Abdülaziz

Abdülmecid’in aşırı yenilikçiliği, israfçılığı ve avrupâi alışkanlıklarının aksine muhafazakârlığı temsil eden Abdülaziz, veliahtlığında gösterişsiz bir hayat sürüyordu. Bu özellikleri, Abdülaziz’e bir taraftan sevgi ve güven duyulmasına öte taraftan da kendisinin imparatorluğun kötü gidişine son verecek kişi olarak görülmesine sebep oldu.

Veliaht Abdülaziz, Abdülmecit’in beklenmedik ölümü üzerine, 25 Haziran 1861’de 31 yaşındayken tahta çıktı. Padişahın on beş yıllık saltanatı, eğitim, ulaşım ve bayındırlık alanlarındaki gelişmelere rağmen, iç ayaklanmalar, siyasi çalkantılar ve mâli buhranlarla iç içe geçti. Saltanatının ilk yıllarında devletin durumu hiç de iç açıcı değildi. Malî sıkıntı had safhaya vardığı gibi, Islahat Fermanı'nın ve Rusya’nın geleneksel Panslavizm politikasının etkisiyle Balkanlardaki Hıristiyan topluluklar ayaklanmıştı. Hıristiyanların ağırlıkta olduğu Hersek eyaleti ve Karadağ çıkan ayaklanmalarla karışıklık içindeydi. Ayrıca, Fransa ve Rusya’nın destekleriyle Sırbistan, Romanya ve Girit’te de olaylar patlak vermişti. Kısacası, Balkanlar adeta kaynıyordu.

Kuşkusuz bütün bu gelişmeler, Avrupalı devletlerin müdahalelerini de beraberinde getiriyordu. Öncelikle bu devletleri “rahatlatmak” gerekiyordu. Nitekim, Avrupalı, büyük devletlerin Tanzimat’ın geleceği konusundaki endişelerini azaltmak isteyen Padişah yayınladığı bir fermanla, Tanzimat'ın yeniliklerini sürdüreceğini bildirdi. Devlet yönetiminde en büyük problem olan mâli sıkıntıyı hafifletmek için de, memur sayısını azaltıp Saraydaki masrafları kısarak tasarruf yoluna gitti. Bu arada, 1841’de tedavüle çıkarılan ancak değeri iyice düşen kâğıt paralar (kaime) piyasadan toplanıp tedavülden kaldırıldı. Rüşvet ve yolsuzluklara karışanlar cezalandırıldı ve siyasî mahkûmlar için genel af çıkarıldı. Alınan bu sıkı tedbirler, devletin mâlî durumunu biraz düzelttiyse de, padişahlığının ilerleyen yıllarında saray masraflarının aşırıya kaçması ve Avrupa'dan alınan borçlarla yürütülen yenileşme çabaları, mâli vaziyeti tam bir iflas noktasına getirdi. Nitekim 1875 yılına gelindiğinde, Sadrazam Mahmut Nedim Paşa devletin artık dış borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etti.

Tanzimat döneminde devlet idaresinin ağırlıklı olarak hükümete (Bâbıâli) geçmiş olması nedeniyle, Abdülaziz saltanatının ilk on yılında önemli sorunlarla doğrudan ilgilenmedi. Bu dönemde, Kıbrıslı Mehmet Emin, Yusuf Kâmil, Mütercim Rüşdü, Âli ve Fuad Paşalar gibi tecrübeli devlet adamları İmparatorluğun iç ve dış siyasetini yürüttüler. Ancak, 1871’de Sadrazam ve Hariciye Nazırı Âli Paşa'nın ölümü ve yerine Mahmut Nedim Paşa'nın geçmesiyle birlikte padişah, devlet idaresini doğrudan eline almış ve bu arada istibdat (baskı) emareleri gösteren bir yönetim tarzını benimsemiştir. Yönetimdeki bu değişimde, Sadarete geçen Mahmut Nedim Paşa'nın Tanzimatçı bürokratları görevlerinden uzaklaştırması da etkili olmuştur. 1872’de Sadrazamlığa getirilen Meşrutiyet yanlısı Midhat Paşa ise, padişahla uyuşamadığından kısa süre sonra azledilmiştir. Kontrolü tam olarak eline almaya çalışan Abdülaziz, bundan sonra sadrazamları ve nazırları sık sık değiştirme yoluna gitmiştir ki, bu durum yönetimde birtakım ciddi aksaklıkların yaşanmasına neden olmuştur.



Abdülaziz Devrindeki Reformlara Genel Bakış

Abdülaziz döneminde, baş gösteren mâli sıkıntının da en önemli nedenlerinden biri olarak pek çok yenilikler yapılmıştır: Saltanatının ilk yıllarında, Şubat 1863’te, Sultanahmet Meydanında ilk Osmanlı sergisi olan Sergi-i Umumi-i Osmâni açıldı. Aynı yıl, yerli üretimi canlandırmak ve modernleştirmek üzere Islah-ı Sanayi Komisyonu kuruldu. Bu doğrultuda alınan tedbirler arasında, Hazine-i Hassa'dan esnafa düşük faizli kredi verilmesi de vardı. Yine 1863'te, Galata ve Eminönü'yü birleştiren Yeni Galata Köprüsü hizmete açıldı. Bir yıl sonra, 1864'te genel nüfus sayımı yapıldı. 1867'deki Avrupa seyahatinden dönüşünde, İstanbul'u Avrupalı şehirlere benzetebilmek için saray ve köşk yaptırma işine girişti. Çırağan ve Beylerbeyi Sarayları O'nun saltanatında inşa edildi. Aynı dönemde sarayın kadroları büyük ölçüde genişletildi ve resmi törenler debdebeli bir şekilde yapılmaya başlandı.

Tersane ve Tophane'nin modernleştirilmesi, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının Avrupa'dan alınan toplarla tahkim edilmesi; Taksim, Gümüşsüyü ve Taşkışla kışlalarıyla, yeni Mekteb-i Harbiye ve Seraskerlik (bugünkü İstanbul Üniversitesi) binalarının inşa edilmesi; Feshane'nin genişletilmesi; Haydarpaşa-lzmit, İzmir-Aydın ve İstanbul'u Avrupa'ya bağlayan demiryollarının yapımı; telgraf şebekesinin genişletilmesi; dünyada ilk metrolardan biri olarak kabul edilen Karaköy-Beyoğlu tünelinin açılması; ilk atlı tramvayın hizmete sokulması; idare-i Aziziye adlı vapur işletmesinin kurulması; donanmanın yenilenip büyütülerek güçlendirilmesi ve modern askeri fabrikaların kurulması, bayındırlık ve askeri alanlardaki yeniliklerdir. Eğitim alanında yapılan mühim yenilikler ise şunlardır: Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi), Darülfünun  İstanbul Üniversitesi), Darülmuallimat (kız öğretmen okulu), Tıbbiye ve Sanayi mektepleri gibi modern okulların açılması ve eğitim sistemini yeniden teşkilatlandırmak üzere Maarifi Umumiye Nizamnamesi'nin kabul edilmesi (1869).

Devlet yönetiminde, Şûrâ-yı Devlet (1868), Bahriye ve Adliye Nezaretleri kuruldu.

Şurayı Devlet

1868 tarihinde kurulan Şuray-ı Devlet yasama organı olarak faaliyet gösterecekti. Şuray-ı Devlet üye sayısı 50 olarak belirlendi. Üyeleri eyaletlerden gelen listeler içinden hükümet tarafından belirlenecekti. Bu mecliste üçte iki oranında Müslüman üçte bir oranında da gayr-i Müslim bulunacaktı. Şuray-ı Devlet 1876 Anayasasına kadar görevini ifa etti.

 Yabancılara uyrukluk ve Osmanlı topraklarında mülkiyet hakkı verildi; pasaport ve mürur tezkiresi uygulamaları başlatıldı. Ayrıca 1866’daki büyük kolera salgını ile Hocapaşa yangını ve ayrıca binlerce binanın yanmasıyla neticelenen 1870'deki büyük Beyoğlu yangını, bu dönemin önemli afetleri arasında yer alır.

Abdülaziz’in Mısır Seyahati

Abdülaziz’in seyahatleri bu alanda ilk ve tek olması bakımından önemlidir. Padişahı ilk seyahate, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın damadı Yusuf Kâmil Paşa ile Seraskerliğe atanmış olan Fuat Paşa teşvik etmişlerdi. Mısır, özellikle Mehmet Ali Paşa döneminden beri adeta müstakil bir hükümet hâlini almaya başlamıştı. Abdülaziz, 3 Nisan 1863'te, zayıflayan otoriteyi ve Osmanlı Devletine bağlılığını kuvvetlendirmek amacıyla Mısır'a bir seyahate çıktı. Bu arada, Veliaht Murat, Şehzadeler Abdülhamit ve Reşat Efendiler ile Serasker Fuat Paşa ve bir kısım devlet erkânını da yanına almıştı. Feyz-i Cihad vapuruyla seyahate çıkan Abdülaziz, Mısır Valisi İsmail Paşa ve Mısırlılar tarafından İskenderiye Limanında büyük bir coşkuyla karşılandı. İstikbal kaygısıyla hareket eden Hidiv İsmail Paşa, gözüne girmek istediği padişahı seyahati boyunca çok iyi ağırladı. Bütün bunlardan kibir ve gururu kabaran Abdülaziz dönüşünde, uğradığı İzmir ve İstanbul'da da büyük şenliklerle karşılandı. Bunun üzerine padişah, İstanbul halkından askerlik yükümlülüğünü bile kaldırdı.

Abdülaziz’in Avrupa Seyahati

Abdülaziz, Fransa İmparatoru III. Napolyon’un Paris Uluslar arası sergisine ve İngiltere Kraliçesi Viktorya'nın da Londra'ya davetleri üzerine, 21 Haziran 1867 tarihinde de Avrupa seyahatine çıktı. Yanına, Mısır ziyaretinde olduğu gibi, Veliaht Murad ve Abdülhamid Efendileri de almıştı. Sultaniye vapuruyla başlanan bu ziyaret esnasında Napoli, Toulon, Paris, Londra, Brüksel, Viyana ve Budapeşte şehirlerini ziyaret eden padişah, Rusçuk-Varna (Bulgaristan) üzerinden 7 Ağustos 1867de İstanbul'a döndü.

 Abdülaziz’in Avrupa seyahati, bazı açılardan önemlidir. Öncelikle, ziyaret Avrupa kamuoyunda büyük yankı uyandırmıştı. Gittiği yerlerde, hem aristokrat sınıftan hem de halktan büyük ilgi gördü. Ayrıca, diplomatik açıdan önemli olan bu ziyaret, Osmanlı Devletinin Avrupalı devletlerle olan münasebetlerini belli oranda düzelttiği gibi Eflak-Boğdan, Sırbistan ve Girit’teki isyanların sona erdirilip Balkanlarda genel barışın sağlanmasında da etkili oldu. Avrupa ziyareti ayrıca Abdülaziz'e, yabancı ülkelere resmi ziyaret maksadıyla giden ilk ve tek Osmanlı padişahı unvanını da kazandırmıştır.

Mısır’ın Durumu ve Süveyş Kanalı’nın Açılması (1869)

Mehmet Ali Paşa 1849'da öldüğünde Mısır, siyasî ve İktisadî bakımlardan imtiyazlı bir eyalet hâline gelmişti. Mısır'da reformlar, oğlu İbrahim Paşa ile O’nun oğulları I. Abbas ve Sait Paşa zamanlarında da sürdürüldü. Mısır bu dönemde, özellikle İngiltere'nin siyasî ve ekonomik nüfuzunu gittikçe arttırdığı bir yer konumundaydı.

Bu sırada Avrupalı devletler Mısır'a borç veriyor, burayı bir pazar ve hammadde kaynağı olarak görüyorlardı. Öte yandan, yapılan reformlar dışa borçlanmayı ve bağımlılığı gittikçe arttırıyordu. Böyle bir ortamda, daha önce İskenderiye'de konsolosluk ve çocukluğunda Sait Paşa'ya hocalık yapmış olan Ferdinand de Lesseps başkanlığındaki bir Fransız şirketi. Süveyş'te bir kanal açma projesini gündeme getirdi. Yapılan çalışmalar sonunda, uluslararası Süveyş Kanal Şirketi kuruldu. İngiltere Hindistan'daki sömürgesine giden yol üzerinde olması ve İngiliz çıkarlarına darbe vuracağı gerekçesiyle kanalın açılmasına muhalefet etti. Osmanlı Devleti’nin merkezi de bu projeye sıcak bakmıyordu. Buna rağmen, 1854’te sağlanan imtiyazla, 1859’da Ferdinand de Lesseps kanalı kazılmaya başlandı. On yıl süren bu faaliyet 1869 yılında tamamlandı. Osmanlı-.Mısır tarihi açısından olduğu kadar dünya tarihi için de bir dönüm noktasını ifade eden bu tarihte, Fransız-Mısır sermayesiyle yapılan Süveyş Kanalı inşaatı bitirilmiş ve hizmete açılmıştı (18 Kasım 1869). Ancak Kanalı işletecek olan şirketin hisselerinin çoğunluğu da Fransa'ya aitti. Hidiv unvanını babadan oğula geçecek şekilde almayı başaran Mısır Valisi İsmail Paşa ise, artık kendini bağımsız bir hükümdar olarak görmeye başladığından, düzenlediği mutantan açılış törenine Avrupalı hükümdarları da davet etti. Avusturya İmparatoru Fransuva, Jozef ile Fransa İmparatorunun eşi Eugenie (Öjeni), Prusya veliahdı ve bazı Avrupalı prensler törende hazır bulunmuşlardı.

Hidiv İsmail Paşa, Ali Paşa'nın ölümünden sonra, Mısır’ın imtiyazlı statüsünü ve kendi iktidarını biraz daha kuvvetlendirecek ayrıcalıkları da almıştı. 1873 yılında çıkarılan fermanla, hidivlik eski hidivin en büyük oğluna veya yeğenine geçecek, merkezi yönetime ödenen verginin arttırılmasına karşılık Kızıldeniz’deki stratejik Sevâkin ve Musavva limanlarının valilikleri de yine hidivin uhdesinde olacaktı.

Böylece, idarede “bağımsızlık" biraz daha pekişmiş oluyordu. Bu arada, yabancı ülke ve bankalarla ekonomik anlaşmalar ve borç anlaşmaları da yapılabiliyordu. Yine, Osmanlı hükümetinden onay beklemeden Mısır ordusu ve donanması büyütülebilecekti. Buna mukabil, Mısır da sürekli bir Osmanlı müfettişi bulunacaktı. Konumunu böylelikle iyice güçlendiren İsmail Paşa, bu tarihten sonra Mısır için büyük bir atılım dönemini başlattı. Bayındırlık, sanayi, ziraat ve ticaret alanlarında önemli gelişmeler kaydedildi. Ayrıca, İngilizlerin de desteğiyle güneyde Sudan ve Habeşistan'a doğru yayılma politikası izlendi. Lâkin bütün bunların masrafları büyük boyutlara ulaşmış ve beraberinde yüklü dış borçlan getirmişti. Çâre olarak, alınan tedbirler de fayda etmeyince. Mısır hidivi, Süveyş Kanal Şirketi'ndeki bütün hisseleri İngilizlere sattı. Böylelikle İngilizler, bölgedeki en büyük rakipleri olan Fransızlara karşı büyük bir avantaj elde etmişti. Bu süreçte, Mısır'ın mâli durumu daha da bozulmuş ve artık faizler dahi ödenemez duruma gelinmişti. Sonuçta bir çözüm yolu bulundu ve daha sonraki Duyûn-ı Umûmiye örneğinde olduğu gibi, Avrupalıların denetiminde oluşturulan bir borç komisyonu, Mısır’ın gelirlerine el koyup borç faizlerini ödemeye başladı. Maliye ve Bayındırlık bakanlıklarına İngiliz ve Fransız uzmanların yerleştirilmesiyle de Mısır'ın mâli ve idari kontrolü tamamen yabancıların eline geçmiş oldu.

Yapılan baskılar sonucu İsmail Paşa hidivlikten indirildi, ancak ondan sonra yerine geçen Tevfik Paşa zamanında da Mısır'ın mâli durumu düzelmedi. Nihayetinde Ingilizler, güvenliğine çok değer verdikleri Hindistan yolu üzerindeki Mısır'ı 1882’de işgal edecek ve doğrudan kendi yönetimlerine alacaktır. Böylelikle, Avrupalılar tarafından paylaşılamayan Süveyş Kanalı da İngilizlerin kontrolüne geçmiş oldu.

Sırbistan-Karadağ ve Hersek Olayları

Fransız İhtilâli’nin getirdiği milliyetçilik akımıyla Osmanlı Devletinde baş gösteren ilk ayaklanma 1804 yılında Sırplar tarafından gerçekleştirilmişti. Ruslarla yapılan savaşlar sonucunda imzalanan Bükreş (1812), Akkerman (1826) ve Edirne (1829) Antlaşmaları'yla, Sırplara kısmî özerklik getiren bazı ayrıcalıklar verilmişti. Ancak bu durum, Sırplar'ın bağımsızlık yolundaki faaliyetlerini daha da arttırdı. 1848 ihtilalleri de Sırp milliyetçiliğini canlandırdı. Kırım Savaşı sonunda imzalanan Paris Anlaşması ise, Sırbistan’a o ana kadar sağlanan ayrıcalıkları teyit etmekte ve Avrupalı devletlerin garantisi altına almaktaydı. Bu ortamda Rusya, Ortodoks ve Slav birliği üzerine temellendirdiği Panislavizm politikasını, Paris Anlaşması'ndan sonra da Balkan toprakları üzerinde uygulamaya devam etmiştir. Panislavizm politikasının ana hedeflerinden biri de, şüphesiz Sırplar ve yaşadıkları coğrafya idi. 

1858 yılı sonuna gelindiğinde Sırp Meclisi, Sırbistan Prensliği'ne babadan oğula geçmek üzere Miloş Obrenoviç'i seçmişti. Miloş, 1860 Eylülü'nde yerini oğlu Mihailo Obrenoviç’e bırakmak istediğinde, Osmanlı hükümeti bunu kabul etmedi ve iki taraf arasında gerginlik yaşanmaya başlandı. Söz konusu gerginlik, kısa süre sonra toplumsal çatışmayı da beraberinde getirecektir. Nitekim, 16 Haziran 1862'de Belgrat'ta bir Sırp'ın Osmanlı askeri tarafından öldürülmesi, ciddi olayların ateşleyicisi oldu. Islahat Fermanı’nın getirdiği gerginlikler de buna eklenince, şehirdeki Müslümanlarla Sırplar birbirlerine saldırmaya başladılar. Gelişmeler üzerine -Paris Anlaşması gereğince- konuya müdahil olan büyük devletlerden İngiltere ve Avusturya Osmanlı Devleti’nin yanında yer alırken Rusya, Fransa ve Prusya ise Sırpları desteklediler. Neticede, taraflar arasında İstanbul'da çok sayıda toplantı yapıldı ve 8 Eylül 1862'de bir protokol imzalandı. Buna göre, Osmanlı Devleti Belgrat'ın dört kapısı ve ayrıca Sırbistan'daki pek çok kaleden askerlerini çekiyor, güvenliği için sadece üç kalenin içinde asker bulundurabiliyordu. Böylece, Osmanlı Devleti’nin Sırbistan'daki varlığı ve hâkimiyeti, nominal (ismen) denilebilecek bir seviyeye indirilmiş oluyordu. Protokol gereğince, Osmanlı Devleti 1867’de buradaki tüm kalelerden çekilince, Sırplar -protokole aykırı olarak- tam bağımsızlık için yoğun bir silahlanmaya girişti. Sırp Meclisi 1869’da kabul ettiği bir anayasa ile, Obrenoviç ailesini Sırbistan'ı yöneten hanedan olarak ilan ettiğinde, Osmanlı Devleti durumu kabullenmekten başka bir şey yapamadı.

Balkanlarda karışıklıkların sürdüğü sıralarda. Prens Vladiko Danilo’nun başında bulunduğu Karadağ Prensliği'nde de çatışmalar zuhur etmişti. Çok dağlık ve kontrolü zor bir coğrafyada bulunan Karadağ'ın sert mizaçlı halkı da, tıpkı Sırplar gibi Slav ve koyu Ortodoks idi. Bu yüzden de Rusların Panislavizm siyasetinden ve Sırpların bağımsızlığa doğru giden durumlarından doğrudan etkileniyorlardı. Karadağ Prensi Danilo’nun bağımsız tavırları sonucu 1852'de meydana gelen karışıklıklar, Karadağlıların yenilgisiyle sonuçlanmıştı. Rusya'nın himayesindeki Danilo, Kırım Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandığı gibi 1857’de de tek taraflı olarak bağımsızlığım ilan etmişti. Yapılan askeri harekât, sonuçta Avrupa devletlerinin müdahalesini getirmiş ve Aralık 1858 de, özerkliği öngören eski statüko kabul edilmişti. Ancak, Rusların yönlendirmesiyle hareket eden Karadağ prensi, bundan sonra da bağımsızlık faaliyetlerini sürdürdü. Bu gelişmelerden, Hersek'teki Slav kökenli Hıristiyanlar da etkilendiğinden Karadağlılar la birlikte hareket ediyorlardı. Danilo’nun Ağustos 1860’ta öldürülmesiyle yerine geçen yeğeni Nikola da aynı siyaseti takip etti. Karadağlı çeteler, bu dönemde Hersek'teki Müslümanlara da saldırdılar. Karışıklıkların artarak devam etmesi üzerine, Ömer Lütfi Paşa bütün Karadağ’ı işgal etti. Çoğu zaman olduğu gibi Avrupalı devletler  gecikmeksizin araya girdiler. 31 Ağustos 1862’de imzalanan anlaşmaya göre, Hersekli isyancılara destek vermemesi karşılığında Karadağ’ın önceki sınırları ve muhtariyeti bir kez daha teyit edildi. Karadağ’ın bu statüsü, 1875’teki Balkan ayaklanmalarına kadar devam etti. Bu aşamadan sonra uzun bir müddet sükûnet içinde kalan Bosna-Hersek’te ise, Topal Osman Paşa’nın valiliği sırasında mühim reformlar gerçekleştirildi.

Eflak ve Boğdan’ın Birleşmesi (Romanya Birliği)

Kırım Savaşı'nda Rusya, Eflak bölgesini işgal ettiyse de Paris Barış Antlaşmasıyla burayı boşaltmak zorunda kalmıştı. Böylece Eflak, Avrupalı devletlerin teminatıyla yeniden Osmanlı egemenliğine girmiş oluyordu. Aynı antlaşmayla Tuna Nehrinin uluslararası bir statü kazanması, Eflak'ın tam anlamıyla Avrupa’ya açılmasını sağladı. Bu sırada, bölgeyi nüfuz alanı olarak gören Fransa'nın etkisiyle. Eflak’ta Latin dili ve kültürü yayılmaya başlamış ve ortaya çıkan milli uyanış neticesinde bölge, Boğdan ile birleşme yollarını aramaya başlamıştı. Aynı durum Boğdan için de geçerliydi. Neticede, Fransa’nın da desteğiyle, Osmanlıların Memleketeyn dedikleri Eflak ve Boğdan, 1858’de birleşmeye karar verdi. Osmanlı Devleti nin yüksek hâkimiyetini kabul eden Eflak ve Boğdan Prenslikleri, Şubat 1859'da Prens Aleksandr Jan Kuza'yı başkan seçti. Böylece her iki beylik de tek bir voyvodanın yönetiminde birleşmiş oluyordu. Bu ise, bağımsız Romanya’nın doğuşunun ilk adımı demekti. Osmanlı Devleti de, bu fiili durumu kabullenmek zorunda kaldı. Nitekim Sultan Abdülmecid, Eylül 1859‘da Kuza'yı Eflak ve Boğdan’ın tek reisi olarak tanıdı. Fransa'nın desteğiyle hareket eden Kuza, iki tarafın meclisini de tek bir meclis halinde birleştirdi. 28 Haziran 1864’te Avrupa büyük devletleri ve Rusya ile imzalanan İstanbul Protokolü ile de, Osmanlı Devleti nin hakimiyeti altındaki Eflak ve Boğdan Beyliğinin tek bir prens, milli meclis ve senato tarafından yönetilmesi kabul edildi. 

Kuza’nın zamanında Romen milli birliğinin tamamlanmasına çalışılmış, böylece bağımsız Romanya devletinin temelleri atılmıştır. Bu dönemde Yunan manastırlarının mallarına el konarak Fener Patrikhanesinden bağımsız Romanya kilisesi kuruldu. Romanya Rusya'nın nüfuzundan da kurtarılmıştı. Osmanlı Devleti ise, Fransa'nın sürekli desteğine karşılık Romanya prensinin itibarını zayıflatmaya çalışıyordu. 1866'da siyasi, ekonomik ve sosyal baskılar neticesi prensliği bırakmasından sonra. Şubat 1866’da Kuza’nın yerine Alman Hohenzollern hanedanına mensup I. Karol geçti. Osmanlı Devleti'nin karşı çıkmasına rağmen Fransa’nın desteğiyle prens olmuştu. Karol, Sultan Abdülaziz'i de resmen ziyarete gelmiş ve Dolmabahçe Sarayında padişah ile görüşmüştü. Burada kendisine resmen Memleketeyn voyvodalığı tevcih edildi. Böylece, Eflak ve Buğdan'dan oluşan Romanya Prensliği, monarşi rejimine dönüştürüldüğü gibi özerk bir prenslik hâline de getirilmiştir.

Yeni Osmanlılar

1860 ve 1870'lerde faaliyette bulunan Yeni Osmanlı­lar Cemiyeti, Batının Siyasal düşü­nürlerinin etkisi altında kalıp siyasal görüşlerini devlet mekanizma­sının dışında basın yoluyla siste­matik şekilde etkili kılmaya çalışan ilk Osmanlı kuruluşudur. Önemli üyeleri arasında N. Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi kimseler vardır.


Daha geniş bilgi: 🔎 I.Meşrutiyet ve Sonrası

Girit İsyanı ve Sonuçları (1866-1869)

Girit, 1829 da bağımsız olan Yunanistan’ın kışkırtmaları sonucu büyük bir isyana doğru gitmekteydi. 1836-1840 yılları arasında, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın yönetimine verilen Girit'te sonraki dönemlerde de kanlı olaylar ve ayaklanmalar meydana geldi. 1864 yılında Yedi Adanın Yunanistan’a verilmesi ise, Megalo idea hayallerini tekrar alevlendirmişti. Islahat Fermanı'yla birlikte başlayan sürece Yunanistan'ın sürekli teşvik ve tahrikleri de eklenince, Girit’te geniş ölçekli bir ayaklanma çıktı. Amaç, adayı Osmanlı Devleti’nden kopararak Yunanistan’a ilhak etmekti. Giritliler, 14 Mayıs 1866’da Osmanlı valisinden vergilerin hafifletilmesini, limanlar açılmasını ve mekteplerin düzenlenmesini içeren bazı isteklerde bulundular.

Girit valisi, adadaki Müslüman halkı korumak için askeri tedbirler alınca da isyan patlak verdi. İsyancılar, kendi kendilerine geçici bir hükümet de kurarak 2 Eylül 1866'da Girit’in Yunanistan'a ilhak edildiğini ilan ettiler. Bu sırada, Avrupa ve Yunan kamuoyu da basın yoluyla tahrik edilmeye başlanmıştı. Ancak, isyanı bastırmaya memur edilen Ömer Paşa'nın askeri tedbirleri işe yaramış ve adada sükûnet sağlanmıştı.

Gelişmelerden ümidini kesmeyen Yunanistan, isyancılara yardımcı olmak üzere adaya gönüllüler, erzak ve cephane göndermeye devam ediyordu. Böylece, yeniden alevlenen ve gittikçe genişleyen isyan, özellikle Fransa ve Rusya'nın Osmanlı Devletinin içişlerine müdahale etmesi için de uygun bir fırsat yaratmıştı. Bu iki devlet, adanın Yunanistan'a terk edilmesini bu olmazsa adaya özerklik verilmesini teklif etmişlerdi. Sonuçta, Padişah Abdülaziz, Sadrazam Âli Paşa'yi 2 Ekim 1867'de yeni düzenlemeler yapmak üzere Girit’e gönderdi. Akabinde, 4 Ocak 1868 de adadaki Hıristiyan halkın yararına bir nizamname neşredildi. Aynı zamanda genel af ilan edilerek, isyancıların temsilcilerinden gelen istekler de kabul edilmişti. Buna göre, başta vergilerin geçici olarak affedilmesi, Hıristiyanların bedel-i askeri vermemesi, meclislerin teşkil edilmek suretiyle yönetimin halkı da içine alacak şekilde yeniden düzenlenmesi gibi pek çok tedbir alındı. Ancak huzursuzluk bir türlü sona ermiyor ve Yunanistan silahlanarak isyancılara destek vermeye devam ediyordu. Bu sırada, Osmanlı hükümetinin Aralık 1868 de Yunanistan'a verdiği nota üzerine, Avrupalı devletler araya girerek. Ocak 1869'da Paris'te bir konferansın toplanmasını sağladı. Avrupalı devletler ayrıca Yunanistan'a şiddetli bir ihtarname göndermişlerdi. Durumun ciddiyetini anlayan Yunanistan, Osmanlı hükümetinin isteğini kabul etmiş ve böylece savaş da önlenmişti.

Hazırlanan Girit Nizamnamesine göre, Girit Vilayeti sancaklara ve kazalara taksim ediliyor, bunların idarecileri ise nüfus çoğunluğuna göre Hıristiyan veya Müslümanlardan seçiliyordu. Ayrıca, yönetimde görev almak üzere Müslüman ve Hıristiyan üyelerden oluşan vilayet, sancak ve kaza idare meclisleri ile umumi meclis teşkil ediliyordu. Görüldüğü üzere, Girit Nizamnamesiyle Müslüman ve Hıristiyan halkın karşılıklı haklarının korunmasını öngören bir idari düzen tesis edilmişti. Bununla birlikte karışıklıklar sonraki yıllarda da devam etti.

Karadeniz’in Tarafsızlığının Kaldırılması (1871)

Kırım Savaşı sonunda 1856'da imzalanan Paris Barış Antlaşmasıyla, Karadeniz'in tarafsızlaştırılması, donanma ve silahlardan arındırılması, bununla birlikte sadece ticaret gemilerine açık tutulması sağlanmıştı. Bu durum, özellikle Rusya ve Osmanlı Devleti’nin egemenlik haklarını sınırlamaktaydı. Nitekim, Fransa'nın Almanya'ya karşı aldığı büyük yenilgiden sonra Rusya, 31 Ekim 1870'te Paris Antlaşması'nın Karadeniz ile ilgili hükümlerinin geçersiz olduğunu ilan etti.

Rusya'nın desteğini sağlamak ve Fransa’yı yalnız bırakmak isteyen Prusya Başbakanı Bismark'ın girişimiyle de, 17 Ocak 1871 tarihinde Londra'da uluslararası bir konferans toplandı. Burada, Paris Antlaşması'nın Karadeniz'e ilişkin maddelerinin kaldırılması benimsenmiştir. Böylece, 1841 tarihli Boğazlar Sözleşmesi hükümlerine dönülerek. Boğazlar' ın barış zamanında savaş gemilerine kapalılığı ilkesi kabul edildiği gibi, Karadeniz için getirilmiş olan diğer kısıtlamalar da kaldırıldı. Yeni duruma göre. Rusya Karadeniz'de donanma bulundurabilecek ve Karadeniz'deki kalelerini de tahkim edebilecekti. Böylece Rusya, Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması'ndan sonra çok önemli bir diplomatik zafer elde etmiştir. Öte yandan, bu düzenleme, güneye sıcak denizlere inmek isteyen Ruslar'ın Osmanlı Devleti üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için önemli bir engeli de ortadan kaldırmış oluyordu. Buna karşılık, Osmanlı Devleti ise, barış zamanında Boğazlan dost ülke savaş gemilerine açacaktı. İngilizlere gelince, onlar da Osmanlı Devleti’ne karşı tek taraflı bir Rus hareketini uluslararası bir antlaşmaya bağlamak suretiyle, önlemiş oluyordu.

Dış Politikada Değişim: Osmanlı-Rus Yakınlaşması

1871de Sadrazam Âli Paşa’nın ölümü. Sultan Abdülaziz’in ülke yönetiminde baskıcı bir tavır takınmasında olduğu kadar, Osmanlı Devleti’nin dış politikasının yön değiştirmesinde de etkili olmuştur. Zira Tanzimat döneminin iki önemli ismi olan Ali ve Fuat Paşalar, İngiliz ve Fransız yanlısı politikalar izlemişler, buna karşılık sözü edilen devletlerin İstanbul elçileri tarafından destek görmüşlerdi. Ancak, Âli Paşa'nın ölümü ve yerine padişah tarafından desteklenen Mahmut Nedim Paşa’ nın sadrazam olması, dış politikada rotanın Rusya'ya çevrilmesine neden olmuştur. Mahmut Nedim Paşa menfaatperest ve iktidar meraklısı bir şahsiyetti, padişaha yaklaşarak çeşitli yollarla gözüne girmişti. Onun döneminde Tanzimatçı bürokratlar hızla görevlerinden uzaklaştırıldı. Örneğin, Âli ve Fuat Paşaların adamları olan Adliye Nazırı Şirvanizade Rüşdü ile Serasker Hüseyin Avni Paşalar azledildiği gibi bir de sürgüne gönderilmişlerdi. Mahmut Nedim Paşa, Abdülaziz’i baskıcı yönetim kurmak için teşvik etmekten başka, padişahın kibir ve gururunu da tahrik etmiştir. Mahmud Nedim Paşa nın bürokraside meydana getirdiği sarsıntı düzeni alt üst etti. Bu arada Padişah'ın, devlet adamlarını kendi tarafına çekebilmek için maaşlarına yüksek zamlar yapması ve diğer icraatları, israfı körüklediği gibi mâliyenin iflasında da etkili oldu.

Mahmut Nedim Paşa dış politikada açık bir Kus tatarlarıydı. Sadrazam olmasıyla uluslararası dengelerde Rusya birinci derecede gözetilen ülke konumuna gelmiştir. Aslında bu durumda Avrupa devletlerinin de payı vardı. 1856’dan beri Rusya karşısında kurulan dengeyi artık pek gözetmiyorlardı. Öte taraftan Rusya 1871'de Karadeniz’de donanma bulundurma ve buradaki kalelerini tahkim etme hakkını elde etmek suretiyle bölgedeki konumunu iyice güçlendirdiğinde Avrupalılar nerede ise tepkisiz kaldı. Bu şartlar altında, Rusya nın Osmanlı hükümeti üzerinde nüfuz sağlamasında, İstanbul’da uzun yıllar sefirlik yapan (1864-1877) Kont Ignatiyefin de önemli bir payı vardı. Ignatiyef, Rusya’nın geleneksel Panislavizm politikasını her fırsatta teşvik ediyor ve destekliyordu. Bununla birlikte, Osmanlı dış politikasının Rusya’ya yönelmesini Mahmut Nedim Paşa üzerindeki şahsi nüfuzu ile sağladı. Öyle ki. Paşa nın lâkabı, Rus taraftarlığından dolayı artık "Nedimof’ olmuştu.

Yemen Olayları

Kanuni Sultan Süleyman zamanında kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine giren Yemen, Hint Okyanusu'nda Portekizlilerle yapılan mücadelelerde önemli bir üs olarak görülmüş ve Yemen Eyaleti adı altında teşkilatlandırılmıştır. Ancak, 1630'lardan 19. yüzyılın ortalarına kadar San’a ve Kuzey Yemen’i Zeydi imamları kontrol ettiler. Nitekim, II. Meşrutiyet yıllarına kadar devam eden dönem, Osmanlı Devletinin bu imamlarla ilişkileri ve zaman zaman da meydana gelen karmaşa ve isyanlarla şekillenmiştir.

19. yüzyılın ikinci yansında Osmanlı Devleti merkezî nüfuzunu Yemen de de tesis etmek istediğinde, yerel güçler ile arasında otorite ve hâkimiyet mücadelesi yeniden alevlendi. 1840 lı yıllardan itibaren Asir bölgesinde idareyi tesis eden Osmanlı Devleti 1862 yılında Yemen valiliğine Bonapart Mustafa Paşa'yı tayin etti. Ancak tedbirsiz hareket eden Mustafa Paşa, kuvvetleriyle birlikte yerli bedevi kuvvetler tarafından pusuya düşürülüp öldürüldü. Bununla birlikte. Gazi Ahmed Muhtar Paşa 1872'de idari merkez olan San'a'yı da alıp Yemen’de merkezî idarenin gücünü hisettirdi ve bölge yeniden teşkilatlandırıldı. Bundan sonraki dönemde meydana gelen isyanlara rağmen, Yemen'deki Osmanlı hâkimiyeti I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar devam etti.

Midhat Paşa’nın Bağdat Valiliği ve Ahsa Seferi (1871)

Asıl adı Ahmed Şefik olan Midhat Paşa, özellikle Abdülaziz dönemindeki siyasi gelişmelerde son derece önemli bir isimdir. Çok başarılı bir bürokrat ve idareci olduğu kadar, 1876'da Meşrutiyet'in birinci kez ilanınında önemli rol oynamıştır. 1864-1866 yıllarında Tuna (Bulgaristan) valiliği yapan Midhat Paşa, burada gerçekleştirdiği idari, askeri ve bayındırlık faaliyetleriyle başarılı bir yönetim ortaya koydu. Midhat Paşa'nın 6. Ordu kumandanlığıyla birlikte yaptığı Bağdat valiliği (1869-1872) ise, Osmanlı Arap vilayetleri açısından bir dönüm noktasını ifade eder. Zira, Midhat Paşa valiliği boyunca Irak ta gerçekleştirdiği reformlarla, bu bölgeleri Osmanlı merkezi idaresine sıkı bağlarla bağladığı gibi, bölgenin pek çok açıdan modernleşmesini de sağladı. 1864 tarihli yeni Vilayetler Nizamnamesinin Bağdat, Basra ve Musul'da uygulanması; ihtisap vergisinin kaldırılıp öşür vergisinin konulması; kura usulüyle bölgeden asker celbedilmesi; devlete vergi vermeyen bedevi aşiretlerin askeri harekâtlarla itaat altına alınması; boş devlet arazilerinin halka dağıtılması; Dicle nehri ve Basra Körfezi nde gemi işletmek üzere vapur şirketlerinin kurulması; Basra tersanesinin ıslah edilmesi; Zerra adıyla vilayet resmi gazetesinin çıkarılması; Bağdat'ta hastane, ıslahhane ve tramvayın kurulması gibi önemli yenilikler ve reformlar, hep O nun zamanında yapılmıştır. 

Midhat Paşa'nın Bağdat valiliği sırasında Osmanlı hükümeti, Suud ailesinden Abdullah b. Faysal'ı Riyad Kaymakamlığına getirmişti. Ancak, bir süre sonra özellikle bölgedeki geleneksel idarecilik konusunda (Emirlik) Suud ailesi içinde meydana gelen iç çekişmeler, Abdullah'ın kaymakamlığını tehlikeye düşürdü. Kardeş Suud b. Faysal kendisine karşı harekete geçince; o da Bağdat vilayetine müracaat ile yardım istedi. Bağdat valisinin talebi üzerine Osmanlı hükümeti, Necid (Ahsa) sahillerinde devlet gücünün hissettirilip merkeziyetçi yapının güçlendirilmesi için bölgeye doğrudan müdahale etme kararı verdi. Nitekim 1871 yılında yapılan Ahsa askeri seferi sonucunda, bölgede devlet gücü ve otoritesi kesin bir şekilde sağlandı. Ayrıca, idari olarak Laksa (Ahsa), Katif, Katar ve Necid birleştirilmek suretiyle Necid Mutasarrıflığı kuruldu ve Basra'ya bağlandı. Kısa bir süre önce Kuveyt de Bağdat'a bağlanmıştı. Böylece, bölgeyi uzun süredir kontrol altında tutan Suud ailesinin nüfuzu büyük ölçüde kırılmış oldu. Midhat Paşa, Basra Körfezi’ndeki İngiliz nüfuzuna karşın Bahreyn hakimi ile bir us (kömür deposu) anlaşması da yaptı. Bütün bu icraatlar ile devletin Irak vilayetleri, Arabistan Yarımadası ve Basra Körfezindeki nüfuz ve hâkimiyeti üst seviyelere çıktı.

Doksanüç Harbi’nin Ayak Sesleri: Hersek Ayaklanması

Avrupa'da meydana gelen siyasi gelişmeler ve bilhassa Fransa'nın Almanya karşısında yenilgiye uğraması sonrasında Rusya'nın Paris Anlaşması'nın kendisini bağlayan hükümlerini tanımadığını ilân etmesi (1871), Rus tehlikesini yeniden gün yüzüne çıkardı. Rusya bu dönemde, Balkan milletleri üzerindeki Panislavizm kışkırtmalarını iyice arttırdı.

19. yüzyılın ikinci yarısında. Balkanların Bosna-Hersek bölgesinde bir dizi köylü isyanları çıkmıştı. Bu İsyanlar, çoğu kere Rusya-Avusturya devletlerinin kışkırtmaları sonucunda özellikle Hersek'te yaşayan Hıristiyan köylülerin büyük toprak sahiplerine karşı ayaklanmasıyla meydana geldi. Özellikle, Abdülaziz’in saltanat yıllarının sonlarında Panislavizm doğrultusunda hareket eden Rus elçisi Ignatiyefin casusları, Ortodoks Slavları hem Osmanlı idaresine hem de Avusturya-Macaristan'a karşı ayaklandırmaktaydı. Bu dönemde, Avusturya-.Macaristan'daki Macar unsurlar da Slavları desteklemekteydi.

💥Hersek isyanı, 1874 yılında kurak geçen hasat mevsiminden sonra, mültezimlerin ziraat ve hayvan vergilerini tahsil etmek istemesiyle başladı. Ayaklanma, birkaç küçük Hıristiyan köyünde başladı. Köylüler, vergi tahsildarlarına saldırınca da askeri tedbirler alındı. Olaylarda Müslüman ve Hıristiyanlar'dan ölenler olmasına rağmen, Avrupa kamuoyunda Hıristiyanların katledilmekte olduğuna dair haberler yayılmaya başladı. Aşağıda görüleceği üzere, 1875’te patlak veren bu isyan, zamanla milletlerarası siyasi bir nitelik kazandığı gibi büyük devletlerin müdahalelerine de yol açtı.

İsyancılar, Karadağ ve Avusturya'dan silah ve cephane sağlayarak bazı bölgeleri ele geçirerek Temmuz 1875'den itibaren de Müslüman köylerine saldırmaya başlamışlardı. Karşılıklı çatışmaya dönüşen olaylar gittikçe genişledi ve Bosna-Hersek'in her tarafına yayıldı. Asiler, yabancı konsoloslara müracaat ederek vergilerin düşürülmesini, angaryanın kaldırılmasını ve toprak ağalarının dizginlenmesini istiyorlardı. Bu sırada Sadrazam Ethem Paşa'nın girişimleri de isyanın sona erdirilmesine yetmedi. Çünkü Rusya'nın kışkırtmaları artarak devam ediyordu.

Hersek isyanı patlak verdiği sıralarda, Mahmut Nedim Paşa sadrazam olarak atanmıştı. O da, Ağustos 1875’te Hüseyin Avni Paşa’yı Harbiye Nazırı, Midhat Paşa’yı da Adliye Nazırı olarak tayin etti. Bu sırada, yabancı devletlere olan yüklü borçların faiz ödemelerinin durdurulduğu ilan edilmişti. Bir taraftan bu gelişme, diğer taraftan da Hersek isyanında Hıristiyanların kıyıma uğratıldığına dair abartılı haberler, Avrupa kamuoyunu kısa sürede Osmanlı hükümeti aleyhine çevirmişti. Avusturya Başbakanı Kont Andrassy'nin teşvikiyle Rusya ve Almanya'nın katılımıyla Berlin'de bir toplantı düzenlemesi öneriliyordu. Aslında Osmanlı hükümetinin başındaki Mahmud Nedim ile diğer devlet adamları arasında da görüş ayrılıkları vardı. Mahmud Nedim Rusya’nın etkisinde olarak, bölgede daha sert tedbirlerin alınmasından yana değildi. Bunun üzerine Sultan Abdülülaziz olayları önlemek için asilerin affını da kapsayan bir Adalet fermanını 2 Ekim 1875 tarihinde yayımladı ama o da çözüm olmadı. Üstelik Rusya bu fermanın boş vaatlerden ibaret olduğunu belirterek, aleyhte propagandasını ve isyancılara desteğini sürdürdü. 

Bu arada Berlin'de toplananların aldığı kararları içeren bir nota 30 Aralık 1875 tarihinde Osmanlı hükümetine Andrassy notası adıyla bir nota verildi. Bu notaya göre, ✅Osmanlı hükümeti Bosna-Hersek'te iltizam sistemini kaldıracak, vergileri hafifletecek, dini özgürlükleri genişletecek ve ayrıca köylülerin büyük toprak ağalarından toprak satın almasına destek olacaktı. Müslüman ve Hıristiyanlardan oluşacak idare meclisleri, sözü edilen reformların yapılmasını sağlayacak, yabancı konsoloslar da bunların yerine getirilmesini denetleyeceklerdi. Osmanlı Devletimin iç işlerine müdahale sayılabilecek bu teklifler aynı zamanda uluslara arası dengeleri de sarsabilirdi. Gerçekten de, bütün bu reformları Osmanlı Devleti'nin tek başına uygulaması mümkün değildi ve ayrıca Rusya ve Avusturya-Macaristan da isyancılara destek vermeye devam ediyordu. İngiltere programa karşı olmamakla birlikte, meselede Rusya’nın ön plana çıkmasından rahatsız oldu. Fransa ve İtalya bu notaya olumlu yaklaştı.

Sonuçsuz Kalan Bir Girişim: Berlin Memorandumu

Balkan ayaklanmalarıyla ortaya çıkan gelişmeler. Avrupa kamuoyunu her geçen gün Osmanlı Devleti aleyhine sevk etmekteydi. Öte yandan, Selanik’te çıkan bazı olayların Avrupa’daki kötü etkisi de giderek artıyordu. Rus başbakanı Prens Gorçakof ise, Berlin’e giderek Osmanlı Devleti'ne karşı şiddetli tedbirler alınması gerektiği hususunda Bismark’ı ikna etmişti. Avusturya başbakanı Kont Andrassy’nin de katıldığı görüşmelerde, Hersek isyanı konusunda Avrupa’ya karşı üstlendiği taahhütleri yerine getirmesi için Babıali'ye baskı yapılması kararlaştırıldı.

Berlin’de toplanan dışişleri bakanları, Andrassy’nin yukarıdaki tekliflerini daha da genişleten bir reform taslağını ve programını hazırladı. 5 maddelik Berlin Memorandumu, 13 Mayıs 1876’da Babıali'ye tebliğ edildi. Memorandum. Bosna-Hersek'te yapılan Osmanlı askeri harekâtının ateşkes yapılıp iki ay süreyle durdurulmasını ve Osmanlı kuvvetlerinin tek bir noktada toplanmasını; Osmanlı hükümeti ile isyancılar arasında doğrudan görüşmeler yapılmasını; ayaklanmada zarar görenlerin zararlarının karşılanmasını ve asilerin affedilmesini ve Osmanlı Devleti’nin kabul ettiği hususların konsoloslar tarafından denetlenmesini öngörüyordu. 

Memorandum ültimatom niteliğindeydi ve istenen tedbirlerin alınmaması ve olayların önlenememesi durumunda üç devletin askeri kuvvet kullanabilecekleri vurgulanıyordu. Görüldüğü üzere, memorandum Osmanlı Devleti’nin bağımsızlık ve egemenliğiyle hiçbir şekilde bağdaşmıyordu. Alınan kararları Rusya ve Avusturya’dan başka Fransa ve İtalya da kabul etmişti. O güne kadar olaylar karşısında sessizliğini koruyan İngiltere, Rusya'nın ön plana geçmesi ile harekete geçti. Sonunda İngiltere, mevcut statükoyu değiştirdiğinden ve İngiliz menfaatlerine aykırı olan bu kararlan, 15 Mayıs 1876’da reddetti. Fransa ve İtalya’nın da onaylarını geri çekmesiyle Berlin Memorandumunun artık hiçbir yaptırımı gücü kalmamıştı. Sonuçsuz kalan memorandumun bir sonucu da, Osmanlı kamuoyunda İngiliz yanlısı bir hava estirmesi, Rus aleyhtarlığını ise körüklemesiydi.

Bulgar Ayaklanması

Panislavizm propagandasının en çok etkisini gösterdiği yerlerden biri bugünkü Bulgaristan’a tekabül eden Tuna Vilayeti idi. Buradaki Ortodoks Hıristiyan tebaa, panislavist komiteler tarafından sık sık ayaklandırılmış, mahalli düzen bozulmuştu. Bu yüzden de başarılı bir idareci olan  Midhat Pasa 1864 yılında buraya vali olarak atanmıştı. Midhat Paşa, Tuna Vilayeti adıyla yeni bir vilayet oluşturmuş; idari, mâli ve sosyal alanlarda yaptığı başarılı reformlarla da kaybolan dirlik ve düzeni tekrar sağlamıştı. Ancak bir süre sonra Rum Ortodoks kilisesinden bağımsız olarak, 1870 te müstakil Bulgar kilisesinin kurulmasına izin verilmesiyle Bulgarlar, bağımsızlık konusunda ilk adımlarını atmış oldular. Rusya'nın yoğun panislavist politikaları ise, Bulgarları imtiyazlı ve hatta sonu bağımsızlığa kadar gidecek olan özerk bir yönetime ulaşma konusunda teşvik etmekteydi. Bu ortam içerisinde, Rusya'nın Filibe ve Rusçuk konsoloslarının kışkırtmaları ve gizlice askeri hazırlıklara girişmiş olan Sırplar'ın da desteğiyle bölgedeki Bulgarlar ayaklandılar. Ancak, yapılan etkili müdahaleyle ayaklanma kısa sürede bastırıldığı gibi elebaşılar da yakalandı. Bunun üzerine, Panslavizmin en koyu savunucularından olan Rus elçisi Ignatiyef hemen devreye girerek yakalananların serbest bırakılmasını ve ayrıca Edime valisiyle bazı kaymakamların da görevden alınmasını istedi. Zaten Ignatiyefin etkisinde olan Mahmut Nedim Paşa, Osmanlı hükümranlık haklarıyla örtüşmeyen bu istekleri kabul etti, Böyle bir davranış ise, topyekûn Bulgar ihtilâlinin de önünü açmış oldu. Aynı sıralarda. Hersek isyanı da kritik bir hâl almıştı. Serasker Hüseyin Avni ve halefi Namık Paşalar, sert askeri tedbirlerin alınmasından yana iken, bunların azledilmesiyle Seraskerliğe getirilen Rıza Paşa ise makamını korumak ve emredileni yapmaktan öte bir tedbir alamıyordu. Mahmud Nedim Paşa da, büyük bir gaflet eseri olarak, bölgedeki Osmanlı birliklerinin önemli bir kısmını geri çekti. Oysaki Sırp destekli ayaklanma hazırlıkları had safhadaydı ve artık büyük Bulgar ihtilâli için hiçbir ciddi engel kalmamıştı.

Naydin isimli daha önce Rusya için casusluk yapmış olan yerli bir Bulgar, ayaklanma hazırlıkları için Rusya'nın Filibe konsolosluğuna atanmıştı. Bu kişi, Bulgar komitecilerle birlikte Büyük Bulgaristan'ı doğuracak ayaklanma hazırlıklarını yoğun bir şekilde sürdürmüştü. En önemli hedeflerden biri de, buradaki Müslümanları katletmekti. Komitecilerin öncülüğündeki Bulgar ayaklanması, Otlukköy, Avretalan ve Pazarcık'ta, 2 Mayıs 1876’da patlak verdi. Rus ve Sırpların yönlendirdiği âsiler, büyük bir vahşetle yakıp yıkıyor ve ayaklanmaya katılmayan Bulgarları dahi katlediyordu. Bu sırada, özellikle Müslüman köyler kuşatma altına alınarak yerle bir edilmiş, ulaşım ve haberleşme araçları da tahrip edilmişti. Ancak, ayaklanma bütün Bulgaristan'a yayılmadı sadece Rodop ve Balkan dağları arasındaki dağ köyleriyle sınırlı kaldı. Bir yandan Edirne Valisi Akif Paşa'nın aldığı tedbirler, diğer yandan da İstanbul'dan Serasker Adil Pasa kumandasında gönderilen takviye birlikler isyancıları kaçmaya zorladı. Sofya ve İslice taraflarına da sıçrayan ayaklanma, milis kuvvetlerinin de katılımıyla Haziran 1876’da tamamen bastırıldı. Fakat isyancılar tarafından yüzlerce köy yakılmış ve binlerce insan katledilmişti. Buna karşılık, ayaklanma bastırılırken isyancıların öldürülmesi, Rus propagandasının tesiriyle Avrupa kamuoyunda Hıristiyan katliamı olarak yansıtılmıştı. Selanik Olayı ve İstanbul’daki Gerginlik Hersek ve Bulgar ayaklanmalarının etkisiyle, Osmanlı Devleti üzerindeki Avrupa baskısı iyice artmıştı. Bu sırada, İstanbul’da bir Müslüman-Hıristiyan çatışmasının çıkacağına ve akabinde de kargaşayı önlemek için Abdülaziz ve Mahmut Nedim Paşa’nın Rusya'ya müracaat ederek asker getirtmek suretiyle Rusya’nın himayesine gireceğine dair söylentiler yayılmaya başladı. Bu söylentiler üzerine halkın silahlanmaya başlamasıyla da İstanbul’daki heyecan büsbütün arttı.

Aynı dönemde, 1876 yılı Mayıs başlarında Selanik’te de asayişi bozacak hadiseler meydana gelmeye başladı. Şöyle ki, Avrethisarı nahiyesinden bir Bulgar kızı, Müslümanlığa geçip bir Müslüman gençle evlenmek üzere Selanik’e geldi. Kız, tren istasyonuna varır varmaz Amerika konsolosu ve gerçekle Rus asıllı Perikli Lazari tarafından yüz elli kadar adam vasıtasıyla zorla kaçırıldı. Bunun üzerine Müslümanlar, hükümet konağı civarında bulunan camide toplanarak kaçırılan kızın geri getirilmesini istediler. Çıkan kargaşa esnasında ise, araya giren Fransız konsolosu Labout ve Alman konsolosu Cernie katledildi. Buna şiddetli tepki gösteren Fransa. Almanya. Rusya, Avusturya ve İtalya. Selanik limanına savaş gemilerini gönderdiler. Konsolosları öldürenlerin yanında, gerekli tedbirleri almayan Vali Mehmet Kefet Paşa ile bazı asker ve subayların şiddetli bir şekilde cezalandırılmasını istediler. Gelişmeler üzerine, İngiltere de Çanakkale’nin Beşiğe Koyu'na bir filo göndermek suretiyle, diğer devletlerin müdahalesine karşı Osmanlı Devleti’ni savunacağı görüntüsünü verdi. Görüldüğü üzere, konsolosların öldürülmesiyle ortaya çıkan gelişmeler, bu olayı da uluslar arası bir sorun haline getirdi.

Bu olaylar üzerine Osmanlı hükümeti de Selanik’e savaş gemisi ve asker gönderdi. Ayrıca, hadiseyi soruşturmak üzere Adliye Nezareti Müsteşarı Vahan Efendi’yi şehre yolladı. Yapılan tahkikat sonucunda vali görevden uzaklaştırıldığı  gibi, olaylara karışanlara da idam ve diğer cezalar verildi. Buna rağmen Rusya, olayın Müslümanların Hıristiyanlara karşı bir ayaklanması olarak göstermiş, hattâ elçiliğini Hırvatlara muhafaza ettirmeye ve İstanbul’un da asayişinin bozulduğu şayiasını yaymaya başlamıştı. Nitekim İstanbul’daki yerli ve yabancı Hıristiyan tüccarlar, ailelerini yurt dışına ve Adalara göndermeye başladı. Bu durum, zaten diken üstünde olan şehir halkı arasında heyecanı daha da arttırdı.

Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesi ve Ölümü

Osmanlı Devleti, 1876 yılında büyük ayaklanmalar ve diplomatik baskılarla mücadele ederken, içte de taht değişikliğiyle sonuçlanacak bir dizi siyasi ve toplumsal olaylarla yüzyüze kalmıştır. Sultan Abdülaziz, gittikçe şiddetlenen mâli sıkıntı ve Balkanlar'daki peş peşe ayaklanmalara rağmen, yönetimdeki kontrolünü gevşetmek niyetinde değildi. Daha önce. Mahmud Nedim Paşa’nın etkisiyle birkaç defa azledilip sürgüne gönderilen Serasker Hüseyin Avni ile Midhat Paşalar ise, keyfi yönetimiyle devleti felakete sürüklediğine inandıkları Abdülaziz’in tahttan indirilmesini istiyorlardı. Hüseyin Avni Paşa, azil ve sürgünlerden dolayı padişaha şahsi kin duyduğundan O’nun hal' edilmesini isterken, Meşrutiyetin getirilmesiyle ilgilenmiyordu. Midhat Paşa ise, samimi bir meşrutiyet taraftarı olarak Veliahd Murad’ın tahta geçmesini arzu ediyordu.

Bu sırada, Hersek ve Bulgaristan ayaklanmalarında binlerce Müslüman’ın katledilmesi, Avrupalı devletlerin Osmanlı Devleti'nin içişlerine sürekli olarak müdahale etmeleri, yine Avrupa'yla olan diplomasinin isyancılar lehinde seyretmesi ve Selanik Olayı gibi gelişmeler, siyasi ve toplumsal tepkilerin artmasına neden oldu. Ağustos 1875’te ikinci defa Sadrazamlığa getirilen Mahmut Nedim Paşa’nın Rus taraftarlığı da, bu tepkiyi biraz daha arttırıyordu. Panislavist Rus elçisi Ignatiyef ise her türlü şayiayı yaymaktaydı. Nitekim, Padişahla sadrazamın Rus askeri getirterek şehirdeki Müslüman-Hıristiyan çatışmasında düzeni sağlayacağına dair söylentiler dilden dile dolaşıyordu. Bu gergin ortam içerisinde, İstanbul’daki medrese talebeleri (talebe-i ulûm), 10 Mayıs 1876’da derslerini bırakarak Fatih ve Bayezid meydanlarında nümayişler yaptılar. Softalar Ayaklanması diye bilinen bu olayların, Abdülaziz’in muhalifi Midhat ve Hüseyin Avni Paşalar tarafından da kışkırtılıp yönlendirildiği anlaşılıyor. Ayaklananlara göre, hükümetin korkak tavrı, Müslümanların Hıristiyanlar karşısında ezilmesine ve hakaret görmesine, ayrıca devletin bağımsızlığının da ayaklar altına alınmasına neden oluyordu. Göstericileri yatıştırmak isteyen Sultan Abdülaziz Şeyhülislamlığa, kısa süre sonra kendi hal' fetvasını da verecek olan Hasan Hayrullah Efendi’yi getirdi. Öte yandan, Osmanlı Devletinin itibarını zayıflatmak peşinde olan Ignatiyef in tavsiyesiyle 6 Ekim 1875’te çıkarılan Ramazan Kararnamesi ile, dış borç ve faizi olarak ödenen yıllık 14 milyon liranın yansının beş yıl için kesileceği, buna karşılık da yüzde beş faizli esbam (tahvil) verileceği ilân edilmişti. Devletin mâli iflası demek olan bu gelişme, Avrupa basınında aleyhte kampanyaya ve dolayısıyla içte tepkilere yol açtı. Durumun gittikçe kötüleşmesi ve ayaklanmacıların isteği üzerine padişah, 12 Mayıs ta Sadrazam Mahmut Nedim Paşayı azlederek yerine Mütercim Rüşdü Paşayı atadı. Midhat Paşa ise Mecâlis-i Âliye üyeliğine (ardından da Şurâ-yı Devlet riyasetine) getirilmiş, Hüseyin Avni Paşa da serasker yapılmıştı. Ancak, göreve getirilen bu kabine padişahla rahat çalışamadı. Çünkü, padişahın bu isimlere, onların da padişaha güvenleri yoktu. 13 Mayıs’a gelindiğinde ise, Rusya ve Avrupa devletlerinin “Berlin Memorandumu” denilen muhtırayı Babıâli'ye vererek Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahale  etme kararı almaları, durumu iyice kritik bir vaziyete soktu. Bu esnada, Mahmut Nedim Paşa'nın tekrar sadrazam yapılacağına dair söylentiler de yayılmış olduğundan Abdülaziz’in hali için harekete geçildi.

Sultan Abdülaziz, 30 Mayıs 1876’da Serasker Hüseyin Avni, Adliye Nazırı .Midhat, Sadrazam Mütercim Rüşdü ve Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendiden oluşan dörtlü cunta (erkân-ı erbaa) tarafından yapılan askeri bir darbe ile tahttan indirildi ve yerine Veliahd V. Murad padişah yapıldı. Darbenin başlangıcında, donanmaya ait gemiler Abdülaziz’in bulunduğu Dolmabahçe Sarayı'nı denizden abluka altına aldıktan sonra Süleyman Paşa da iki tabur askerle sarayı kuşattı. Bu esnada, kardeşi II. Abdülhamid gibi vehimli bir karaktere sahip olan Veliahd Murad, öldürüleceği korkusuyla saraydaki dairesinden çıkmak istemedi. Ancak, Sadrazamın kendisini beklediğini öğrendikten sonra Seraskerliğe gidip tahta geçmeyi kabul etti. Mahlu’ (devrik) Sultan Abdülaziz ise Topkapı Sarayı'na götürüldü. Birkaç gün sonra da (4 Haziran 1876), bilekleri kesilmiş bir hâlde ölü olarak bulundu. 46 yaşında ölen  Abdülaziz’in mezarı, babası II. Mahmud’un Divanyolu'ndaki türbesinde bulunmaktadır. Ölüm şeklinin intihar mı cinayet mi olduğu hâlâ tartışılmaktadır.

Abdülaziz’in muhalifi olan Hüseyin Avni Paşa’nın başını çektiği bu darbede, meşrutiyet taraftarı olan Askeri mektepler nazırı Süleyman Paşa, Bahriye nazırı Kayserili Ahmet Paşa ve Donanma kumandanı Arif Paşalar da rol oynamışlardır. Ayrıca, İngiliz elçisi Sir Elliotun da darbede etkisi olduğu bilinmektedir. II. Abdülhamid, padişah olduktan sonra bu olayı bir suikast olarak değerlendirmiş ve 1881’de oluşturduğu Yıldız Mahkemesi'nde, başta Midhat ve Mahmut Celalettin Paşalar olmak üzere suçlu gördüklerini cezalandırma yoluna gitmiştir. Daha önce de Osmanlı padişahları Yeniçeriler tarafından tahttan indirilmesine rağmen, Abdülaziz'in hal'i ise, şekil ve uygulanış bakımından tipik bir askeri darbe niteliğindedir.



V.Murad
Abdülaziz’in tahttan indirilmesiyle tahta geçen V. Murad, veliahtlığı döneminde amcası Abdülaziz’in sıkı kontrolüne maruz kalmıştı. II. Abdülhamit’in de ağabeyi olan V. Murat, uzun yıllar Saray’da adeta hapis hayatı yaşamıştı. Sulatan Abdülaziz’e yapılan darbeyle birlikte Padişah olunca bu kez de Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın sıkı kontrolüne maruz kaldı. Zaten padişahlığı da, akıl hastalığı sebebiyle ancak 93 gün sürebildi. 

Müsrifliğinin yanında hassas yapısı ve içkiye düşkünlüğüyle biliniyordu. V. Murad henüz padişah ilân edildiğinde, tahttan indirilen amcası Abdülaziz’in 4 Haziran 1876’da esrarengiz bir şekilde ölümü ve 15 Haziran da da Çerkez Hasan’ın taht değişikliğinde başrolü olan Serasker Hüseyin Avni Paşa ile birlikte dört kişiyi öldürmesi (Çerkez Haşan Olayı) gibi hadiseler, O’nun zaten hassas olan ruh sağlığını iyice bozdu. Tuhaf davranışlar sergilemeye başlayan V. Murad, 31 Ağustos 1876’da “akıl hastalığı” teşhisi ve şeyhülislamlık fetvasıyla azledilip yerine kardeşi II. Abdülhamid tahta geçirildi. V. Murad 1904 yılındaki ölümüne dek ömrünün son 29 yılını, Çırağan Sarayı’nda ve yine bir “mahpus” olarak geçirecektir.

Osmanlı Tarihi 1789-1876, A.Ü.A.Ö.F.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder