Kadın Hakları Tarihi


Kadın Hakları Tarihi
Avrupa'da kadın hakları ilk kez Aydın­lanma çağında gündeme geldi. Condorcet gibi bazı 18. yüzyıl düşünürleri kadınların özgürlüğünü savundu. Fransız Devrimi'nin başında Olympe de Gouges  Déclaration des droits de la femme et de la citoyenne (Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi) yazdı. Bildiri İngiltere'de de etkili oldu ve 1792'de Mary Wollstonecraft'in A Vindi­cation of the Rights of Women (Kadın Haklarının Bir Savunusu) adlı kitabı ya­yımlandı. Yapıt kadınların yalnızca erkek­leri hoşnut etmek için yaratıldığı düşünce­sine karşı çıkıyor, kadının eğitimde, iş dün­yasında ve siyasette erkekle aynı muame­leyi görmesini, aynı ahlak ölçüleriyle yargı­lanmasını istiyordu.
Hareketin ABD'ye ulaşması yarım yüzyıl kadar bir zaman al­dı. 1848'de New York eyaletindeki Seneca Falls ve Rochester'da toplanan Kadın Hakları Kongresi'nde Elizabeth Cady Stanton ve Luc­retia Mott kadınların toplumda aşağılana­rak haksızlığa uğradığını belirten ve bu adaletsizliğin düzeltilmesini isteyen bir ka­dın hakları bildirisi sundular. Bu bildiriden sonra kadınlara oy hakkıverilmesi için bir mücadele başlatıldı. Benzer bir müca­dele İngiltere'de 1903'te E. Pankhurst'ün kurduğu Toplumsal ve Siyasal Kadın Birli­ği çevresinde gelişti. A.B.
Almanya'da feminist kavga, sosyalist çevrelere de girdi. August Bebel (Kadın ve Sosyalizm, Die Frau und der Sozialismus, 1883), 1875'te, sosyal demokrat partinin programına kadın-erkek eşitliğini yazdırmayı başarır; kadın militanlar (bunlardan biri de, Clara Zetkin'dir) partinin kadın kolunu kurarlar.
Fransa'da, Saint-Simoncu ütopyacı sosyalistler ve özellikle de, Charles Fourier, feminist tutumlarıyla göze çarparlar. İşbirliği ha­reketi kimi zaman kadın erkek eşitliğinin denenmesine ortam ha­zırlamıştı. Bu bağlamda, kadın işçiler (çamaşırcılar, işlemeciler), 1832'de Özgür Kadını (La Femme Libre) çıkardılar; bu dergi, kadın­ların eğitimini, meslekî eğitimi, ücret eşitliğini, Yurttaşlık Yasası'nın gözden geçirilmesini, boşanmanın yeniden konulmasını (1816'da kaldırılmıştı) savunuyordu.

Bunun ardından dergiler ço­ğalır: 1836'da, Kadın Gazetesi (La Gazette des Femmes); 1848'de, Kadının Sesi (La Voix des Femmes); 1851'de, Kadının Görüşü (Opi­nion des Femmes); 1869'da, Kadın Hakkı (Le Droit des Femmes). 1879'da çıkan Kadın Cephesi (La Fronde) altı yıl boyunca yayımla­nacaktı. 1871'den 1914'e kadar, bazıları uzun ömürlü olmayan otuz kadar dergi kuruldu. Kabaca, iki akım ortaya çıkmaktadır: ka­dınla erkek arasında tam bir eşitlik isteği ve kadının rolü ve kadına özgü nitelikler çerçevesinde düşünülmüş bir eşitlik talebi. Bu ayrı­lık modern feminizmde köktenci terimlerle yeniden ortaya çıkar.

Flora Tristan, özellikle, kadın işçilerin sorunlarını inceler: yazıla­rı, İngiltere'deki fabrikalarda ve kendisinin «Fransa turu» boyunca işliklerde yürüttüğü anketlerden sonra hazırlanan bildiriler gibidir.


Fransa'da, 1848'de, cumhuriyetin ilanı ve genel oy hakkının yürürlüğe konması, birçok derneğin programında en önemli madde olarak yazılmış olan yurttaşlık haklarının eşitliğine yöne­lik kavga ve eylemleri yeniden etkin hale getirdi. Oy hakkı, yirmi kadar ülkede ancak 1918'den sonra elde edilecektir, Fransız kadınlarınaysa bu hak, ancak 1945'te tanınacaktır.

Feministler, 1878-1913 arasında on kadar uluslararası kongre düzenlediler ve yıllar boyunca aynı dilekleri yeniden gündeme getirdiler (iş hukuku, mesleklere alınma, eğitim, medenî haklar vb). III. Cumhuriyet'in önemli yasaları arasında, kadınlarla ilgili olanlarının listesi bir bölümüyle bile ele alındığında, bugün artık unutulmuş ayrımcılıklardan çok, yer verdiği kazanımlar açısın­dan ilginçtir: 1897'de, kimlik belirlemede tanıklık edebilir; 1907'de, evli kadınlar ücretlerini kendileri kullanabilir; 1920'de kocalarının izni olmadan bir sendikaya üye olabilirler.




Bisiklete binen, dans eden, sigara içen, spor yapan YENİ KADIN, yüzyılın ilk on yılından sonra özgür­lüğünü kazanma çabala­rına girişmiş, toplumda kendisine yeni bir yer sağlamaya çalışmıştır. 19. yüzyıldan beri süre­gelen erkeklerle eşit hak­lara kavuşabilme ya da bütün insanların eşit ol­duğunu tanıtlama çaba­ları, 1914'de bu haklardan bazılarının kadınlara da tanınmasıyla sonuçlan­mıştır.
Kadınlar liselere dahası üniversitelere bile girme­ye başlamışlardı. Kadın doktorlar ve dişçiler de vardı. İngiltere'de kabul edilmiş olan Evli Kadının Malları Kanunu kadına kendi malı ve mirası üze­rinde hak tanıyor, koca­sının hakkını kaldırıyor­du. İngiltere'de ve Fran­sa'da boşanma kanunları ıslah edilmiş, Fransa'da kadının vasilik hakkı ta­nınmıştı. Kocaları tarafın­dan terkedilmiş ya da ko­calarının boşadığı kadın­ların çocuklarını görmeğe hakkı vardı. Kadınlar için gazeteler çıkarılmaya baş­lanmış, dernekler kurul­muştu.
Fabrikalarda çalı­şan kadınların durumları düzeltilmişti: Kadınlar ağır işlerde kullanılmaya­caklardı; doğum zamanın­da mecburi izin verilecek­ti; kadınların azami ça­lıştırılacağı iş zamanı tesbit edilmişti; kadınlar ge­ce çalıştırılmayacaktı. Kadınların erkeklere eşit olduğu fikri bütün insan­ların eşit olduğu fikrinin sonucu, dolayısıyla sana­yice ilerlemiş bir toplu­mun ürünüydü. Fransa'­da bu fikri ünlü sosyalist Saint-Simon, İngiltere'de de ünlü liberal John Stuart Mill savunuyordu. Kadınlarla erkeklerin eşit ol­duğu fikri geri kalmış ül­kelere öteki fikirlerle birlikte, ancak sonradan ih­raç edilmiştir. Kadınlara erkeklerle eşit haklar tanınması uğrun­daki bu kavga endüstri devrimine sıkı sıkıya bağ­lıdır. Tarlada çalışan ka­dının durumunda bir de­ğişiklik sağlanamadığı gi­bi, özgür soylu kadının yaşamında da bir değişme olmamıştır. Örneğin soy­lu Rus kadınının ince zekâsına saygı duyulmuş, Amerikalı zengin kadın istediği gibi seyahat et­miş, Fransız salonlarında «avant-garde» kitaplardan söz edilmiş ve bu kadın­lar politikada da etken olabilmişlerdir. Feministler özellikle iki sınıf kadınla ilgilenmişlerdir: Endüstri kesimin­de çalışanlar ve orta sı­nıfa mensup kadınlar.
Düşük Ücretler ve Ağır Yaşama Koşulları Yüzyılın ilk on yılı için­de fabrikalarda, dükkan­larda ya da ev hizmetle­rinde çalışan evli kadın, esas görevinin evine  ve çocuklarına   bakmak   ol­duğu inancıyla, ancak ai­lenin   yaşama   düzeyini yükseltebilmek için çalış­makta;   evli   olmayanlar ise, bu parasızlık, gıdasız­lık ve eşitsizlik dünyasın­dan kendilerini çekip ala­cak bir «kurtarıcı» bekle­mekteydiler.  Kaliteli işçi erkekler arasından yetiş­tiğinden,   kadınların   üc­retleri düşük kalmış, bu nedenle sendikalar da ka­dın işçileri önemsememiştir. Düşük ücret ve ağır koşullarla çalışan kadının «çevrenin saygısını yitir­memek»  çabalarına kar­şın, fahişelik geniş ölçüde artmıştır. Bernard Shaw «fahişelik   kadın   ya   da erkeklerin    ahlaksızlığın­dan değil, düşük ücretle ağır   koşullarda   çalışan kadının kendine yeni bir sığmak arama zorunlulu­ğundan doğmuştur» diye yazmıştır.
Fahişeliğinden kuşkulanılan kadınların zorunlu olarak muayene edilmesi­ni öngören «Bulaşıcı Has­talıklar Yasası» nı protes­to amacıyla düzenlenen 1860 Josephine Butler Kampanyasına binlerce kadın katılmış, «sefaha­tin asıl nedeni olan erke­ğin değil de kadının ce­zalandırılması» na şidetle karşı çıkılmıştır. Bu kam­panyanın amacına ulaş­masına rağmen, fahişe­liği önleyici köklü bir neden araştırması yapıl­mamıştır. Örneğin Ameri­ka'nın bazı bölgelerinde «aile hayatında namusun korunabilmesi için» fahişeliğin gerekliliği savı ile­ri sürülmüştür. Bu görüş, doğum kontrol araçları­nın kullanılmasının ah­laksal sayılmadığı bölge­lerde, evli erkeğin karı­sıyla ayda bir ya da iki cinsel münasebette bu­lunmasını öğütlemek ve dolayısıyla nüfus artışı­nı önlemek amacıyla doğ­muştur. Feministlerin, fa­hişelerle ilişki kuran er­keklere karşı cephe alma­larının nedenlerinden bi­ri de bulaşıcı hastalıklar sorunudur. Yüzyılın baş­larında her on Amerika­lı erkekten birinin bu bu­laşıcı hastalıklardan biri­ne yakalandığı sanılmak­taydı.
Ocak Başı Meleği
Kendi köleliğine ilk başkaldırış 1914'de orta sınıf kadınından gelmiştir. Sanayi Devrimi, erkeği ev­den koparıp almış, an­cak» ataerkil» gelenek ka­dın için değişmemiş, ka­dın dört duvar arasından kurtulamamıştır. Teknik ilerlemeler o güne kadar evde yaptığı işleri büyük ölçüde kolaylaştırmış, kadın yavaş yavaş statüko­nun simgesi haline gel­meğe başlamıştır. Erke­ğin başarısı artık kadına sağladığı rahatlıkla ölçül­mektedir.

Erkeklerin kaba, kirli dünyasından uzak olan bu nazlı, hassas kadının, bu «ocak başı meleği»nin saygıdeğerliği    oranında cinsel zevklerden de uzak olması gerekmektey­di. Oysa, örneğin batı Amerika'da uygarlığın kurulmasında çalışarak er­keğe yardım etmiş olan kadın, batı Avrupa'da ya da İngiltere'de yaşayan hemcinsinden daha ger­çekçidir. Bertrand Russel 1894'de ilk eşinden şöyle söz eder: «Günündeki bü­tün Amerikalı kadınlar gibi cinsellikten nefret ederdi. Evlilikte mutlulu­ğu erkeğin cinsel arzula­rının engellediğine ina­nırdı. Bu konuda onun­la tartışma gereğini bile duymadım.»

Saflıklarını gölgeleyecek bilgilerden uzak, babala­rı tarafından seçilecek kocaları bekleyen serlerde yetişmiş genç kızlar, eko­nomik bağımsızlıkları olmamasına, hiçbir iş yap­mayı bilmemelerine rağ­men özgürlük aşkıyla yanmaya başlamışlardı. H. G. Wells'in Ann Veronica'sı şöyle diyor: «Gelişmem durmuş gibi. San­ki yaşamın ışığını yitir­dim. Her söyleneni yapan bir dilsiz gibiyim... ipleri başka eller çekiyor. Kişi­liğimi kazanmak ve ken­dimi kendim yönetmek is­tiyorum. Çalışan, özgür­lüğüne kavuşmuş, geliş­miş bir insan olmak isti­yorum.»

Yeni İş Alanları
Yeni kadının özlediği öz­gürlük ancak ekonomik bağımsızlığın kazanılma­sıyla sağlanacaktı. Femi­nistlerin- bu konudaki ba­şarısı, kadınlara yeni iş alanları açılmasında görü­lür. Kadınlar artık ka­zançlarını istedikleri gibi kullanabiliyorlar, eğitim olanaklarından yararlanı­yorlardı. Sekreterlik, hastabakıcılık, eczacılık, avu­katlık, öğretmenlik vb. gi­bi meslekler kadınlara açılmıştı.
Bu dönemin ilginç kadın­larından biri olan Floren­ce Nightingale hemşireli­ği bir meslek olarak ka­bul ettirmiş, acıma duy­gusunun topluma yarar sağlamadığını gören İngi­liz Sosyalistlerinden Beat­rice Potter eşi Sidney Webb ile toplum sorun­larına eğilerek, toplumun yapısını etkileyen temel değişiklikleri araştırmış­tır. Radyumu bulan Curie'ler gibi Webb'lerin bir­liği, alışılagelen «kutsal» aile kavramını değiştir­miş, kadınların entellektüel alanda erkeklerle eş değerde olduklarını ta­nıtlamaktan başka yeni bir 'aşamanın da öncüsü olmuştur.
Aşk, Evlilik ve Çocuklar
Yüzyılın başlarında cinsi­yet, evlilik ve aile kav­ramları değişmeye yüz tutmuş birtakım insanla­rı dehşete düşüren düşün­celer yazılmaya ve konu­şulmaya başlanmıştır. Havelöck Ellis, kadının da erkek gibi «monogam» ve «polierotik» yani 'tek eşli ve çeşitli zevkli oldu­ğunu savunurken, Freud gözleri ve yıldırımları üzerine çekmiştir. Alman­ya'da cinsel sorunlar tar­tışılmaya başlanmış, skan­daller moda halini almış­tı. İngiltere'de gelişim da­ha yavaş olmuş, 1914'den başlayarak serbest aşk «ileri» kadınlarca savu­nulmuştur.

Piyes ve romanlarda gele­neksel aile görünümü de­ğişikliğe uğramıştır. Shaw, E. M. Forster, Strind­berg vb. bu konuları işleyen   yazarların   önde gelenlerindendir. Toplu­mun henüz doğumu ön­leyici araçlar kullanılma­sına izin vermemesine rağmen, yüksek orta sı­nıf doğumların hiç ol­mazsa sınırlandırılmasın­dan yana olmuştur. Bu sınıfın yıllık doğum ora­nında düşme görülmek­teydi. Böylece orta sınıf kadını, fazla parasını ve vaktini dilediği gibi kul­lanma olanağına kavuş­muş oluyordu. Teknik olanaklar kadının ev işlerini daha kolay ve daha az zaman harcaya­rak yapmasını sağlaya­cak biçimde gelişmekte­dir. Yiyecek öteberinin sağlanması ve satın alın­ması, yüzyılın başlarında her şeyi satan büyük ma­ğazaların açılmasıyla ko­laylaşmış, o güne değin evlerde yapılan ya da al­tı ayda bir kurulan pa­zarlardan sağlanan yiye­cek maddelerini, topluca bir mağazadan elde et­mek olanağı doğmuştur. Ayrıca hazır giysilerin or­taya çıkması kadını, iğne iplik derdinden kurtar­mıştır..

Yeni Açan Çiçekler
«Nerde o eski kadınlar» diyor yazarın biri hasret­le; «en pahalı elbiseleri giyerler, can sıkıntılarıy­la göze girerler ve inanıl­maz derecede işe yaramazlardı. Biz erkekler on­lara yaltaklanırken, eldi­venli ince parmaklarının bir hareketiyle dünyayı yönetiverirlerdi...» Yukarıda yazarın anlattı­ğı eski kadın, ne var ki, I. Dünya Savaşından sonra oluşan meslek sahibi, öz­gür ve bağımsız kadının doğuşunu sağlamış ve onun temeli olmuştur.
(Türkçesi, Nur Kartal)
20.Yüzyıl Tarihi, Arkın Kitabevi 




Kadının Bitmeyen Kavgası
Kadınların «oy verme hakkı»na kavuşma savaşı yüzünden birçok binanın camı çerçevesi inmiştir. Basit bir yasa değişikliği isteği olarak başlayan hareket, gitgide önem kazanmış, bir ayaklanma niteliği almıştır. Bu akım kadınların başarısıyla sonuçlanmıştı. Ama hemen yargıya varmayalım: Ana sorun çözümlenmiş midir?


19. yüzyıl başlarında erkek-kadın eşitliği henüz söz konusu değildi. 1792'de Mary Wollstonecraft'ın «Vindication of the Rights of Wo­men (Kadın Haklarının Korunma­sı) adlı kitabı, yayımlanmıştı. Sa­dece gerçekte kadının tek sorunu oy verememek değildi. Yüksek öğrenim yollarının kendilerine kapalı oluşu, evli kadının mülk sahibi ol­maması gibi kısıtlamalar başlı ba­şına birer savaş nedeniydi. Kadın eşitliği sorunu ya da yan­daşlarının deyimiyle «dava», seçim hakkının kazanılması amacını aş­maktadır. Bu hakkın varlığı, kadı­nın küçümsenmesini önlemeyecek, genel durumunda değişiklik yap­mayacaktı. Oy kullanma isteği, yal­nızca kadm haklarının savunulma­sı ilkesinin bütün kadınlarca be­nimsenmesinde bir sembol olması bakımından önemlidir. O günün ile­riyi görebilen kadın savaşçıları bir adım atmakta olduklarını sezinlemişlerdi; ama çoğunluğun kaygı­sı yalnızca oy hakkına kavuşabil­mekti.


19. yüzyılda, seçme hakkından yok­sun alt sınıf erkeğine bu hakkın tanınması için yapılan savaş, oyunu kullanabilen erkeklerin öncülüğün­de sürdürülmüştü. Kadınlar ise, po­litikacıların hesaplı oyunlarına sığınmaktansa savaşı kendi başları­na yürütmeyi yeğ tutmuşlar, ara­larındaki dayanışma ' beklenmedik dostluk duyguları yaratmıştı. Ço­ğunluk için bu kavga bir oyalan­ma, o güne kadar içe itilmiş duy­guların bir patlaması olarak nite­lendirildi.

Sorun Çıkıyor
1850'lerde Birleşik Amerika'da ka­dınlar, köleliğin kaldırılmasından yana çıkmışlar; bu sorunu benim­semeleri, kendi durumlarını göz­den geçirmelerini gerektirmiş, oy hakkı istemişler, ama etkin olama­mışlardı.

İç savaşın sona ermesiyle (1861-1865), Anayasada değişiklik yapıl­mış, renk ayırımı gözetilmeksizin seçim hakkı tanınmıştır. Ancak ye­ni Anayasada da kadınlardan söz yoktur. Bu konuda ilk adım 1869'da Wyoming'de atıldı: Kadınlar da er­kekler gibi oy kullanacaklardı. İç savaşın bitiminde, öteki eyalet­lerde para kazanma sarhoşluğu ile başı dönenlerin, kadın hakları ile uğraşmaları beklenemezdi. Anaya­sada değişiklik yapılması daha ko­lay olacak, kadınların oy hakkını kazanması çabuklaşacaktı. Ancak bu döneme uzun ve güç bir kam­panya sonucunda geçilebildi. Su­san Anthony (kadın hakları yöne­ticilerinden) Tasarısı 1870 ve 1880'-de Kongreye sunuldu, ama geri çev­rildi.

İngiltere'de, 1867 Reform Tasarısı, kadınların oy verme konusuna il­giyi çekti. Kadın haklarının ateşli savunucularından John Stuart Mill, 1865'de seçildiği Parlamentoya, ka­dınların oy hakkı konusunda bir tasarı sundu. Bu tasarı 73'e karşı 194 oyla geri çevrildi. Bunu izle­yen iki üç yıl içinde kadınlar bir­kaç belediye seçiminde oy kullan­ma hakkını kazandılar. Ama parlamentodaki parti kavgaları oy hakkı için yapılan mücadeleyi ikinci pla­na attı. Liberal Partinin büyük bir kısmı oy hakkı verilmesinden ya­naydı. Oysa Liberal Parti lideri şahsen bunu istemiyordu. Disraeli ise yavaş yavaş bu davayı tutmaya başlıyor, ama parti üyeleri karşı ko­yuyorlardı.

1884 yılında erkekler için oy kul­lanma kanunu ikinci kez tartışıldı­ğında ve kabul edileceğinde Kadın Hakları yeniden ele alındı. Bir mil­letvekili kanunda kadınlara hak ta­nıyan bir tadilat yapılmasını istedi. Glodstone teklifin şiddetle aleyhin­de bulundu. Kanunun zaten birçok değişiklik getirdiğini, yeni bir de­ğişikliğe lüzum olmadığını söyledi.

Milletvekilinin  tadil  teklifi  135'e  karşı 271 oyla reddedildi. 1883'de Hükümetin seçim giderleri­ni kısması üzerine partilere, pro­paganda işlerinde kadın gönüllüler gerekti. Politikacılar karşı cinse da­ha nazik davranmak zorunda kaldılar. Avam Kamarasında kadınların oy kullanmasından yana olan bir çoğunluk belirdi.


Amerika Birleşik Devletleri'nde kadınlara seçim hakkının tanınması­na karşı, en sert tepki içki yapım­cılarından geliyordu. Bunlar, ka­dınların oyları ile içki yapımının engelleneceğine    inanmaktaydılar.

 Güney eyaletlerinde ise aynı direniş, başka bir nedenle, kadının zen­ci gibi dayak korkusu ile istenilen partiye oy vermeye zorlanacağı inancından doğuyordu.

Seçmek ya da Seçmemek: Bütün Sorun Bu... Başka ülkelerde elde edilen sonuç­lar, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri'nde» etken olmadı. İngiltere'de liberallerin çoğunluk sağla­dıktan 1906 seçimlerinin bu yönde en önemli sonucu, «Women's Social and Political Union» (Kadınlar Top­lumsal ve Siyasal Birliği) nun ku­rulması oldu. Bir seçim toplantısın­da Wiston Churchill ve Sir Edward Grey'i soru yağmuruna tutan Christabel Pankhurst ile Annie Cley dışarı altıldılar; daha sonraları so­kaklarda miting yaptıklarından hapsedildiler.

Dul Mrs. Fawcett'in yönettiği «Na­tional Union of Women's Suffrage Societies» (Kadınlar Oy Hakkı Der­nekleri Ulusal Birliği) ise, başka bir yöntemde, aşırılığa kaçmaksızın ve toplumun saygınlığını yitirmek­sizin heyecanı ayakta tutmak ama­cını güdüyordu. Ama, henüz orta­da bir heyecan yoktu ki ayakta tu­tulsun. Seçimlerden sonra, ilk to­humlan atmaya kararlı olan Christabel, annesi Emmeline Pankhurst ile birlikte, kadınların oy hakkına karşı olduğu bilinen Maliye Baka­nı Asquith'e kesin cephe aldı. Avam Kamarası önünde gösteri yapan bir grup polisçe dağıtıldı; bazı tutukla­malar oldu. Olayların henüz başkaldırma biçimini almamış olması­na rağmen, daha ılımlı bir tutum­dan yana olanlar Birlikten ayrıldı,

"Women's Freedom League" (Kadın Özgürlüğü Derneği) kuruldu. Hyde, Park'ta, Trafalgar Square'de düzenlenen gösteriler, Pankhurstlar’ın yeniden tutuklanmaları, «kadın­lara oy hakkı» diye çığlıklar, yavaş yavaş meyvesini vermeye başlıyor, konu daha ciddiye alınarak toplum­ca benimseniyordu. 1909'da Başba­kanın evinin camları taşlanıyor, bir kadın Churchill'in üzerine kamçı ile yürüyordu. Avam Kamarasının önünde gösteriler düzenleniyor, kadınlar tutuklanıyorlardı. Bunlardan biri, Miss Wallace-Dunlop hapishanede açlık grevine başlayarak Hü­kümetin başına yeni bir dert açtı. Önceleri grevciler salıverildi. An­cak hapishaneler boşalmaya başla­yınca, çıkar yol olarak grevcilerin zorla beslenmesi düşünüldü. Göz yıldırma amacıyla başvurulan bu çare, savaş taktiklerinde yenilgiyeuğrayan kadınlar arasındaki daya­nışmayı, daha da artırdı. O sırada Başbakan olan Asquith, 1910 seçimlerinden önce, seçim er­tesinde kadınlara bu hakkın tanı­nacağına söz verdi.

Mülk sahibi ka­dınların oy- kullanmasını öngören bir tasarı Parlamentoya sunuldu, ciddi ciddi tartışıldı; zaman darlı­ğından yasalaşamadı. Olay, Avam Kamarası önünde yeniden gösteri­lere yol açtı; bu kez kimse tutuk­lanmadı, ama yürüyüşçü kadınlar polisler tarafından iyice tartaklan­dılar.
Emmeline Pankhurst

1910'dan sonra bir durulma oldu. Mrs. Pankhurst İngiltere'de yürü­tülen «dava»yı açıklamak üzere Kuzey Amerika'ya gitti. Amerika'da bu konuda büyük bir gelişme olmamıştı. İngiltere'deki olayların yankılanması ve önemsenmesi ile 1910-1913 yılları arasın­da altı eyalet daha kadınların oy verme hakkını kabul etti. 1912'de Amerika'dan dönen Mrs. Pankhurst'ün kavgaya daha şid­detle sarılma önerisi üzerinde Lon­dra'da Piccadilly, Regent Street ve Oxford Street'de yine vitrinler indi­rildi. Parlamentoya sunulan, bu kez mülk sahibi erkeklerin eşlerine oy hakkı tanınmasını öngören bir ta­sarı tekrar geri çevrildi. Pankhurstların bu kampanyayı sür­dürüş biçimleri gerçekten ilgi çe­kicidir. Paris'te yaşayan Christabel, hareketi buradan yönetmekteydi. Çalışarak geçinen kadınlarca bu davanın   benimsenmesi   gereğinenanan kızkardeşi Sylvia, bu alan­da eyleme girişmişti. Oysa, Chris­tabel ve açlık grevlerinden iğne ip­liğe dönen Mrs. Pankhurst üst sını­fın ilgi ve desteğini sağlamaya ça­lışıyor, onun bu alandaki çalışma­sını engellemek istiyorlardı; sözle­rini dinletemeyince, Sylvia'yı Bir­likten çıkardılar.

Asquith'in Parlamento'ya sunduğu son tasarının yeniden geri çevril­mesi üzerine, oyuna getirildiklerini anlayan «kadınlara oy hakkı» ta­raflıları ateş püskürdüler; böylece şiddet hareketleri yeniden başla­mış oldu.


Gerilla Savaşçıları
1913 yılı, «kadınlara oy» çığlıkları­nın en çılgın dönemidir. Derby ya­rışlarında kendini Kralın atının önüne atan Emily Davison'un ce­naze töreni büyük bir olay olmuş, evler ateşe verilmiş, telgraf telleri kesilmiştir.




 «Başkaldırma» artık bir gerilla savaşı niteliğindedir. Hapis­hanelerde açlık grevi yapanlar salıverilmekte, halk arasındaki deyim­le «Kedi ve Fare Yasası» gereğince, iyileşir iyileşmez tekrar içeri alın­maktadırlar. Parlamento üyelerine göre ise olay, gittikçe önemini yitir­mektedir. 1914'de Asquith, Sylvia'yı ve Pankhurst'u izleyenlerden bir grubu kabul edip görüştü. Anlaşıl­dığına göre, toplum sorunları ile yüzyüze bulunan bu kadınlara oy hakkı tanınmasının yararına ken­disi de inanmaktaydı. Ancak aynı yıl I. Dünya Savaşı pat­ladı. Görünürde kadınların yaşa­mında bir devrim olmuş gibiydi; fabrikalarda erkeklerden boşalan yerlerde çalışıyorlar, onların yap­tıkları işleri yapıyorlardı. «Mütte­fikler demokrasiden yanadır» slo­ganı, seçim hakkının herkese tanı­nacağını gösteriyordu. 1918'de erkeklerin 21, kadınların 30 yaşında oy vermesi kabul edildi; 1928'de bu hak kadınlar için de 21'e indirildi.

Amerika Birleşik Devletleri'nde Su­san Anthony Tasarısı 1916 yılında Temsilciler Meclisinde, ilk olarak üçte iki çoğunluğu sağladı; ancak Senatodan geçemedi. Bazıları, bunun nedenini o sıra Amerika'da başlayan şiddet hareketlerinin Se­natörleri ürkütmesinde ve gereksiz görülen bu aşırı tutumun doğurdu­ğu tepkide bulmaktadırlar. 1918'de tasarı her iki meclisten de geçerek nihayet yasalaştı Kanada'nın bazı eyaletlerinde 1916'-da, kadınlara seçim hakkı verildi. 1917'de Muhafazakâr Parti Hükü­meti, kendi Partisine oy sağlamak amacıyla, bu hakkı yalnızca ordu­da yakını olanlara tanımıştı. 1918 seçimlerinde ise, kayıtsız şartsız herkes oyunu kullanmıştır. Savaş­tan sonra, Sovyetler Birliği ve Al­manya'da da kadınlara seçim hak­kı kabul edilmiştir.

Savaştan Çıkan Kadın
Peki ama bütün bunlar değdi mi? Kadınların pek azının Parlamento­ya girebildiği, hükümet içinde yer alanların ise parmakla gösterilecek kadar az olduğu düşünülecek olur­sa, bu sorunun bazılarınca «değme­di» diye cevaplandırılması gerekir. Ama, 19. yüzyılda, sendika temsil­cileri dışında, kendilerine ilk olarak oy hakkı tanınan alt sınıf erkekle­rinin de bu konuda pek varlık gös­teremedikleri bir gerçektir. Günü­müzde toplumsal ve ekonomik so­runlar 19. yüzyıla oranla, açıklı­ğa kavuşmuştur. Kadınlara oy hak­kı tanınması, bu gelişmede, bir ba­samak niteliğindedir. I. Dünya Savaşı, kadının ekonomik durumuna köklü bir değişim getir­memiştir. Daha önemli değişiklik, 1891-1911 yılları arasında az da ol­sa bazı meslek kapılarının kendile­rine açılmasıyla olmuştu. Seçim hakkı uğrunda verilen kavga, de­ğişmeye yüz tutan savaş öncesi dün­yasının bir görünümüdür. Kadın-erkek eşitliği, ekonomik sorunların dışında da belirlenmeğe başlamıştı. Gerçi, zaman zaman «dava» nite­liğini yitirmiş, tiz çığlıklar yükselmiştir, ama ne çare ki, kadın-erkek ilişkisi, gürültüsüz patırtısız çözüm­lenemeyecek kadar karmaşık bir sorundur ve aynı zamanda kolayca içine girilemeyecek kadar tehlikeli bir alandır.
(Türkçesi, Nur Kartal)
20.Yüzyıl Tarihi, Arkın Kitabevi

Kadın'dan "Son Feminizm" e
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra feminist hareket silinir: femi­nistlerin dileklerinden bazılarını geleneksel partiler veya siyaset dışı dernekler (aile planlaması) benimsemiştir. Bunlar olup biter­ken, Simone de Beauvoir, 1949'da, Kadın (Le Deuxième Sexe) ad­lı denemesini yayımlayarak «radikal» denilen bir feminizmi baş­lattı. O dönemde Fransa'da büyük ilgi görmeyen eser, 1953'te, İngilizceye çevrildiği ABD'de de pek çok baskı yaptı. Bu kitap, kırk yıl sonra kadın hareketlerinin kaynaklarından biri haline geldi.

Deneysel bilimlerin ve insan bilimlerinin zenginleştirdiği Ba­ğımsızlığa Doğru, toplumsal ürün olarak kadının, toplumun tüm düzeylerini (kültür, siyaset, efsaneler vb) kapsayan bir eğitimden geçerek yetişen, ancak ikinci sınıf insan durumuna yerleştirilmiş kadının portresini çizer. Bu ikinci sınıf olma durumu bir yazgı de­ğil («Kadın olarak doğulmaz, kadın olunur») kadınların mücade­le ederek değiştirmeleri gereken bir olgudur.

Kadınlara Özgürlük
Avrupa'nın demokratik ülkelerinin çoğunda 1970'li yıllardan başlayarak, tümü «özgürlük hareketleri» olarak belirlenebilecek feminist hareketler gelişir.

Feminist hareket, önce, Amerikan tüketim toplumunun konfo­ru içinde ortaya çıktı. 1963'te, «Kandırılmış Kadın»ın (The Femini­ne Mystique) yayımlanmasından sonra, Betty Friedan NOW'u (National Organisation of Women, Ulusal Kadınlar Örgütü) ku­rar; bu örgüt, büyük ölçüde orta sınıflara mensup kadınlardan oluşuyordu: örgüt (1971'de 10 000 kadın), kadının kendi üyeleri arasında da kabul gören rolüne ve geleneksel kültür modellerine karşı çıkar.

NOW'dan kaynaklanan Kadınların Özgürlüğü Hare­keti (Women Liberation Movement), yerel ve federal siyasî güç­ler nezdindeki pek çok eylemi ve danışma organları sayesinde, baskı grubu olarak etkisini yayar; aynı dönemde geniş bir feminist Militan olmayan çok sayıda kadını hızla kendine çeken MLF daha sonraki yıllarda birçok akıma bölündü; çünkü «baş düşman»ın belirlenmesi -erkek egemen toplum veya kapitalist sis­tem-, «kadınlık durumu»nun (bu sözcük Afrikalıların zencilik durumu lehine yürüttükleri siyasî ve kültürel kavgayla benzeştir­me yapılarak uydurulmuştu) tanınması için yürütülen mücadele­de farklı tarzlar ve yerler gerektiriyordu.

Kürtaj serbestisi ve doğum kontrolü için seferberlik (1971'de kür­taj yaptırdıklarını açıklayan 343 kadının bildirgesi), «kadınlara kar­şı işlenmiş suçları» kınama günü (1972), kadınlara ev ve kadınlık gö­revlerine karşı grev çağrısı (1974), «SOS dayak yiyen kadınlar», «SOS saldırıya uğrayan kadınlar» adlı kuruluşların oluşturulması, 1973'te, Kadın Yayınları'nın kurulması, feminist dergilerin çoğal­ması, hep bu akımlardan herhangi birinin başarısının sonucudur.

Bir eylem grubu, ama aynı zamanda, «ortaklaşa bir kimlik»in oluştuğu bir buluşma yeri olan MLF, özgün örgütlenme biçimi (hiyerarşik yapıların reddedilmesi), müdahale alanlarının çeşitliliği (toplumsal, siyasî, kültürel) ve bireysel ve özel baskıları ortak bir baskı olarak görmesi sayesinde bu on yılın siyasî görünümünü derinden değiştirdi.

Nitekim, Fransa'da cinsel ayrımcılık, ücret eşitliği, boşanma hukukunda reform hakkında 1972'de çıkarılan yasalar ve 1975'te kürtaja izin verilmesi; 1978'de tecavüze karşı bir yasa­nın kabul edilmesi; 1974'te Kadın Durumu Sekreterliğinin ku­rulması hukuk alanındaki feminist dileklerin en önemlilerine karşılık vermiş oldu. Ama, biçimsel hukukî kazanmalardan çok daha fazlasını amaçlayan kadınların kurtuluşu elbette son bul­mayacaktır. Axis 2000

Birleşmiş Milletler'in (BM) kadınların konumuyla ilgili komisyonuna katılan ABD'li üyeler, 1975'in Uluslararası Kadın Yılı olarak ilan edilmesini sağladılar. Böy­lece, kadınlar uluslararası konferanslarda ülkelerini temsil etmeye başladılar ve México'daki konferansta gelecek 10 yıl için bir Dünya Eylem Planı kabul ettiler. Pla­nın amacı kadınların karar verme sürecine ve kamu yaşamının her alanına katılmasını sağlamaktı. BM 1979'da kadın hakları bildirisi olarak nitelendirilen Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'ni (CEDAW) kabul etti. 1980'de Ko­penhag, 1985'te Nairobi'deki uluslararası konferansların ardından Eylül 1995'te Pekin'de 4. Dünya Kadın Konferansı toplan­dı. Kadın ile erkek arasında cinsiyet ayrım­cılığı, kadınların ekonomik koşullarının iyileştirilmesi, kadınlara uygulanan şiddet gibi konuların ele alındığı kongrenin so­nunda Pekin Eylem Platformu kabul edil­di. BM, Haziran 2000'de New York'ta Ka­dınlar 2000 adıyla özel bir oturum düzenle­di; burada, platformda alınan kararların ne kadarının gerçekleştiği üzerine değerlen­dirme yapıldı.

Genelde kadınların özürlüğü hareketi ka­dınları zayıf, edilgen, aklıyla değil duygularıyla davranan kişiler olarak gören egemen anlayışa karşı çıkar. Hareket ayrıca kadınların cinsel nesneler olarak görülmesini eleşti­rir. Kadınların kimliklerinin ve kişiliklerinin bilincine varmaları hareketin öncelikli he­defleri arasındadır.

Kadınların özgürlüğü hareketi çeşitli toplumlarda değişik kesimlerin tepkisiyle karşılaştı; yer yer yalnız erkeklerin değil, kadın­ların da bu harekete karşı direndiği görül­dü. Benzer biçimde hareketin amaçlarında da ülkeden ülkeye değişiklik görüldü. Bazı yerlerde başlık parasının kaldırılması, örtünme ve kaç-göç konusundaki kuralların yumuşatılması hedef alındı. Birçok ülkede sözleşme yapmak ya da dava açmak konularında kocanın iznini gerektiren yasal uy­gulamaya karşı çıkıldı. Sanayi toplumların­da eşit işe eşit ücret talebinde bulunulurken magazin basınının körüklediği kadın tipiyle mücadeleye de girişildi.

1980'lerde Türkiye'de, geçmişi II. Meşru­tiyet dönemine uzanan feminist hareket ka­dınların özgürlüğü hareketi biçiminde yeni­den gündeme geldi. Konuyla ilgili başlıca kitap ve makalelerin çevrildiği, bilinç yük­seltme gruplarının oluşturulduğu bir ideolo­jik birikim dönemini, 1987'deki Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası'yla başlayan bir yaygınlaşma dönemi izledi. Bu dönemde cinsel tacize, Aile Araştırma Kurumu'nun aile anlayışına, Türk Ceza Kanunu ile Me­deni Kanun'un bazı maddelerine karşı yü­rütülen kampanyalar, sınırlı başanların yanı sıra hareketin yaygınlaşmasına da katkıda bulundu. Hareketin özellikle büyük kent­lerde yandaş bulmasında Feminist ve Kak­tüs dergileri de rol oynadı. 1990'larda ise kurumsallaşma açısından önemli adımlar atıldı. Bazı üniversitelerde kadın araştırmaları birimleri oluşturuldu. Kadın Eserleri Kütüphanesi, Mor Çatı, Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu gibi projeler yaşama geçirildi. A.B.

Yararlanılan Kaynaklar:
1. Thema Larousse
2. Axis2000
3. Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi
4. Ana Britannica
5. 20.Yüzyıl Tarihi, Arkın Kitabevi

Feminizm (Felsefi boyut)

Lütfen izleyin: Suffergate (Diren) 2015

 (2015)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder