Anarşizm


1914'e Kadar Anarşizm 
Roderick Kedward
Anarşistler
Anarşistler suikastlarıyla ün salmışlardı, ama onlara halk düşmanı ya da sorumsuz katiller gözüyle bakmamak gerekir. Hepsi «hükümet denen örgütün, elbiseler gibi, yitmiş masumluğun belirtisi olduğu» na inanmıştılar.

Le Voreux madeni, «toprak altından gelen aralıksız patlamalarla», «san­ki yerin göbeğinden doğru korkunç bir bombardımanla» çöktüğünde, vakit geceydi. Anarşist Souveraine, köyün yukarısındaki kalıntı yığını üstünde, yarattığı felâketi ilgiyle gözleyerek, kımıldamadan durdu birkaç dakika. Sonunda, paniğe ka­pılmış kaçışan kadınlı erkekli in­sanlara ve yeraltı suları içinde bo­ğulmakta olduklarını bildiği ma­dencilere aldırmadan ayağa kalk­tı; «son sigarasını da yere atıp ar­kasına bakmadan karanlığa doğru yürüdü. Belirsiz gölgesi gecenin içinde silinip kayboldu. Şehirleri ve insanları havaya uçuracak kadar dinamiti nerede ele geçirirse orada, soğukkanlılıkla yakıp yıkmaya ve gene tanınmadan kaybolmaya ha­zırdı. Son burjuvanın ayakları al­tındaki kaldırım taşları havaya uç­tuğu gün de muhakkak orada bulunacaktı.»

Zola, «Germinal» (1885) romanında bu hayalî portreyi çizmeden iki yıl önce, Lyon'un «Bellecour Tiyatrosu» lokantasında bir anarşist bombası patlamıştı. Ama lokantada, burju­vazinin «kalburüstü» kişileri yer içerken, olayın tek kurbanı zavallı bir memur olmuştu. 1884'de, Marsilya'daki bir manastırdan kovulan Louis Chavès adındaki anarşist eği­limli genç bir bahçıvan da, öcünü Başrahibeyi öldürmekle almıştı. 1890 yıllarında bu kundaklama ve suikastlar havasıyla birlikte olay yerlerinin ve ölenlerin sayısı da ol­dukça artmıştı. Örneğin, 1892'de Pa­risli dört polis memuruyla bir kah­veci, 1893'de yirmi İspanyol tiyat­ro seyircisi, 1893-1900 yılları ara­sında Fransa Cumhurbaşkanı Carnot, İspanya Başbakanı Canovas, Avusturya-Macaristan İmparatoriçesi Elizabeth, İtalya Kralı Umber­to ve bir de, sanki yeni yüzyılı kut­lar gibi, 1901 yılında, Amerika Cum­hurbaşkanı McKinley öldürülmüş­tü.

Sakallı Tip
Bütün bu olaylar, gerek kitap ve gazetelerde, gerekse kamuoyunda «anarşist» tipinin rahatça kalıplaş­masına yetti. Artık, «anarşizm» de­nildiği zaman akla hemen karga­şalık ve yıkıntılar geliyordu. Zama­nın karikatürlerinde, polis fotoğraf­larında ve politik resimlerinde «anarşist» tipi, saçı sakalı birbirine karışmış, kara paltolu, sevgiden yoksun kara gözleriyle ve arkasın­da sakladığı elbombasıyla bir «halk düşmanı» gibi gösteriliyordu. İngil­tere'de çıkan «Blackwood's Magazi­ne», «tabiatta anarşistlere en yakın olan yaratık kuduz köpektir» diye bitiriyordu bir yazısını. Bütün Av­rupa'nın para babaları, her olaydan kendi ceplerine pay çıkardıkları gibi, bu hareketlerden de faydala­nıp «anarşizme karşı» yüksek prim­li sigortalar icat ederken; Amerika Cumhurbaşkanı Theodore Roose­velt, «anarşizm, insan soyuna karşı girişilmiş en korkunç savaştır» di­yordu. Tabiî bu arada birtakım anarşist çevrelerde 19. yüzyıl sonu­nun, «burjuva toplumunun» da so­nu olarak ilan edilmesi, rahatı ka­çan yönetici sınıfı harekete getiri­yor ve anarşistler, varlığını inkar ettikleri devlet örgütleri tarafından kovalanıp cezalandırılıyorlardı.

 20. yüzyıl, bir önceki yüzyıldan mi­ras kalan bu anarşist tipini ufak tefek değişikliklerle kabullenmekte gecikmedi. Yalnız bu tipe bir de ba­şarısızlığın gülünçlüğü eklendi. 19. yüzyıl ortamının bir düşünürü olan Proudhon'un çıkardığı «anarchy» yani «hükümetsiz evren» kavramı­na, insanın mükemmelleştirilebileceği inancına güvenini yitiren ay­dınlar arasında modası geçmiş tatlı bir düş gözüyle bakılmaktadır ar­tık. Sınırlı demokrasi, sosyal plan­lamacılık, enternasyonalcilik ve si­yasal diktatörlük akımları, elbirli­ğiyle böylesine iyimser ve roman­tik bir düşüncenin karşısındadırlar. Hobbes'cu bir gerçekçilik 20. yüzyılı kaplamıştır: «İnsan hiç bir zaman mükemmel olamayacaktır, hükümet bir zorunluluktur ve çatışmalar kaçınılmazdır.» Bu düşünce havası içinde anarşiste vurulan en iyi damga, acaiplik; en kötüsü de giz­li ihtilalcilik, komitecilik ve ahlak­sızlıktı.
Anarşist bombalarının ve kurşunla­rının tehdidi altında bulunan Av­rupa aristokrasisinin uydurduğu hikayeler, 1890-1914 döneminde in­sanların kafasına yerleşmiş olan bu düşmanca tasviri daha da renklen­dirmiş ve şartlandırmışti: 1893 kasımında Liceo Tiyatrosunda «William Tell» operasının ilk tem­sili sırasında galeride patlayan iki bomba, tertemiz elbiseleriyle ope­rayı rahat rahat seyreden masum İspanyol seyircisinin keyfini kaçır­mıştı. İspanya Başbakanı Canovas 1897'de öldürüldüğü sırada, tatil gü­nü, evinin terasında oturmuş ra­hat rahat gazetesini okuyordu; za­vallı Başbakan şiir yazan, resim yapan, eski paraları toplayan kül­türlü bir adamdı. Avusturya Krali­çesi güz gölgeleri altında poz veren trajik ve melankolik bir kadındı; resmî görevlerden tiksindiği, ro­mantik şiirlerinden ve mektupların­dan belliydi; Cenevre koyunda bir İtalyan işçisi tarafından bıçakla ya­ralanmadan dört ay önce, «ölüme gidiyorum» diye yazmıştı ve son günleri bu facianın karanlık işaret­lerini taşıyordu. Son olarak da İtal­ya Kralı Umberto, politikadan çok atı, saray törenlerinden çok avı se­ven zararsız bir kraldı. Bu tür yazarların başı Alfred Vizetelly, «Anarşistler» adlı (1911) dra­matik kitabında, «konuyu tartışma­yı değil, son kırk yıl içinde anarşiz­min çeşitli dönemlerini, ilerlemesini ve yükselmesini tespit etmek» iddia­sındadır. Bu kitap büyük bir öfke ile yazılmış bir ahlak suçlaması ol­duğu gibi, yıkılmayacağına inanan, taptığı değerlerden neden şüphe edildiğini bir türlü anlamayan bir toplumun da tepkisidir. 1914'de her ülkeyi kaplayan milliyetçilik, hal­kın coşkun gösterileriyle karşılanan savaşla birlikte Avrupa'ya yayıldı­ğı zaman, anarşistin yalnızlığı büsbütün arttı. Eski şiddet suçlamala­rına bu sefer de barışseverlik suç­lamaları eklendi ve hakkında birta­kım yargılara varıldı. Sonuç olarak anarşist, tehlikeli, toplumsal bir sapık olarak suçlandırıldı.




































Anarşizmin Kökleri Anarşizm konusunda varılan bu eski yargıyı yeniden incelemek için anarşizmin kuram ve eylem­deki aşırı uçlarını gözden geçirmek zorundayız. Anarşistlerin pek küçük bir azınlığı bu kanlı feci melodram havasına bürünmüştür. Ku­ram olarak anarşizm, kaynağını, İngiliz özgürlükçü düşünürü Willi­am Goldwin (1756-1836) den, Fran­sız sosyalisti Joseph Proudhon'dan (1809-1865), Rus barışseveri Leo Tolstoy (1828-1910) ile, 19. yüzyı­lın özgürlükçü büyük düşünürle­rinden alır. Birçok anarşistlere gö­re ise, anarşizmin kökü çok daha gerilere, Çin bilgesi Lao Tse'ye, Es­ki Yunan Hedonistlerine ve Kinik­lere, Stoacı okulun kurucusu Zenon'a ve Reformation'dan önceki ve sonraki çeşitli Batı mezheplerine de­ğin uzanır. Anarşizmin başlıca is­tekleri insanlığın eskidenberi süre­gelen dilekleri, yani insanın baskı­dan özgür yaşaması ve bütün in­sanların eşit olması ise, bu dilek­lerinde elbette ki haklıdır. Ama eylemsel bir akım olarak anarşizmin şiddet yanı, daha yakın bir geçmiş­te başlar.


Charles Fourier (1772-1837), Robert Owen (1771-1858) ve Mikhail Bakunin'in bireyci devrim­ciliği gibi ilk sosyalist plancıların ütopyacı tasarlamaları ve topluluk­ları, anarşistlere, toplu yaşama ide­allerini ve gizli komplo kurma us­talığını vermiştir. Yüzyılın son çey­reğinde bu ideolojinin ve eylemin her şekli, Avrupa ve Birleşik Dev­letlerin her yanındaki anarşistlerin düşüncelerinde ve yaşamlarında, çeşitli kişilik vé çeşnilere göre, bu­lunabilir.

İlke olarak anarşistler bütün sistem­leri, parti disiplinini ve dogmatizmi reddederler. Eski özgürlükçülerin dediği gibi, «hükümet, elbiseler gibi, yitmiş masumluğun belirtisidir» ve anarşist yazılarında bir çeşit doktrinel çıplaklık, sade bir inancın ilkel hali vardır. Zaman zaman çocuk­su olan, bu özgürlüğe adanmış te­mel, bireyin manevî kuruntularına dizgin vurur. Anarşistlerin, fedai­lerini ve azizlerini kolayca bulma­larının nedeni işte budur; sadelik ve kutsallık tarihsel olarak birbirine kaynamıştır.


Anarşizmin en saygıdeğer azizleri Prens Peter Kropotkin (1842-1921), Emma Goldman (1869-1940) ve Errico Malatesta (1853-1932) dır. So­yu Emolensk prenslerine dayanan Kropotkin, ezilenlere karşı sempati besledikleri için zenginliklerini ve soyluluğun lükslerini reddeden Rus aristokratlarının geleneksel çizgisi­ne bağlı kişilerden biridir. Kropot­kin 19. yüzyıl sonuna doğru, dra­matik bir ihtilalci hayatı yaşadık­tan, birçok kereler hapsolunduktan hapisten kaçtıktan sonra İngiltere'­ye yerleşti. Hammersmith'deki kü­çük evlerden birinde yaşadı, ora­dan Brighton'a geçti ve «sözle, ya­zıyla, bıçakla, tüfekle ve dinamitle sürekli isyan» konusunda yaptığı çağrı ile yeni bir kuşağı etkiledi. Gerçekte bu tür şiddet edebiyatı onun kişiliğini aşıyordu; çünkü aris­tokrat ve piyanist Kropotkin cö­mert, akıllı ve insancıl olarak bili­nirdi. Bir yandan şiddet hareketle­rini salık veriyor, öte yandan da 1890'larda, artık politik bir gücü kalmamış olan terörcülüğü tutmu­yordu.


Bir Amerikan «Jean d'Arc»ı Kropotkin'i izleyenler her yerde gö­rülüyordu. Bunlar arasında, Atlan­tik ötesinde, burjuva Amerika'sının otuz yıl baş belası olan Emma Gold­man vardı. Çok başka karakterde olmakla beraber onun da aslı Rustur. Kızlarının ardından Amerika'­ya göç etmeden önce ailesi, çok rahat bir hayattan Yahudi mahalle­lerinin sefaletine değin yuvarlan­mış bir Rus Yahudi ailesiydi. Emma daha 16 yaşında genç bir kız iken, daha adil bir toplumun nasıl olabi­leceğini araştırmaya başlamıştı. Amerikan endüstrisinin baskısı ve otoritesi karşısında hayal kırıklığı­na uğradı. Biçimsiz, çirkin, iri çene-li, inandırıcı, kızgın bir hatip olan Johann Most'un etkisiyle isyana kalktı ve sonunda Kropotkin'in ya­zılarını okuyunca anarşizmin top­lumsal ilişkiler için tek temel oldu­ğuna inandı.

Rusya'dan ayrılmadan önce oku­yup etkilendiği Çernişevski'nin «Ne yapmalı?» (1863) adlı devrimci ki­tabını düşünerek, Rus arkadaşı Aleksandr Berkman ile birlikte ko­operatifler kurdu. 1892'de, Pennsylvania'da Homestead'de, bir lokavt sonucu on kişi öldürüldüğü zaman, bu cinayetten sorumlu olan endüs­trici Henry Clay Frick'i öldürmek için, arkadaşı Berkman ile birlikte başarısız bir girişime kalktı. Ateş eden Berkman hapsedildi; Emma'-nın da suçlu olduğu açık olmakla beraber, ispat edilemedi. Başkan McKinley'in öldürülmesindeki or­taklığı yüzünden de mahkemeye çekilemedi; gerçi katil Leon Czolgosz, Emma'yı dinlemişti ve ondan okumak için anarşist kitapları iste­mişti; ama bu Emma'nm suçlandırılmasma yetmedi. 1901'den sonra bütün Amerika'ya yayılan anarşizm korkusu, onu baş suçlu saydı ve Emma'nm adı çocukları korkutmak için kullanılmağa başlandı. Emma Goldman, New York'un yok­sul mahallelerinde durmadan hak­sızlık ve eşitsizlikleri göstererek, ebelik etti; ortak mülkiyeti ve ser­best cinsel ilişkiyi savunan «Top­rak Ana» adlı bir gazete çıkardı; Amerika'da doğum kontrolü akımı­na öncülük etti; savaşlara, idam ce­zasına ve şiddete karşı çıktı. 1893'-de World Dergisi onu «çağdaş Jean d'Arc» diye niteledi. Ama eski za­mana ilişkin bu güzel benzetmeyi, 1914'de serbest cinsel ilişki savunu­cusu olarak da tanınması lekeledi. Fakat gerçekte Emma Goldman'm bütün bu didişmeli yaşamını belir­leyen şey, aslında öfkeli namusuy­du. Birgün oteldeki odasında ya­tarken, Cincinnatili bir içki tüccarı felekten bir gece çalmak umudu ile kapısına vurduğu zaman, Emma yalnız adamın karısını değil, bütün oteli ayağa kaldıracağını söyleye­rek adamı tehdit etmişti. Her şeye aşırı bir tutku ile bağlanması, anarşizmin verdiği coşkunluk ve inanç­tan geliyordu. Bundan ötürü 1919'da ABD'den sürüldü. Bu olay, se­vimli bir karikatürcüye, kadını gö­türen geminin dumanı ile Özgürlük Anıtını sarılmış gösteren bir kari­katür yapmak fırsatını verdi.



İdeal Anarşist
İtalyan Errico Malatesta da Kropotkin kadar ünlüdür. Hapishane­lerden kaçmaları ile tanınmıştır. Bir keresinde Lampedusa. adasındaki hapishaneden, fırtınada, sandalla kaçmıştı, bir keresinde de, üzerine «dikiş makinesi» etiketi yapıştırıl­mış olan Arjantin'e yollanacak bir eşya sandığı içinde İtalya'da sak­lanmıştı. Ufak tefek, sakallı, işçi gi­bi giyinen, pipolu, cep saati taşıyan bir adamdı. Köşe başlarında halk kürsülerinde toplumsal ayaklanma­nın ve kardeşliğin yakıcı inancı ile konuşmalar yapmakla ve Avrupa'­nın büyük kentlerinde yeraltı ça­lışmalarıyla geçti hayatı. Güney İtalya'nın varlıklı bir ailesindendi; ama Napoli Üniversitesinde cumhu­riyetçi öğrenci akımına katılmış, kovulmuş, anarşizme yönelmiş ve servetinden vazgeçmişti. Doktorluk mesleğini bırakarak, elektrikçilik öğrenmiş ve yerleştiği yerlerde bu işle ekmeğini kazanmıştı. Malatesta, çalışkan ve sevimli anar­şist tipine en çok yaklaşan biriydi ve fikirleri Kropotkin'inki kadar güçlüydü. Ama Rus anarşizminin geniş görüşü onda yoktu. 1913'de «tanım olarak», diye yazıyordu, «bir anarşist, baskı altında kalmak is­temeyen, ama kendisi de bir baskı­cı olmak istemeyen adamdır» ve «anarşist, bütün insanlık için geliş­me, özgürlük ve iyilik ister.» Bu davranışından, anarşizmi «en iyi toplumsal yaşam» olarak gösterme­sinden, «üstün insan»ı reddetme­sinden ve şiddeti yalnızca kendini savunma halinde haklı göstermesin­den, anarşizmi bütün toplumlar için yapıcı bir örnek saydığı anlaşıl­maktadır. Fakat bu kendini savun­ma tanımı, 1900 ile 1913 arasında oturduğu Londra'da onun tehlikeli bir adam olmasını önlemedi. Mala-testa'nm yaşamı, esas olarak barışçı bir yaşamdı. 1910'da, çılgın bir çete tarafından üç Londra polisinin öl­dürülmeleri olayına adı karıştığı za­man, bu ilişkinin bir raslantı oldu­ğu anlaşıldı ve Malatesta'nm evin­de İngiliz toplumunun nasıl yıkıla­cağını gösteren herhangi bir plan bulunmadı. Malatesta İngiltere'den atılamadı. Yalnızca polisin bir ca­susu olan Belleli adındaki adamın iftirasına dayanılarak 1912'de hap­se atıldı, ama Malatesta'nm suçsuz olduğu sonradan anlaşıldı. Malatesta, İtalya'ya döndü ve fa­şistler tarafından rahatsız edilme­den, öldüğü 1932 yılma kadar ora­da yaşadı. Kropotkin 1921'de Rus­ya'da, Emma Goldman, 1940'da Fransa'da öldü. Üçü de idealleri için yaşadılar, fakat o uğurda ölmedi­ler. Fedai olarak az tanındılar, fa­kat ölüleri anarşist inancın geliş­mesinde en etkin rolü oynadı. Amerika'da 11 kasım 1887'de Albert Parsons, August Spies, Adolf Fischer ve George Engel, Haymarket meydanındaki işçi ve polis karışı­mı bir kalabalığa bomba attıkları için asıldılar. Yedi polis ölmüştü, ama dört anarşistin sorumluluğu hiç bir zaman ispatlanamadı; bu hareket, toplumu şiddete kışkırtan kimselere karşı bir öcalma olarak düzenlenmişti.

1893'de, Arjantin sürgününden Fransa'ya dönen ve sefalet içinde bulunan Bohemyalı Edouart Vaillant, Millet Meclisine kendi yaptı­ğı el bombasını attı. Fransa'nın kö­tülük kaynağını gözlere sokmak için girişilmiş sembolik bir hare­ketti bu. Ölen olmadı, ama Vaillant da, benzerleri gibi idam edildi. İspanya'da kim oldukları bilinmeyen birtakım anarşistler adı bile bilin­meyen bir hapishanede, Montjuich'de işkence ile öldürüldü. Gene bu ülkede yeni eğitimin öncülerinden, kilise düşmanlarından Francisco Ferrer, Facia Haftasını düzenleyen Barselona çetesinden olmakla suç­landırıldı; oysa olay sırasında İngil­tere'de olduğu biliniyordu, buna rağmen idam edildi. Ferrer, anar­şistlik sıfatını reddetti, fakat dü­şüncelerinin devrimci olması ve haksız yere öldürülmesi, onu anar-şistlerin gözünde Chicago fedaileri kadar büyülttü.


Uluslararası Başarısızlık
Rus kuramcılarından başlayıp, Amerikan eylemcilerinden geçerek, İspanyol fedailerine kadar yeniden gözden geçirilince, kolayca iddia edilebilir ki, anarşizm uluslararası önemi olan bir güçtü. İşte bir za­manlar bazı hükümetlerin korkusu bundan ileri geliyordu. Özellikle İtalya, 1898'de anarşizme karşı uluslararası bir polis ve güvenlik ağı kurulması için çalıştı. Ama hiç bir anlaşmaya varılamadı; Belçika, İngiltere ve İsviçre, yabancılara, kendi ülkelerine sığınma hakkı ta­nıyan geleneksel politikalarından fedakarlık etmediler. İtalya önayak olduğu bu işte yalnız kaldı ve Londra'daki anarşistler arasına Dante ve Virgil diye bilinen iki ajanını gizlice sokmakla yetindi. Anarşistler sık sık konferanslar toplayarak uluslararası amaçlarını gerçekleş­tirmeye çalıştılar; ancak 1907'de Amsterdam Konferansı, birleşik bir doktrin yaratmaktan çok, yersel ve bireysel ayrılmaları daha da güçlendirmeye yaradı. 1914'den önceki yir­mi yıl, anarşizmin yayılma yıllarıdır, ama zamanla gruplaşmalar ol­du, uluslararası bir örgütlenmeye gidilemedi.

Fransa bu dönemde anarşist bağım­sızlığın en açık örneğini verir. Anarşistler içinde, başta, cinayetleri ve bombaları ile 1891-1894 arasın­da bir terör mitolojisi ve tuhaf bir ölüm havası yaratan kahramanları Ravachol olmak üzere, birtakım aşırılar vardı.


Ve ötede beride kendilerini kardeş­çe yaşamaya, serbest cinsel ilişkiye adamış, ama yoksulluk ve kaçınıl­maz kıskançlık duyguları altında ezilen birtakım geçici anarşist toplulukları da vardı; ancak anarşist­ler bunları kendilerinden saymı­yorlardı. Serbest cinsel ilişkinin başlıca kuramcısı Emile Armand «Salvation Army»den anarşizme geçmiş bir adamdı. Doktrini Fransa'da anarşist özerkliğin özeti gibi­dir: «Bizden hoşlananlara kendimi­zi vermek, bizden hoşlanmayanları da reddetmek için tam bir özgürlü­ğe kavuşmak istiyoruz.»


Dışardakiler
Kendi iyimserliğinin içinde neredey­se bir düş haline gelecek olan bu bireycilik, 1900'lerde artık ortadan silinmiş sayabileceğimiz bir döne­min sembolü idi. Bireyin etkin ol­duğu, birey mutluluğunun toplum­sal mutluluğu yarattığı, kişisel öz­gürlüğün temel olduğu inancı, par­ti örgütlenmesine, sınıf dayanışma­sına, baskı gruplannm eğitimine dönüşüyordu. Oysa anarşistlerin ço­ğu bu tarihsel eğilimi izlemek niye­tinde ve gücünde değildi. Anarşist­ler, sosyalizmin otoriter ve sendika­cılığın da sımrh olduğunu düşüne­rek, bir ülke hariç, bütün öteki ül­kelerde hızla büyüyen işçi akımının dışında kaldılar: Yalnız İspanya'da, kentlerde ve köylerde sömürülen kalabalıklar arasında anarşizm çok düzenli bir örgütlemeyi benimsedi ve sendikacılık akımına, «Confede­ración Nacional del Trabajo»ya hâ­kim olmağa başladı. İspanyol sen­dikacılığının ihtilalci gücü, grevler­de ve endüstri alanında ve sabotaj­larda kendisini gösterdi. 1912'de Başbakan Canalejas'ın Madrid'te bir kitapçı dükkanında alış veriş ederken bir anarşist tarafından vu­rulması, bireyci bir anarşizmi andı-nrsa da, bu tür bir eylem, İspanyol Anarşizmini belirleyen bir özellik değildi ve geçmişin bir kalıntısıydı.




Anarşizm ve Sanat
İspanya ile kıyaslanırsa, başka her yerde anarşizm, yan bir politik ey­lemdi. Fakat anarşizmin başlıca ta­rihsel akımlardan kopukluğu ger­çekte olduğundan daha çok görü­nürdedir. Sanatta geleneksel kalıpların yıkılması, köklü yeni biçim­lerin araştırılması ve bireyci sanat­çının özerkliğine ve denemelerine güvenilmesi, o dönemin kültürüne bir anarşist havası vermişti. Apollinaire'in «Avant-garde» şiiri, Alfred Jarry'nin saçmacı tiyatrosu, Picasso'nun kübist yapıtları ve Schonberg'in atonal müziği, Ravachol'un dinamitleri kadar patlayıcı idi ve geleneklerine bağlı zenginleri, Ar-mand'nın serbest cinsel ilişkisi ka­dar sarsmıştı. Schönberg'in «Pier­rot Lunaire» ini dinledikten sonra Paul Klee'nin coşkun tepkisi şu ol­muştu: «Yakanızı bağrınızı yırtın, ölüm çanımız çalıyor.» Tabancası çocuklarını vuracak diye korkan komşusuna Jarry şöyle demişti: «Böyle bir şey olursa, sizinle yenilerini yapmaktan sevinç duyarız madam.» Jarry'nin «Übü» (1900) ad­lı oyununda, «özgür adamlar müf­rezesi» «itaatsizlik talimi» yapar­lar, ama Jarry gösterir ki; itaatsiz­lik, her günkü yaşam şekli olduğu zaman özgürlüğü bile ortadan kal­dırabilir.

Yeni kültür denemeleriyle anarşizm arasındaki ilişkilerde, benzerlikten başka, karşılıklı bir etkilenme de vardır: Oscar Wilde, Octave Mirbeau gibi yazarlar Paul Signac, Ca­mille Pissaro gibi ressamlar, anar­şist propagandaya doğrudan doğ­ruya katılmış olan birçok sanatçı­dan sadece birkaçıdır. Bunun gibi Nietzsche'nin felsefesinde ve Geor­ges Sorel'in etkin «Reflection on Violence» ında (1908), anarşizmin ih­tilalci nitelikleri adamakıllı yansır. Dahası, bireyin özgürlüğünü hükü­met müdahalesinden korumakta çok ileri giden kapitalist toplumun ekonomi ahlakı ve 19. yüzyıl libe­ralizminin büyük bir bölümü, anar­şizmin aynasında eğri büğrü yan­sır. Nihayet şiddet konusunda, anar­şist hiç de tek başına sayılamaz; bü­tün ulusların kutsallaştırılan uygu­lamaları anarşizme eştir. Ancak, onlarda terör ve cinayet, yalnızca şiddetli toplumsal sömürü, emper­yalist istila, ırk ayrılıkları, ulusal savaşlar gibi temellere dayanır. Ör­gütlü şiddet, anarşist bombasını barbarca ve alçakça bulan toplum­ların çoğu tarafından, değişik bi­çimlerde kabul edilmiş, benimsen­miş ve hoş görülmüştür. Resmî ve geleneksel zorbalık ile Ravalchol'un dinamiti ve İtalyan katillerinin ka­maları arasındaki paradoksal çeliş­kiler, toplumun, aslında garip bir şekilde anarşist olduğunu gösterir: Bunları tek adam yaparsa sorumlu­dur.
(Türkçesi, Yaşar Anday)
20.Yüzyıl Tarihi, Arkın Kitabevi



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder