olumsuzluklar dramatikleştirilip terör düzeyine tırmandırıldığında (tüketim teröründen fikir terörüne kadar) öğrencilerin geç kapitalizmden çektikleri, Vietnam’da napalmla yananlarla ve Bolivya’da açlık çeken
köylülerle kısa devre yaptırılabiliyordu. ‘Diyalektik’; isyan eden öğrencileri, tüm dünyada zenginlikten ve haklarından mahrum bırakılanlara bağlıyordu. Ortak acılara ortak düşman ekleniyordu. Bu düşmanlar emperyalizm, sistemin mantığı ve ‘karakter maskeleri’ydi. Eleştirel Kuram’dan özel kapitalizm canavarıyla devlet kapitalizmi canavarının, yani Doğuyla Batının tek bir kör edici bağlamı (Adorno) oluşturduğunu öğrenmişlerdi. Yine de artık umutsuz evrensel polemikle (Walter Benjamin), kıyı köşelerdeki sol melankolinin bu ifade biçimiyle yetinmiyorlardı. Büyük sahnenin üzerinde harekete geçmek istiyorlardı. Buna imkân da vardı, çünkü medyanın teknik gelişimi artık heyecanların küreselleştirilmesi için yeni olanaklar yaratmıştı. Batı dünyası bu anda açılım duygularını birbirine bulaştıran bir cemaat haline geldi. Tarihsel ana tanıklık etme arzusu da buna ekleniyordu. Her kuşak bir gün bir çağın dönüm noktasını yaşamak ister. 68’liler şimdi sıranın kendilerine geldiğine inanıyorlardı.
Hareketin dinamiği, katılanları değiştirdi. Şimdi kendilerini, tek boyutlu insanlarıyla sistemin sahte dünyasıyla keskin bir zıtlık içinde, yeni duyarlıklara, fantezilere, isteklere ve yaşam alışkanlıklarına sahip yeni bir özne olarak hissedebiliyorlardı. Yol bir bölünmeye çıkıyordu. Herbert Marcuse bunun parolasını vermişti: Büyük direniş. Löwenthal’ın burada sanayi toplumuna karşı romantik direnişin derin geleneklerinin tekrar canlandırıldığı yönündeki gözlemi, bu bağlamda kesinlikle isabetlidir. Eskiden 1900 civarında yaşam reformcuları ve güneşe tapanlarda olduğu gibi alt kültürler serpiliyordu. Yine çıplak ayaklı peygamberler ve müritleri cirit atıyordu. Şimdi kendilerine ‘ortalıkta
dolanan afyon asileri’ diyorlardı. Yine Doğu yolculuklarına çıkıyorlardı. Dans ateşi şimdi her yandaydı, bir zamanlar olduğu gibi sadece Thüringen’de değildi. Geleneksel zıtlıklar yine yürürlüğe girdi: Cemaate karşı toplum, ruha karşı para hâkimiyeti, anlıklığa karşı uzlaşma, doğaya karşı yapaylık, kendini gerçekleştirmeye karşı kariyer düşünceleri. Paris Mayıs’ında şöyle deniyordu: Fantezi iktidara! Bir de müzik. İnsan o yılların müziğini dinlemedikçe onları doğru dürüst anlayamaz. Berlinli öğrenciler 1968 yazında sıkıyönetim kanunlarına karşı protesto olarak üniversite tesislerini işgal kararı alıp sonra da amfidenkitleler halinde etraftaki enstitülere boşaldıklarında, bu ışıl ışıl yaz
gününde bütün kampüste Rolling Stones’un “Street fighting man”i yankılanıyordu. Komün 1 çoktan ortaçağ tarihi fakültesinde keyfine bakıyordu ve pencereye hoparlörler yerleştirmişti. O yılların etkinliklerine zemin oluşturan ve bütün olarak sistemin değiştirilmesinden beklenen ‘bilinç genişlemesi’nin önceden tadına vardıran melodiler, şarkılar ve ritimler vardı.
Sosyal hareketlerin sınırlı içeriklerini gerçekleştirebilmek için yanılsamalara gerek duyduğu ifadesi Marx’a aittir. Öğrenci hareketi de sanal olarak bütün dünyayı eleştirisinin mahkemesine çıkarmış, kendini bir devrimci özne olarak yanlış anlamış ve kimi zaman eski işçi hareketinin kılığına bürünmüştü. Bazı sapkınların silaha bile sarıldıkları bir kenara. Doğrudan takip eden olaylar göz önüne alınırsa hareket pek bir şeye ulaşamamıştı. Fakat politik zihniyette bir dönüşüm olmuştu. Sosyal liberal iktidar dönemi, daha fa zla demokrasiye cüret edin, parolasıyla başlamıştı. Değişimin gerçekten derinlemesine olduğu alanlarda, aile yapılarında, ilişkilerin tarzında, cinsel alışkanlıklarda, davranışlarda, tüketim tarzında, hazcılıkta, 68 hareketinin bir gelişimin nedeni olmaktan çok belirtisi olduğu kendini göstermişti. Buna eşlik eden ve insanı uyaran yanılsamalarsa dikkate değerdi. Ve bu yanılsamalar romantikti. Çünkü çekirdeğinde bu yanılsamalarda yeni bir gerçeklik ilkesi tasavvuru ifade buluyordu. Herbert Marcuse bunun için de gerekli ipuçlarını vermişti. Marcuse, kapitalizmin gerçeklik ilkesinin bir bolluk toplumuna sürüklediğini ve tam da bu yüzden gereksizleştiğini öğretiyordu. Şimdiye kadar çalışma zorunluluğunun köşeye sıkıştırdığı haz ilkesi, özden değişmek üzeredir. Saldırgan dürtüler, son kertede de ölüm dürtüsü, erotik dürtü karşısında önemlerini yitirirler. İnsanın iç doğası değişir. Büyük bir barışma çağı doğar. Doğanın erotik enerjisi kıpırdar, diye yazar Marcuse (bu enerji serbest kalmak ister: doğa da devrimi beklemektedir). Bunları Novalis de söylemiş olabilirdi. 68 hareketinde gerçekten de her şeyi kapsayan bir özgürleşme romantizmi vardı. Bu hareketin, pop kültürüyle ittifakı bir yana, yüksek denilen kültürle neredeyse düşmanca ilişkiler kurmuş olması bir o kadar şaşırtıcıdır. Yüksek kültür ‘üstyapı’ olarak görülüyordu, oysa onlar ‘tabana bağlanmak istiyorlardı. Taban nerede bulunuyordu? Üçüncü dünyanın kurtuluş hareketlerinde, işletmelerde ve kentsel kesimlerde ve kendi ruhlarının arıtılmamış alt zemininde. Bu ‘taban’dan bakıldığında bütün diğer şeyler burnu havada, yani kötü anlamda romantik gibi görünüyordu. Bu, Böme’nin Heine’yle hesaplaşmasında gözlemlenenle aynı paradokstur: romantizm nesnel kurtuluş sürecine yatırım yapıyor, buradan sosyal romantizm çıkıyor, ama aynı zamanda da romantiklik, şiirin bülbülleri hakkında küçümseyerek konuşuyordu. Nesnel romantikler öznel romantik olmak istemiyorlardı. Böylece 1968’de bir politikahlaksal faydacılık gerekçesiyle edebiyatın ölümü ilan edildi. Vietnam’da çocuklar napalm bombalarıyla yakılıyor, bu yüzden sanat yalandır, deniyordu. Sosyal ve politik iyiliklere, örneğin antiemperyalist savaşa olan yükümlülük karşısında, güzellik için ne zaman ne de yer vardır. Beethoven’in müziğini dinleyince insanın içinden diğer insanların, bütün
insanların zarifçe başını okşamak geliyor, diyen Lenin alıntılanıyordu. Fakat dünya böyle değildi, bazı başları uçurmak gerekti. Sanat, özellikle de romantik sanat, fazla erken olduğu için yanlış bir barışma olarak görülüyordu. Sanatın yumuşak hallerinden sakmılmalıdır, sanat olsa olsa ajitprop biçiminde meşru olabilir. Edebi açıdan bu, sokak tiyatrosu, el ilanı, röportaj demekti. Bu dönemde çoğu yazar, kendi kendini marjinalleştirme yükümlülüğünü üstleniyordu. Sosyal ve politik vicdanları böyle gerektiriyordu. Ayrıca bazılarının akima başka bir şey de gelmiyordu. Söz konusu olan yine, sanatın eski teodise sorunuydu: dünyanın hali harapken sanat perilerinin şarkı söylemesi caiz midir?
Caiz değildir, diyordu 68’liler, eğer sömürüye ve baskıya karşı savaş şarkıları söylemeyeceklerse. Bir zamanlar devrimden sonra Rusya’da olduğu gibi, yine sanata karşı bir düşmanlık başladı ve sonunda bu dünyanın lanetlileriyle dayanışma bahanesiyle sanatın imhasına geçildi. Bütün bunlar 1968’de tekrarlandı, fakat daha ziyade bir komedi olarak. Romantizmin kaçışçılığının solcu eleştirisi de tutarlı değildi, çünkü pop müzikte bu kaçışçılığın Dionysosçu sefahat âlemleri kutlanıyordu.
Rüdiger Safranski, Romantiki Bir Alman Sorunsalı, Kabalcı Yayınclık
‘20’li yıllarda bir komünist öğrenci önderi olan, sürgünde sosyal demokrata dönüşen ve Federal Cumhuriyet’in en önemli politika bilimcilerinden biri haline gelen Richard Löwenthal, 1970’te öğrenci hareketine bakarak bir romantik tekerrürden bahsetmişti. Lövventhal 68’lileri, kısır ayrımcılığın ve eleştirel olmayan ayak uydurmacılığın ötesinde sanayi toplumuyla gerçekçi bir ilişki geliştirdiğini söylediği ‘kuşkucu kuşakla karşılaştırır. 68 kuşağı bundan farklıdır. Sanayi toplumuna karşı romantik direnişin derin gelenekleri bu kuşakta tekrar gündeme gelmiştir.
İlk başta sadece kötüleşen öğrenim koşullarına (‘kitle üniversitesi’) ve otoriter yapılara (‘ordinaryüs üniversitesi’) karşı isyan eden bir üniversite muhalefet hareketinin, ne kadar hızla toplumun radikal ve temelden eleştirisine geçtiği göze batmaktadır. Henüz 1966’da, Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün yaptığı özenli bir araştırma, öğrencilerin genel olarak ayak uydurmaya hazır olduğu, eleştirel olmadığı ve politikayla ilgilenmediği, üniversitelerde yenilenme potansiyelinin bulunmadığı sonucuna ulaşmıştı. Görünüşe göre sosyoloji, yirmi yıl sonra Doğu Almanya’nın ve toptan Doğu Bloku’nun çöküşünü olduğu kadar, 1967’deki kırılmayı da öngörememişti. O zamanlar isyan eden
kuşak, ekonomi mucizesinde büyümüştü, yani kıtlık, fakirlik çekmeden, şimdiye kadar Soğuk Savaş’a rağmen sadece barış dolu bir dönem yaşamıştı ve demokratik şartlara alışmıştı. Pekiyi kökten eleştiri eğilimi nereden geliyordu? Bu gerçekten, Lövventhal’m ifade ettiği gibi, sanayi toplumuna karşı romantik direniş geleneklerinin geri dönüşü müydü?
Löwenthal’m öğrenci hareketine eleştirisi, sonradan gelen bir eleştiri değildi; tersine çatışma sırasında dile getirilmişti ve kendini bu suçlamaya karşı savunan hareket üzerinde doğrudan geri tepti. Kimse romantik olmak istemiyordu. Bu, kulağa fazla hayal ve yanılsama gibi geliyordu. Safi öznellik gibi. Fakat herkes nesnel bir eğilimle ittifak içinde olduğunu sanıyordu. Gerçekten de Berkeley’den Roma’ya, Paris ve Berlin’e kadar olaylarda bir eşzamanlılık vardı. Öğrenciler her yanda sokaklara dökülüyor ve yüksek sesle, hayal güçlerini konuşturdukları protestolarını haykırıyorlardı. Hareketler ayrıntıda farklı yönlerde olsa da ‘anti otoriter’ eğilimleri ve Amerika’nın Vietnam savaşını reddetmeleri, ortak yönleriydi. Ve Batının özgür ve açık toplumlarının her yanında, daha fazla özgürlük ve açıklık talep ediliyor, anayasa ilkeleri eleştirel olarak gerçek durum üzerinde uygulanıyordu. Fakat iş liberal ve pasifist protestoyla bitmiyordu. Kapitalist çalışma ve tüketim toplumunun yaşama biçimleri de sorgulanıyordu. Federal Almanya’da buna bir de nasyonal sosyalist geçmişin ipoteği ekleniyordu. Babaların Nazi döneminde göstermedikleri itaatsizlik, şimdi kendilerine karşı gösteriliyordu, artık diktatör makamların kalmamış olmasına rağmen. Odo Marquard bunu, 68 kuşağının ucuz, sonradan gelen itaatsizliği olarak tanımlamıştır.
Sistem içindeki bu protesto şaşırtıcı bir hızla bütün sistemin reddine dönüştü. Doğu Bloku’nun sistem alternatifi genellikle cazip görünmüyordu. Sisteme bir alternatif başka nerede bulunabilirdi? Egzotik Çin ve Küba’daki Karayip sosyalizmi bir kenara bırakılırsa, bu alternatif henüz yoktu, sadece sisteme ilişkin bu aşkınlık vardı. Bunlar toplumda tatmin edilmeyen veya sadece saptırılarak tatmin edilen gereksinimlerdi. Bunların değeri, geç kapitalist üretim süreçlerini havaya uçurmak için uygun olduğu sanılan üretim güçleri halinde yükseltiliyordu. Herbert Marcuse bu bastırılan gereksinimlere, mantıklı bir çıkarsamayla dürtüsel zemin diyordu. Asıl proletarya artık yoktur, öyleyse şimdi bireyin içinde bir tür içsel proletaryayı temsil eden, bu bastırılmış gereksinimlerdir. Bireylerin altyapısı, toplumun altyapısının bir boyutudur, diye yazar Marcuse. Bu dönüşümle Fichte’nin Ben felsefesinin cüretkâr düşlerinin de kuramsal olarak üstüne çıkılır. Fichte dünyayı Ben bilincinden oluşturmuştu, şimdi bir arzu yetiyordu. Artık önemli olan kendine hâkim olmak değildi, tersine arzu hâkim olmalıydı. Arzu dürtüdür, dürtünün de özgürlükle tek ortak tarafı, insanın arzularının hâkimiyetine girme özgürlüğü için savaşmasıdır. Burada iş başında olan kaba bir Rousseauculuktu, çünkü insan doğası gereği iyidir, toplum onu kötü yapar, düsturuna göre hareket ediliyordu. Toplumsal yabancılaşmaları bertaraf edersek, hakiki, doğal iyilik nihayet gün ışığına çıkabilecektir. Burada Fichte ve Rousseau’dan kalma bulanık karıştırılmış bir romantik mirasın etkili olduğu ve -ne kadar banalleştirilmiş halde olursa olsun-, 68 hareketinin ideolojisi içine sızdığı yadsınamaz.
Protestoların varoluşsal kökleri de vardı. Varoluşçuluk elbette bir kültürel tutum olarak, 1968 öncesinde entelektüeller arasında sadece Almanya’da yaygın değildi. Varoluşçuluk ilk başta apolitik olan, sonradan artan ölçüde politikleşen bir özgürlük alıştırması olarak, insanın siyah balıkçı yaka kazak giyip melankolik bir uyumsuzlukla kendini uzak tutması gereken, saçma, anlamı reddeden bir şey olarak görülen mevcut düzenin kökten geri çevrilmesiyle ilişkiliydi. Bir yandan bir bolluk meydana getiren, diğer yandansa fakirliğe ve sefalete batan bu dünya saçma değil miydi? Fakat şimdi saçmalık sadece metafiziksel olarak değil, politik ve ekonomik olarak da açıklanabiliyorsa, protesto da faniliğin melankolik rengini yitirerek politikleşir. Varoluşçulukta insan kendini uyumsuz bir seçkin kitlesine ait hissedebiliyordu. Bu uyumsuzluk bir çırpıda bir protesto avangardizmine dönüştürülebiliyordu. Büyük çoğunluk manipüle edilmiş sayılıyordu, bunlar çifte yabancılaşmaya
-sıkıntısızhk sıkıntısına (Heidegger)- kapılmıştı, avangardistlerse fantom uzuv acıları çekiyordu: kendisinde neyin eksik olduğunu hissediyordu ve sizi mahvedeni siz mahvedin sözleri caddelerde duyulup duvarlarda okunana kadar fazla zaman geçmedi. Hareketin iradeciliği onun varoluşçu tarafı olarak kaldı. Gerçekten isteyen ve özgürlüğünü eline alan bir özne, yaşam şartlarına göbek attırabilir. İnsanın nesnel koşulların olgunlaşmasını beklediği sıradaki tahammül ve sabır, eğer fazlaca uzun vadeli projelere girişirlerse dengelerini kaybedip yıkılacaklarını sezen heyecanlı kimselere göre bir şey değildi. Kurumlar dan geçen uzun yürüyüş (Dutschke) uzun vadeli bir reform politikası anlamında değil, tersine eğitim ve medya alanındaki mevkileri aceleyle fethetmek olarak ima edilmişti. Kimse kırk fırın ekmek yemek istemiyor, kolay tarafından burjuva kalelerine tırmanmak istiyordu. 1967 son aharıyla 1968 ilkbaharı arasında Batı Berlin’deki SDS’nin (Sosyalist Alman Öğrenci Derneği -Çev.) çekirdek kadrosunda, tüm ciddiyetiyle bir meclis demokrasisi devrimi için planlar değerlendirildi. Politik romantizm eyleme susamıştı. Gerçek durumun sözde gebe olduğu düşün göbek bağını kesmenin zamanı geldiğine inanılıyordu. Ebelik yapacak olan ve her şeyi her şeye, burada bolluk içindeki yaşamı, dünya çapındaki sefalete bağlayan sihirli sözcük, ‘diyalektik’ti.
‘Diyalektik’; öğrencilerin otoriter ebeveynlerine, geçmişle hesaplaşma eksikliklerine, evsahiplerinin anaçlığına, toplu taşıma araçlarına, geleneksel cinsel ilişkilere, öğrenim koşullarına, ders planlarına, profesörlere karşı kızgınlığının kendi kendini yüceltme yöntemiydi. Bu olumsuzluklar dramatikleştirilip terör düzeyine tırmandırıldığında (tüketim teröründen fikir terörüne kadar) öğrencilerin geç kapitalizmden çektikleri, Vietnam’da napalmla yananlarla ve Bolivya’da açlık çeken
köylülerle kısa devre yaptırılabiliyordu. ‘Diyalektik’; isyan eden öğrencileri, tüm dünyada zenginlikten ve haklarından mahrum bırakılanlara bağlıyordu. Ortak acılara ortak düşman ekleniyordu. Bu düşmanlar emperyalizm, sistemin mantığı ve ‘karakter maskeleri’ydi. Eleştirel Kuram’dan özel kapitalizm canavarıyla devlet kapitalizmi canavarının, yani Doğuyla Batının tek bir kör edici bağlamı (Adorno) oluşturduğunu öğrenmişlerdi. Yine de artık umutsuz evrensel polemikle (Walter Benjamin), kıyı köşelerdeki sol melankolinin bu ifade biçimiyle yetinmiyorlardı. Büyük sahnenin üzerinde harekete geçmek istiyorlardı. Buna imkân da vardı, çünkü medyanın teknik gelişimi artık heyecanların küreselleştirilmesi için yeni olanaklar yaratmıştı. Batı dünyası bu anda açılım duygularını birbirine bulaştıran bir cemaat haline geldi. Tarihsel ana tanıklık etme arzusu da buna ekleniyordu. Her kuşak bir gün bir çağın dönüm noktasını yaşamak ister. 68’liler şimdi sıranın kendilerine geldiğine inanıyorlardı.
Hareketin dinamiği, katılanları değiştirdi. Şimdi kendilerini, tek boyutlu insanlarıyla sistemin sahte dünyasıyla keskin bir zıtlık içinde, yeni duyarlıklara, fantezilere, isteklere ve yaşam alışkanlıklarına sahip yeni bir özne olarak hissedebiliyorlardı. Yol bir bölünmeye çıkıyordu. Herbert Marcuse bunun parolasını vermişti: Büyük direniş. Löwenthal’ın burada sanayi toplumuna karşı romantik direnişin derin geleneklerinin tekrar canlandırıldığı yönündeki gözlemi, bu bağlamda kesinlikle isabetlidir. Eskiden 1900 civarında yaşam reformcuları ve güneşe tapanlarda olduğu gibi alt kültürler serpiliyordu. Yine çıplak ayaklı peygamberler ve müritleri cirit atıyordu. Şimdi kendilerine ‘ortalıkta
dolanan afyon asileri’ diyorlardı. Yine Doğu yolculuklarına çıkıyorlardı. Dans ateşi şimdi her yandaydı, bir zamanlar olduğu gibi sadece Thüringen’de değildi. Geleneksel zıtlıklar yine yürürlüğe girdi: Cemaate karşı toplum, ruha karşı para hâkimiyeti, anlıklığa karşı uzlaşma, doğaya karşı yapaylık, kendini gerçekleştirmeye karşı kariyer düşünceleri. Paris Mayıs’ında şöyle deniyordu: Fantezi iktidara! Bir de müzik. İnsan o yılların müziğini dinlemedikçe onları doğru dürüst anlayamaz. Berlinli öğrenciler 1968 yazında sıkıyönetim kanunlarına karşı protesto olarak üniversite tesislerini işgal kararı alıp sonra da amfidenkitleler halinde etraftaki enstitülere boşaldıklarında, bu ışıl ışıl yaz
gününde bütün kampüste Rolling Stones’un “Street fighting man”i yankılanıyordu. Komün 1 çoktan ortaçağ tarihi fakültesinde keyfine bakıyordu ve pencereye hoparlörler yerleştirmişti. O yılların etkinliklerine zemin oluşturan ve bütün olarak sistemin değiştirilmesinden beklenen ‘bilinç genişlemesi’nin önceden tadına vardıran melodiler, şarkılar ve ritimler vardı.
Sosyal hareketlerin sınırlı içeriklerini gerçekleştirebilmek için yanılsamalara gerek duyduğu ifadesi Marx’a aittir. Öğrenci hareketi de sanal olarak bütün dünyayı eleştirisinin mahkemesine çıkarmış, kendini bir devrimci özne olarak yanlış anlamış ve kimi zaman eski işçi hareketinin kılığına bürünmüştü. Bazı sapkınların silaha bile sarıldıkları bir kenara. Doğrudan takip eden olaylar göz önüne alınırsa hareket pek bir şeye ulaşamamıştı. Fakat politik zihniyette bir dönüşüm olmuştu. Sosyal liberal iktidar dönemi, daha fa zla demokrasiye cüret edin, parolasıyla başlamıştı. Değişimin gerçekten derinlemesine olduğu alanlarda, aile yapılarında, ilişkilerin tarzında, cinsel alışkanlıklarda, davranışlarda, tüketim tarzında, hazcılıkta, 68 hareketinin bir gelişimin nedeni olmaktan çok belirtisi olduğu kendini göstermişti. Buna eşlik eden ve insanı uyaran yanılsamalarsa dikkate değerdi. Ve bu yanılsamalar romantikti. Çünkü çekirdeğinde bu yanılsamalarda yeni bir gerçeklik ilkesi tasavvuru ifade buluyordu. Herbert Marcuse bunun için de gerekli ipuçlarını vermişti. Marcuse, kapitalizmin gerçeklik ilkesinin bir bolluk toplumuna sürüklediğini ve tam da bu yüzden gereksizleştiğini öğretiyordu. Şimdiye kadar çalışma zorunluluğunun köşeye sıkıştırdığı haz ilkesi, özden değişmek üzeredir. Saldırgan dürtüler, son kertede de ölüm dürtüsü, erotik dürtü karşısında önemlerini yitirirler. İnsanın iç doğası değişir. Büyük bir barışma çağı doğar. Doğanın erotik enerjisi kıpırdar, diye yazar Marcuse (bu enerji serbest kalmak ister: doğa da devrimi beklemektedir). Bunları Novalis de söylemiş olabilirdi. 68 hareketinde gerçekten de her şeyi kapsayan bir özgürleşme romantizmi vardı. Bu hareketin, pop kültürüyle ittifakı bir yana, yüksek denilen kültürle neredeyse düşmanca ilişkiler kurmuş olması bir o kadar şaşırtıcıdır. Yüksek kültür ‘üstyapı’ olarak görülüyordu, oysa onlar ‘tabana bağlanmak istiyorlardı. Taban nerede bulunuyordu? Üçüncü dünyanın kurtuluş hareketlerinde, işletmelerde ve kentsel kesimlerde ve kendi ruhlarının arıtılmamış alt zemininde. Bu ‘taban’dan bakıldığında bütün diğer şeyler burnu havada, yani kötü anlamda romantik gibi görünüyordu. Bu, Böme’nin Heine’yle hesaplaşmasında gözlemlenenle aynı paradokstur: romantizm nesnel kurtuluş sürecine yatırım yapıyor, buradan sosyal romantizm çıkıyor, ama aynı zamanda da romantiklik, şiirin bülbülleri hakkında küçümseyerek konuşuyordu. Nesnel romantikler öznel romantik olmak istemiyorlardı. Böylece 1968’de bir politikahlaksal faydacılık gerekçesiyle edebiyatın ölümü ilan edildi. Vietnam’da çocuklar napalm bombalarıyla yakılıyor, bu yüzden sanat yalandır, deniyordu. Sosyal ve politik iyiliklere, örneğin antiemperyalist savaşa olan yükümlülük karşısında, güzellik için ne zaman ne de yer vardır. Beethoven’in müziğini dinleyince insanın içinden diğer insanların, bütün
insanların zarifçe başını okşamak geliyor, diyen Lenin alıntılanıyordu. Fakat dünya böyle değildi, bazı başları uçurmak gerekti. Sanat, özellikle de romantik sanat, fazla erken olduğu için yanlış bir barışma olarak görülüyordu. Sanatın yumuşak hallerinden sakmılmalıdır, sanat olsa olsa ajitprop biçiminde meşru olabilir. Edebi açıdan bu, sokak tiyatrosu, el ilanı, röportaj demekti. Bu dönemde çoğu yazar, kendi kendini marjinalleştirme yükümlülüğünü üstleniyordu. Sosyal ve politik vicdanları böyle gerektiriyordu. Ayrıca bazılarının akima başka bir şey de gelmiyordu. Söz konusu olan yine, sanatın eski teodise sorunuydu: dünyanın hali harapken sanat perilerinin şarkı söylemesi caiz midir?
Caiz değildir, diyordu 68’liler, eğer sömürüye ve baskıya karşı savaş şarkıları söylemeyeceklerse. Bir zamanlar devrimden sonra Rusya’da olduğu gibi, yine sanata karşı bir düşmanlık başladı ve sonunda bu dünyanın lanetlileriyle dayanışma bahanesiyle sanatın imhasına geçildi. Bütün bunlar 1968’de tekrarlandı, fakat daha ziyade bir komedi olarak. Romantizmin kaçışçılığının solcu eleştirisi de tutarlı değildi, çünkü pop müzikte bu kaçışçılığın Dionysosçu sefahat âlemleri kutlanıyordu.
Rüdiger Safranski, Romantiki Bir Alman Sorunsalı, Kabalcı Yayınclık
……
Ne
var ki, toplumlar sadece teknolojik ve ekonomik dönüşümün ürünü olmadıkları
gibi, toplumsal değişim de kurumsal krizler ve uyarlanmalarla sınırlı
değildir.
1960'larda
bu gelişmeler baş gösterdiği sıralarda, sanayileşmiş dünyanın her yerinde,
önce ABD ve Fransa'da, sonra İtalya, Almanya, İspanya, Japonya, Brezilya,
Meksika ve Çekoslovakya'da güçlü toplumsal hareketler doğdu ve bu hareketler
diğer çok sayıda ülkede de yankılar doğurdu, tepkiler yarattı.
Bu
toplumsal hareketlerin katılımcılarından biri olarak (1968'de Paris
Üniversitesi'nin Nanterre kampüsünde yardımcı doçenttim), bu hareketlerin
özgürlükçülüğüne tanık oldum. Militan öncülüklerinde genellikle Marksist
ideolojik ifadeleri benimsemiş olsalar da, Marksizmle ya da tam da bu yüzden
işçi sınıfıyla pek ilgileri yoktu. Esasen iktidarı ele geçirmekten çok hayatı
değiştirmeyi isteyen kültürel hareketlerdi. Devlet kurumlarına erişmenin
harekete yarayacağını, yeni ve devrimci bir devlet kurmanın hareketi
engelleyeceğini sezgisel olarak biliyorlardı. Hevesleri, keyfi otoriteye
karşı çok boyutlu bir tepkiyi, adaletsizliğe, karşı bir isyanı ve kişisel bir
deney arayışını bir araya getiriyordu.
Genelde
öğrenciler tarafından başlatılmış olsalar da hiçbir şekilde sadece öğrenci
hareketleri değillerdi, çünkü toplumun her yerine, özellikle de genç insanlar
arasına nüfuz etmişlerdi ve değerleri hayatın her alanında yankısını
bulmuştu. Elbette ki siyaseten yenildiler, çünkü tarihteki birçok ütopyacı
hareket gibi onlar da siyasi zafere soyunmamışlardı. Fakat büyük bir tarihsel
üretkenlikle silinip gittiler, fikirlerinin birçoğu, hayallerinin bazıları
toplumlara kök saldı ve kültürel yenilikler olarak yeşerdi, gelecek kuşaklar
boyunca siyasetçiler ve ideologlar bunlara atıfta bulunmak zorunda kaldı.
Bu
hareketlerden çevreciliğin, feminizmin, sonu gelmez insan hakları
savunuculuğunun, cinsel özgürleşmenin, etnik eşitliğin ve taban
demokrasisinin kaynağı olan fikirler doğdu. 1960'ların ve 1970'lerin
kültürel hareketleri gerek sermaye gerek devlet karşısında bireysel özerkliği
olumlayarak kimlik siyasetine yeni bir vurgu yaptı. Bu fikirler, sanayi çağı
kurumlarının yaşadığı kimlik krizinin demokratik siyasetin anlamını
bulandırdığı 1990'larda kültürel komünlerin inşasına giden yolu hazırladı.
Enformasyon
Çağı, Manuel Kastels, Bilgi Üniversitesi Yayınları
|
Güncellendi
YanıtlaSil