Filistin (Manda idaresi sona erene kadar)

  •  Osmanlı hakimiyetindeki Ortadoğu' da, haddizatında "Filistin" olarak adlandırılan resmi bir bölge yoktu. Şeria Nehri'nin batısı ile Beyrut'un güneyinde kalan topraklar Kudüs, Nablus ve Akka olmak üzere üç idari kısma ayrılmıştı. Ne var ki bu bölgeden, genellikle Filistin adıyla söz ediliyordu.

    On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Filistin nüfusunun yüzde 85'i Müslüman, yaklaşık yüzde 10'u Hristiyan'dı. Fellah olarak bilinen çiftçilerden oluşan nüfusun büyük çoğunluğu kırsalda yaşıyordu. Filistin toplumu ve siyasi yaşamı birkaç kentli ailenin hâkimiyeti altındaydı. "Eşraf" olarak anılan bu kişiler, genellikle ticaretle uğraşan toprak sahipleriydi. Osmanlı yönetimi ile yerel halk arasında aracı vazifesi görüyorlardı. İçlerinden bazıları, Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'da bulunan Meclis-i Umûmî'ye seçiliyor, birçoğu idari ve dinî kurumlarda üst düzey mevkilerde çalışıyordu. Osmanlı adına halktan vergi topluyorlardı.

    On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Filistin'in Avrupalı tüccarlarla olan teması giderek artmış, Filistin çiftçisi ihraç edilmek üzere daha fazla pamuk, tahıl, zeytin ve portakal üretir hale gelmişti. Bir liman kenti olan Yafa'nın 1850 yılında 120.000 dolar olan tarımsal ihracat hacmi, 1914 yılında 1.875.000 dolara çıkmış ve 1880 ile 1914 yılları arasında nüfusu dörtte katlanmıştı. Filistin'i Avrupa dünyasına yakınlaştıran tek şey ticaret de değildi; giderek artan sayıda Hristiyan hacı adayı, Kitabı Mukaddes'te sözü edilen Kutsal Topraklar'ı gezmek üzere buharlı gemilerle Filistin'e gelmeye başlamıştı. Yeni inşa edilecek kiliseleri finanse ediyor, turizm sektörünün gelişimine katkı sağlıyorlardı.

    Kısa İsrail - Filistin Tarihi /Michael Scott-Baumann, Say yayınları, 2021

  • Filistin'i en etkin biçimde modernleştiren kişi, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa olmuştur. Babasının adına bu toprakların yönetimini üstlenen İbrahim Paşa, tarım reformları gerçekleştirdi, merkezi bir vergilendirme sistemi ihdas etti, güvenli bir ulaşım sistemi geliştirerek yeni yollar inşa ettirdi ve yerel eşrafa eşit biçimde temsil edilme hakkı sağlayan anayasal bir sistem getirdi (Osmanlı İmparatorluğu tarihinde ilk kez olarak temsilciler meclisinde bölgede yaşayan Hıristiyan ve Yahudi cemaatlerini temsil eden vekiller bulunuyordu)

    İbrahim Paşa’dan sonra, Tanzimat olarak bilinen bu reform hareketleri özünde, gözünü hırs bürümüş yerel yöneticilerin, henüz embriyo aşamasında olan ulusçu hareketlerin ve aç gözlü Avrupalı emperyalistlerin baskıları altında çözülme tehdidi ile karşı karşıya kalan bir imparatorluğu bir arada tutabilmek üzere tasarlanan, merkezileştirici ve yeniden örgütleyici bir girişimdi. Bu reformlar Filistin'de 1840'lı yıllarda uygulanmaya başlanmıştır. Bu nedenle, Filistin'de bu değişim sürecinin uygulayıcıları, bölgede iktidarı aralarında paylaşan iki bölgesel başkent olan Beyrut ve Şam'ın reformcu valileri idi. Modernleşme sürecinin diğer uygulayıcıları ise, 1830'lu yılların sonlarından bu yana bölgede bulunan Avrupalı konsoloslar ile Kırım Savaşı'nın (1853-56) hemen ardından bölgeye yerleşen Avrupalı tacirler ve bankerler idi. Modernleşme açısından bakıldığında Kırım Savaşı, değişim sürecini kolaylaştıran ve hızlandıran bir katalizör işlevi görüyordu. Tanzimat, Filistin'de Osmanlı iktidarının gerileyişinin ve Avrupalıların bölgedeki çıkarlarının yükselişinin bir göstergesi idi. Bu gelişmeler, Avrupa ile ekonomik bütünleşme ve gerek yerel faaliyetlerde, gerekse merkezi politikalarda Avrupalı konsoloslara daha geniş müdahale etme yetkisinin tanınması ile sonuçlandı. Modernleşme açısından Avrupa ile bütünleşmenin en önemli sonucu, Filistin'de ulusal ve laik bir toplumun ortaya çıkması idi.

    Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda İngiliz mandası, Avrupa'nın Filistin'deki etkilerini pekiştirdi ve 1948 öncesi Filistin'ine ilişkin söylemin en son unsurunu oluşturdu. İşte, bir yanda Filistin'de İngiliz mandasının varlığı ve politikaları, diğer yanda Siyonistlerin bölgeyle ilgili planları ve ihtirasları, Filistin'deki Arap toplumunun Emin-el Hüseyni'nin başkanlığında geleneksel bir liderlik yapısı altında yeniden birleşerek yeni bir ulusal Filistin hareketinin ortaya çıkmasına neden oldu.

    Modern Filistin Tarihi, İlan Pappe, Phoenix , 2007




    Balfour Deklarasyonu’nun üç özelliği dikkat çekmektedir.

    Birincisi, hem verilmeden önce hem de verildikten sonra Araplara verilen bağımsızlık yeminlerinin ruhuna açıkça uygun olmamasıdır. İkincisi, Filistin'in elden çıkarılması, ilan edilen amacı Filistinli olmayanları Filistin'e yerleştirmek olan bir siyasi örgütle yakın istişare içinde belirlenmiştir. Bu, yalnızca yerli Filistinlilerin çıkarlarını göz ardı etmekle kalmamış, aynı zamanda onların haklarının kasıtlı bir ihlali olmuştur . Üçüncüsü, İngiliz Hükümeti, Beyanname aracılığıyla, Filistinlilerin toprakları konusunda, Filistin toprakları hâlâ resmen Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olduğu bir zamanda Siyonist Örgüt'e taahhütlerde bulunmuştur. 
    Filistin Sorununun Kökeni ve Evrimi: 1917-1947 (Bölüm I) BM İnternet sayfası

    Bazılarına göre, Yahudi göçü ile Filistinli Arap haklarının korunması arasındaki çatışmayı çözmekteki başarısızlık, yirmi sekiz yıllık (1920-1948) manda sırasında iktidarda bulunan çeşitli İngiliz hükümetlerin kararsızlıkları ve tarafgirliklerinden kaynaklanmıştır. Başka tarihçilerse, sorunun başarısızlık değil zafer olduğunu iddia ederler: Siyonist göçmenlerin ve onları destekleyenlerin, Arap direnişine, İngilizlerin muhalefetine ve Avrupa'nın anti-Semitizmine direnerek inanılmaz güçlüklere rağmen lsrail devletini kurmaları bir zaferdir. Başka bir grup tarihçi de başka sorular sormaktadır: Yüzyıllardır Filistin'de yaşayan ve şehir yönetiminde hakim durumda olup, 1922'de nüfus olarak bire karşı sekiz çoğunluğuna sahip yerli Arap halkı, neden 1948'de yeni İsrail devletinde azınlık kalmıştır? Neden Filistin'de Arapçılık ya da Filistin milliyetçiliği değil de Siyonizm kazanmıştır?

     

    1200 küsur yıldır Arap çoğunluğun yaşadığı bir toprak parçası, üçüncü bir tarafın (İngiltere) inisiyatifiyle, çoğunluğu Doğu Avrupa'da yaşayan başka bir halka (uluslararası Yahudi topluluğu) milli yurt olarak vaat edilmişti. Doğu Avrupalı Yahudilerin yaşadıkları sıkıntılı hayat, aralarındaki Siyonistleri İngiltere'yi sözünü tutmaya ve Filistin'de bir Yahudi milli yurdu kurmaya mecbur etti; buna karşılık Filistin'in yerleşik Arap halkı kendi yurdunun bir Yahudi devletine dönüştürülmesine karşı çıktı ve elinden geldiğince buna direndi. Filistin sorununun kökeninde siyonistlerin Filistinli Arapların yaşadıktan topraklar üzerinde hak iddia etmeleri yatar.



     Filistin mandası: İngiliz idaresi

    Filistin mandası olan bölge, Osmanlı döneminde ayrı bir birim değildi. Bölge güney Suriye'nin bir parçası olarak kabul ediliyordu ve Beyrut ve Şam vilayetleri ile Kudüs özel idari birimi arasında bölünmüştü. İngilizlerin 1917 Aralık ayında Kudüs'ü ele geçirmeleri Filistin'i Osmanlı idaresinden çıkarmış, 1917'den 1920'ye kadar İngiliz askeri idaresi altına sokmuştu. İngiltere bu yıllarda Weizmann ile zamanın ileri gelen Arap yetkilisi olan Suriye kralı Faysal'ın arasındaki görüşmeleri kolaylaştırarak, Siyonizm ile Arapçılığın çatışan emellerini uzlaştırmaya çalıştı. 1919 Ocak ayında varılan bir anlaşmaya göre, Weizmann Yahudi toplumunun Filistin'in ekonomik kalkınmasında Araplarla işbirliği yapacağı sözünü verdi. Buna karşılık Faysal da, Filistinli Arapların haklarının korunması ve Arapların Büyük Suriye'nin bağımsızlığı isteklerinin karşılanması koşuluyla Balfour Deklarasyonu'nu tanıyacak ve Yahudi göçüne razı olacaktı. Bazılarının iddia ettiği gibi, Faysal Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasını kabul etmiş değildir. Fransızlar Suriye'yi işgal edince Faysal-Weizmann anlaşmasının koşulları ihlal edilmiş oldu ve anlaşmanın hükmü kalmadı. 

    Filistinli Araplar açısından manda, yeni bir kisveye bürünmüş sömürge yönetiminden farksızdı. Milletler Cemiyeti güvencesi altında Britanya'ya "kendi kendini yöneten kurumların geliştirilmesi" sorumluluğu verilmişti; ne var ki Sömürgeler Bakanı Winston Churchill 1921 yılında, Filistin'de "Yahudilerin milli yurdu" fikrine muhalefet edecek hiçbir temsiliyet organına müsaade edilmeyeceğini açıkça belirtmişti.

    Bir başka deyişle, özyönetim ancak ve ancak Arapların Balfour Deklarasyonu'nu kabul etmesi halinde mümkün olacaktı. Ne var ki Araplar boyun eğmeyi reddediyordu.

    Kısa İsrail - Filistin Tarihi /Michael Scott-Baumann, Say yayınları, 2021

    Bu arada San Remo Konferansı (1920) İngiltere'ye Filistin mandasını verdiği için askeri hükümet yerini sivil idareye bıraktı. İki yıl sonra da yeni kurulan Milletler Cemiyeti, mandaya resmi statü tanıdı ve Siyonist beklentilerini arttırıp, Arap sakinleri telaşa düşüren maddeler ekledi; Milletler Cemiyeti'nin manda koşulları Balfour Deklarasyonu'nu benimsiyor ve Filistin'in resmi dili olarak İbranice'yi tanıyordu.

    Filistin Mandası'nın temel şartları ve hükümleri şunları içeriyordu:

    • Yahudi Ulusal Vatanının Kurulması: Mandanın en önemli amacı, Balfour Deklarasyonu'nda belirtilen "Yahudi halkı için ulusal bir yurt" kurulmasını sağlamaktı. İngiltere, bu amacı gerçekleştirmek için gerekli siyasi, idari ve ekonomik koşulları sağlamakla yükümlüydü.
    • Mevcut Toplulukların Haklarının Korunması: Manda metni, Filistin'deki Yahudi olmayan toplulukların (Arapların) sivil ve dini haklarının zarar görmemesini güvence altına almayı da içeriyordu. Ancak, metinde "sivil ve dini haklar"dan bahsedilirken, Arapların "ulusal hakları"ndan bahsedilmemesi önemli bir tartışma konusu olmuştur.
    • Kutsal Yerlerin Korunması: Filistin'deki kutsal yerlerin ve dini binaların/alanların korunması, mevcut hakların devamı ve bu yerlere serbest erişim ile ibadet özgürlüğünün sağlanması mandatarya gücün sorumluluğundaydı.
    • Kendi Kendini Yöneten Kurumların Geliştirilmesi: Manda, Filistin'de kendi kendini yöneten kurumların geliştirilmesini de öngörüyordu. Ancak bu madde, Yahudi ulusal vatanının kurulması hedefiyle sıklıkla çatışmıştır.
    • Göç ve Toprak Satışı: Manda yönetimi, Yahudi göçünü teşvik etme ve bu göçmenlerin yerleşimini kolaylaştırma yetkisine sahipti. Bu durum, Filistinli Araplar arasında büyük tepkilere ve çatışmalara yol açmıştır. Toprak satışları da benzer şekilde, Siyonist örgütlerin toprak edinmesini kolaylaştırırken, Arap nüfusun toprak kaybına neden olmuştur.
     

    İngiliz hükümeti Filistin'deki gelecek planlarını açıklamak için 1922'de, 1920'ler boyunca politikanın temelini oluşturacak bir Beyaz Kağıt yayınladı. Bu belge lngiltere'nin nasıl bir denge kurmaya çalıştığını göstermektedir. Arap toplumunu memnun etmek için bir Yahudi milli yurdu kurulmasının Filistin halkının tümüne Yahudi milliyeti verilmesi demek olmadığı vurgulanırken, Yahudi halkının Filistin'de olma hakkının bulunduğu ve Filistin'in Yahudi halkının bir bütün olarak din ve ırk nedeniyle gurur duyacağı bir merkez olması gerektiğini söyleyerek bazı Siyonist isteklerine de yer veriyordu. Beyaz Kağıt, Balfour Deklarasyonu'ndaki belirsizlikleri ortadan kaldırmak için hazırlanmışsa eğer, bu amacında kesinlikle başarılı olamamıştı.

    ..

    Manda yöneticisi Yüksek Komiser Samuel'in ilk önerisi olan 1922 anayasası, seçilmiş Müslüman, Hristiyan ve Yahudi temsilcilerden ve yüksek komiser tarafından atanacak on bir kişiden müteşekkil bir yasama meclisi kurulmasını ön görüyordu. Ancak Arap liderler Balfour Deklarasyonu'nu iptal etmeyecek herhangi bir meşru hükümette yer almayacaklarını söyleyerek planı reddettiler. Samuel seçimi yine de yaptırtmaya çalıştı, ama Arap toplumunun boykotu üzerine anayasa 1923'te rafa kaldırıldı. Samuel ondan sonra yüksek komiser tarafından seçilecek on Arap ve iki Yahudi temsilciden oluşan bir danışma konseyi kurmaya çalıştıysa da, Arap temsilcilere baskı yapılarak çalışmalarına engel olundu.

    ..

    FİLİSTİN ARAP TOPLUMU: LİDERLİK VE KURUMLAR

    Arap icra Kurulu İki büyük savaş arası dönemde Filistin Araplarının liderliğini, güç ve prestijlerini toprak sahipliğinden ve dini ve belediye makamlarına hakimiyetinden alan şehirli yerel eşraf yürütmekteydi.

    lngilizlerin mevcut düzen içinde çalışma ve hükümetle halk arasında yerleşmiş eşraf ailelerini aracı olarak kullanma politikaları nedeniyle bu kişiler etkinliklerini sürdürmekteydiler. Böylece, eski Osmanlı Arap vilayetlerinde olduğu gibi Filistin' de de eşraf politikası Osmanlı sonrası dönemde ayakta kalacaktı.

    ..

    Filistinli Arapların yerleşime karşı ilk örgütlü tepkisi 1918 ve 1919'da büyük şehirlerde kurulmuş olan Müslüman-Hıristiyan derneklerinin yerel şubelerinden geldi. Bu derneklerden otuz kadar delege, 1919 yılı sonlarında Kudüs'te toplandı ve kendilerine 1. Filistin Arap Kongresi adını verdiler. Bundan sonra kongre yıllık olarak toplandı ve Arap toplumu, Siyonistler ile İngilizler arasındaki ilişkiler üzerinde kararlar aldı. 1920'de yapılan Üçüncü Kongre'de Kudüs eski belediye başkanlarından Musa Kazım el-Hüseyni başkanlığında bir Arap İcra Kurulu kuruldu.

    Zeminde, her iki tarafın siyasi seçkinleri, kuruluş bölgesi ile ilgili kendi yorumlarını karşı tarafa kabul ettirmeye çalışıyordu. Henüz embriyo aşamasında bulunan Filistin diplomasisinin temel hamlesi, savaştan sonra bağımsız devlet statüsüne kavuşan diğer Arap vilayetleriyle karşılaştırmalı bir biçimde Filistin'e tanınan olağanüstü statünün İngiliz hükümeti ile yeniden müzakere edilmesine yönelikti. Bununla birlikte, İngiliz mandası bünyesinde ve gelecekte kurulacak olan Yahudi devleti karşısında özerk yapılarını koruyabildiklerinden dolayı sahip oldukları haklarla yetinmeleri gerekiyordu.

    Bu oldukça oransız arka planı incelediğimizde, Filistinli liderlerin manda yönetiminin ilk yıllarında neden uzlaşmayı reddettiklerini daha iyi anlayabiliriz. Toplam nüfusun %90'ını temsil etmelerine karşın, yalnızca %50 oranında söz sahibi olabiliyorlardı. Manda yönetimi yerel hükümet ve parlamento seçimlerinde, Mısır ve Irak'ta olduğu gibi demokratik bir yöntemi desteklemiş olsaydı, bölgenin Arap-Filistinli karakterinden asla şüphe edilmezdi.

    Modern Filistin Tarihi, İlan Pappe, Phoenix , 2007


    Musa Kazım 1934'te ölünce Arap İcra Kurulu da sona erdi.

    ..

    Arap lcra Kurulu ve genel olarak Filistin siyasal faaliyeti, Kudüs'ün önde gelen iki Müslüman eşraf ailesi Naşaşibiler ile el-Hüseyniler arasındaki rekabet yüzünden de zayıflamıştı. Söz konusu aşiretlerin Filistin içinde iktidar rekabetleri 19. yüzyıldan beri devam etmekteydi ve manda döneminde iyice sertleşerek, Arap seçkinlerinin siyasetine yıkıcı bir bölücülük kattı. Gerçi bu bölücülük kendiliğinden olmamıştı; rekabetin farkında olan İngilizler, atama güçlerini iki ailenin arasını bozacak şekilde kullanmışlardı. Böylece 1920'de Ragıp Naşaşibi, el-Hüseyni'nin yerine Kudüs belediye başkanı oldu. Ertesi yıl İngilizler Hacı Emin el-Hüseyni'yi Kudüs müftüsü seçerek bu tabloyu dengelediler.

    Hacı Emin el-Hüseyni ve Yüksek Müslüman Konseyi Hacı Emin (1895-1974) Kudüs müftüsü olarak Filistin'in en prestijli makamına gelmişti ve bunu bir siyasal ağ kurmak amacıyla kullanıp, iki büyük savaş arası dönemde Filistin Arap topluluğunun lideri oldu.

    ..

    Samuel'in 1921'de manda içindeki bütün İslami kurumların yönetimini ele alacak özerk Yüksek Müslüman Konseyi'ni kurmasıyla müftünün otoritesi iyice arttı. Hacı Emin 1922'de konsey başkanlığına seçildi. Kudüs müftüsü ve Yüksek Müslüman Konseyi'nin seçilmiş başkanı olarak çok geniş bir hakimiyet ağı kontrolünü ele geçirmişti. Konsey, şeriat mahkemelerinin denetimi ve mahkeme yetkilileriyle yargıçların atanmasından, vakıfların ve vakıf paralarının yönetiminden, İslami dini okullar sisteminden ve öğretmen seçiminden sorumluydu.

    ..

    Makamında kalmasının İngilizlerin iyi niyetine bağlı olduğunu da biliyordu. Bu yüzden, 1936'daki şiddet olaylarına kadar taraftarlarına itidal tavsiye etti ve Yahudi göçü sorununa uzlaşmalı bir çözüm aramada İngilizlerle işbirliği yaptı.

    ..

    Araplar Filistin'in haklı sakinleri olarak meşru tanınma arayışlarında düş kırıklığına uğramışlardı. Aynı zamanda milli örgütlere katılma girişimlerini reddediyorlar, bunu yapmanın mandayı geçerli kılıp Balfour Deklarasyonu'nu kabul ettikleri anlamına geleceğine inanıyorlardı.

    ..

    1929 Ağlama Duvarı Olayları

    Batı ya da Ağlama Duvarı kalıntılarına Yahudilerin ulaşma hakkı üzerine patlak veren tartışmalar, mandanın başlangıcından beri gelişen topluluklar arası düşmanlıkların odak noktasını oluşturuyordu. Yahudiler duvarı kutsal bir mekan olarak görmüşler ve Ortaçağ'dan beri dua etmek, eski İsrail krallığının yıkılmasının yasını tutmak üzere oraya gitmişlerdi. Duvar ve yakın çevresi İslami mabetlerin en eskilerinden Kubbet-üs-Sahra ve el-Aksa Camii'nin bulunduğu Harem el-Şerifin batı mesnedi olduğundan Müslümanlar nezdinde de dini bir mekandı. Manda döneminde duvar vakıf olarak kabul edilmişti, dolayısıyla Müslümanların yetki alanında kalıyordu.

    Duvarın statüsü üzerinde bir yıl süren iddialar ve karşı iddialardan sonra 1929 Ağustos ayında şiddet olayları başladı, Yahudi gösterilerinin kışkırttığı Arap toplulukları Kudüs'te iki Yahudi mahallesine saldırdılar, Hebron ve Safad kentlerinde Yahudileri öldürdüler. İngiliz güçleri gösterileri bastırdığında 133 Yahudi ve 116 Arap ölmüştü. Gösterilerin sebebi, dini bir yerin gelecekteki statüsünün belirlenmesi gibi görünse de, gerçek sebepler çok daha derinlerdeydi. İngilizler bu sebepleri araştırmaya karar verdiler.

    ….

    1931 tarihli Kara Mektup'un ve soruşturma komisyonlarının tavsiyelerinin çoğunun göz ardı edilmesinin ardından Filistin' de durum iyice kötüleşti. Dünyadaki ekonomik bunalım beşinci aliyahın (Yahudi göçü) büyük çaplı göçüyle birleşince, Araplarda da Yahudilerde de yaygın bir işsizliğe yol açtı.

    1936 bahar ve yazında Filistin'i kasıp kavuran şiddet dalgası Siyonizme, İngiliz emperyalizmine ve yerine kök salmış Arap liderliğine karşı kendiliğinden doğan bir halk tepkisiydi. 15 Nisan'da silahlı bir Arap çetesinin bir otobüsü soyup bir Yahudi yolcuyu öldürmesiyle olaylar başladı; ertesi akşam Haganah, iki Arap çiftçiyi öldürerek misilleme yaptı. Bu olaylar iki toplumu da kitlesel gösteriler düzenlemeye ve birbirlerine saldırmaya kışkırttı. Halkın huzursuzluğunu İngiltere'ye ve Siyonistlere karşı etkili bir silaha dönüştürmek isteyen yerel Arap direniş komiteleri 19 Nisan 1936'da genel grev ilan ettiler. Grev, Arapların göç kısıtlaması, arazi satışları ve demokratik bir hükümet kurulması taleplerinin İngiltere tarafından yerine getirilmesine değin devam edecekti.

    Emin el-Hüseyni, Yahudi yerleşimcilerini ve yerleşimlerini önce izlemekle yetindi, daha sonra onayladı ve son olarak da, bunlara karşı geçmiştekilerden daha da büyük ölçekli kargaşa ve şiddet eylemlerini destekledi. Özellikle Kudüs, Safad ve El Halil'in eski mahalleleri gibi Yahudilerin ve Arapların birbirlerine tehlikeli bir biçimde yakın olarak yaşadıkları şehirlerde şiddet olaylarını kışkırtan kendi paramiliter gençlik örgütlerini oluşturdu. Bu gençler daha sonra şehirlerin varoşlarında yaşayan yoksul kesimle birleşerek güçlü bir isyan dalgası oluşturdular ve giderek şiddetlenen bu olaylar, 1936'da manda yönetimine karşı ülke çapında sürdürülen bir ayaklanma ile doruk noktasına ulaştı.

    Modern Filistin Tarihi, İlan Pappe, Phoenix , 2007




    Arap liderliğinin greve son vermesindeki sebeplerden birisi, lngiltere'nin Filistin'e yeni bir komisyon göndermeyi vaat etmesiydi. Lord Peel'in başkanlığındaki bu komisyon, raporunu 1937 Temmuz ayında yayınladı. Raporda mandanın dayandığı varsayımın gerçekleşemeyeceği, Balfour Deklarasyonu'nun içerdiği çelişkili yükümlülüklerden üniter bir devlet yaratılamayacağı belirtiliyordu.

    İngiltere'nin Filistin labirentinden bir çıkış yolu arayışı hem Arapların hem Yahudilerin muhalefeti karşısında çökünce bölünme fikri tamamen gündemden çıktı.
    ...
    1937 Temmuz ayında Peel Raporu açıklanınca, Arapların şiddet eylemleri yeniden patlak verdi. Bir yıl öncesinin genel grevi gibi bu eylemler de önceden planlanmış ve milli çapta örgütlenmiş değildi. İngiliz Celile bölge komiseri Ekim'de öldürülünce, İngilizler bu saldırıya Arap Yüksek Komitesi'ni dağıtıp üyelerini tutuklayarak ve sürgüne göndererek karşılık verdiler. 
    ..

    İngiltere isyanı bastırmak için Filistin'e 20 bin asker indirdi ve isyancıları sakladığından kuşkulanılan köylere toplu cezalar uygulamaya koyuldu. Yahudi güçleri de isyancılara karşı askeri harekatın yanı sıra sivillere misilleme saldırılarda bulunuyorlardı. İngilizler üstün askeri güçlerine rağmen 1939 Mart ayına kadar düzeni sağlayamadılar. İsyanın bilançosu çok ağırdı: 3000 Arap, 2000 Yahudi ve 600 İngiliz öldürülmüştü; Filistin ekonomisi kaos içindeydi· Arap liderleri ya tutuklu ya da sürgündeydiler.

     

    Sömürgeler Bakanlığı 1939 Şubat ayında Londra'da bir İngiliz Arap-Yahudi konferansı düzenledi. Ancak bu konferansta da çözüm bulunamayınca, taraflardan birini memnun etmeyecek bir politika bulmak İngiltere'ye kaldı. 1939 Beyaz Kağıdı'nda açıklanan bu politika Siyonistleri şoka uğrattı. Belgede şöyle deniyordu: "Kraliyet Hükümeti Filistin'in bir Yahudi Devleti olmasının politikaları arasında bulunmadığını açık bir şekilde deklare eder." Belge, Yahudi göçünün beş yıl boyunca yılda 15 binle sınırlandırılmasını, o sürenin sonunda Arap toplumu devamını istemedikçe tamamen kesilmesini öngörüyordu; Yahudilere toprak satışı belirli bölgelerle sınırlanacaktı ve Filistin'e on yıl sonra bağımsızlık verilecekti. Mandaya ayrıca 25 bin Yahudi göçmeninin alınması öneriliyordu.

    Filistin nüfusunun en az yarısını kapsayan kırsal toplum, 1948 yılında kendilerini bekleyen felaketten habersiz bir biçimde, doğal yaşamın değişmeyen temposuna ve rutinine bağlı olarak yaşıyorlardı.

    Modern Filistin Tarihi, İlan Pappe, Phoenix , 2007

    1947 yılının Şubat ayından Kasım ayına kadar geçen süre içinde UNSCOP'un Filistin'in geleceğine yönelik kararların alması tam 9 ay sürdü. Etkin ve hazırlıklı Siyonist temsilciler tarafından hazır bir bölünme programının UNSCOP'a sunulmasına karşın, Arap tarafı yapıcı herhangi bir alternatif sunmadı. Buna rağmen, Filistinlilerin bir görüş birliği içinde bölünme önerisini reddettikleri, UNSCOP tarafından biliniyordu. Gerek Filistinli liderler, gerekse sıradan Filistinliler için bölünme, tıpkı Cezayir'in Fransız yerleşmeciler ve yerli halk arasında paylaştırılması gibi, kesinlikle kabul edilemez bir öneriydi. Filistinliler tarafından gelen güçlü itirazlar, bölünme konusunda oybirliğine dayalı bir kararın alınmasını engelledi.

    Modern Filistin Tarihi, İlan Pappe, Phoenix , 2007




    Filistin’de etnik temizlik ( Mart-Mayıs 1948)

    Mayıs 1948'de askeri seferberlik ciddi boyutlarda başlatıldı. Bu operasyon, Filistin'deki Arap güçlerine karşı mücadele etmeyi ve 14 Mayıs 1948'en sonra Arap orduları ile karşı karşıya gelmeyi tasarlayan Hagana tarafından hazırlanan askeri bir proje olan D Planı çerçevesinde gerçekleştirildi. BM tarafından hazırlanan Bölün me Planı'nın BM Asamblesi tarafından onaylandığı tarihin hemen ertesi günü başlayan çatışmalar, Mart 1948'e kadar dağınık, düzensiz ve kontrolsüz bir biçimde sürdürüldü. D Planı, Yahudilerin faaliyetlerini örgütleyebilmek amacıyla geliştirilmişti ve buna benzer bir girişim Filistinli liderler tarafından gerçekleştirilmedi.

    Önemli yol kavşaklarını ele geçirmek ve yalıtılmış konumdaki Yahudi yerleşimlerine taarruz etmek konusun da askeri açıdan yeterli bir kararlılık mevcuttu. Bununla birlikte güçler, bu tür operasyonların sürekliliğinin sağlanmasına yönelik esneklikten yoksundular. Abd-el-Kadir el-Hüseyni ve Hasan Salameh komutasındaki para-militer güçler bir süre için Tel-Aviv ile Yahudi devletinin başkenti olarak belirlenen Kudüs arasındaki yolu abluka altına almayı başardılar. Ancak tüm bu gayretler, Nisan ve Mayıs 1948'de D Planı'nın uygulanmasıyla birlikte yerle bir oldu.

    D Planı, Nisan ve Mayıs aylarında eksiksiz bir biçimde uygulamaya konuldu. Planın son derece açık iki hedefi bulunuyordu. Birinci hedef, İngilizler tarafından boşaltılan askeri ya da sivil tüm tesislerin ivedilikle ve sistematik bir biçimde teslim alınmasıydı.

    Planın ikinci ve daha önemli hedefi, gelecekte kurulacak olan Yahudi devletinin bulunduğu alanın, mümkün olduğu ölçüde Filistinlilerden temizlenmesi idi. Temel askeri güç, birkaç tugaydan oluşan Hagana idi. Her tugaya, işgal edeceği köylerin adlarını içeren bir liste verilmişti. Köylerin çoğu yok edilecekti ve ancak çok istisnai bazı durumlarda askerlere köylere dokunmamaları emredilmişti. Ayrıca tugaylardan bazılarından, Filistin ve çevresinde bulunan karma Arap-Yahudi kasabalarını ele geçirmeleri istenmişti. Bu, söz konusu kasabaların işgal edilmesi ve Filistinli nüfusun tahliyesi anlamına geliyordu. Yafa, Hayfa, Safad ve Tiberias'ın akıbeti böyle oldu.

    ..

    İngilizler mayıs ayında ülkeyi terk ettiklerinde, Filistinli nüfusun üçte biri halihazırda bölgeden sürülmüştü. İngilizler, yerli halkın bölgeyi tahliye etme sürecinin başlarında, bölgede asayişin sağlanmasından resmen sorumluydular. Bölgenin yerel nüfustan arındırılması sürecinin ilk dalgası olarak, ülkenin sosyal ve ekonomik seçkinlerinden olan 70.000 Filistinli, Ocak 1948'e kadar Filistin'i terk etti. Kentli seçkin zümrenin ülkeyi bu şekilde terk etmesi, tehcir politikasının savaşın ilk aşamasında Arap-Yahudi karma nüfusunun bulunduğu kentlerde ve batı Kudüs'te neden bu denli etkili olduğunu kısmen açıklayabilmektedir. Manda yönetiminin sona ermesi aynı zamanda, Aralık 1947'den Mayıs 1948'e kadar süren ve bir tür iç savaşı andıran 1948 savaşının ilk aşamasının da sona ermesi anlamına gelmektedir.

    Modern Filistin Tarihi, İlan Pappe, Phoenix , 2007


    Hiç yorum yok:

    Yorum Gönder