III.Mehmed


III. Mehmed
, iyi gitmeyen bir Macar seferinin ortasında tahta çıktı. Yeni sultan kötüleşen duruma karşı, bizzat ordunun başına geçerek 1596'da Macaristan'a doğru yola çıktı. Ekim'de Eğri'yi aldı. Osmanlılar aynı ay içinde Tisza Irmağı'nın batısında yer alan Haçova (Mezö-Keresztes) Muharebesinde büyük bir zafer kazandılar. Oysa başlangıçta Osmanlı askerleri savaş meydanından kaçmış, ancak Avusturya güçleri Osmanlı ordugahını yağmalarken dikkatleri dağılınca geri dönüp saldırınca büyük bir şans eseri olarak savaştan muzaffer çıkmışlardı. Ne var ki ertesi yıl, Satırcı Mehmed Paşa komutasında düzenlenen sefer başarılı olamadı ve Habsburg ordusu 1598'de Budin'i kuşattı ama onlar da başarılı olamadılar. Budin Beylerbeyi Mehmed Paşa 1600'de Güneybatı Macaristan'da Kanije'yi ( Kanizsa) ele geçirince Osmanlıların şansı döndü; bu, büyük oranda her yeri kuşatan sise borçlu olunan büyük ölçüde şansa dayalı bir fetihti. Buna mukabil, Avusturyalılar 1601'de Kanije'yi kuşatıp başarılı olamadılar, ama 1602'de Budin'in tam karşısında bulunan Peşt'i (Pest) aldılar. Budin'i kuşattılarsa da daha sonra Peşt'i de geri alacak olan Lala Mehmed Paşa tarafından püskürtüldüler. Bu savaş, sonunda herhangi bir kati sonuç alınmaksızın, Mehmed'in halefi, I. Ahmed'in (hd. 1603-17) saltanatı sırasında imzalanan Zitvatorok Anlaşmasıyla 1606'da bitti. 

Osmanlılar 1590'a kadar esasen doğu cephesiyle meşguldü, Azerbaycan, Kafkaslar ve Kırım'ın doğusundaki bazı yerlerde hükümranlık oluşturmaya çabalıyorlardı. Bundan sonra dikkatler tekrar Tuna'ya döndü. Eflak ve Boğdan prenslikleri ile günümüzün Polonya ve Ukrayna topraklarında bulunan bölgeler, Osmanlı devleti ile Habsburg egemenliğindeki Macaristan arasında sınır bölgesi haline geldi. Buralarda Katolikler, Ortodokslar ve Protestanlar arasındaki farklılıklar en az Osmanlı veya Habsburg egemenliği sorunu kadar bölünmeye yol açıyordu. 

Savaşlar bölgede en az bir yüzyıl daha ihtilaf ve sıkıntı yarattı. Uskoklar  (Dalmaçya bölgesinde Habsburgların hizmetinde Osmanlılara karşı çete savaşları veren Hırvat ve Sırp gruplar) ile Bosnalı milisler arasındaki sınır çatışmaları Osmanlıların Habsburg topraklarına saldırmasına yol açtı. Bunun üzerine anlaşmayı bozan imparator misillemede bulundu ve 1593'te Osmanlıları Siska'da bozguna uğrattı. Bir casus belli (savaş sebebi) olan bu saldırıya Osmanlılar aynı yıl içinde savaş ilan ederek karşılık verdi. Başlangıçta Osmanlı birlikleri 1593 ve 1594'te Estergon'u Avusturya saldırısına karşı başarıyla savundular ve daha batıdaki Györ kalesini (Yanıkkale) ele geçirdiler. Ne var ki savaş, Tuna'nın bir bu kıyısına, bir o kıyısına sıçrayarak ve bölgedeki büyük kalelerin bir ele geçirilmesi, bir teslim olmasıyla on iki yıl daha devam etti. Mücadele konusu vasal bölgeler olan Erdel, Eflak ve Boğdan'dı; bunlar çarpışmalar sürerken Habsburgların himayesine sığındılar. Avusturyalılar 1595’te tekrar üstün duruma geçmişti; ancak yeni sultanın (III. Mehmed h. 1595-1603) başında olduğu Osmanlı ordusu topyekun bir saldırıya geçerek Mezö-Keresztes'teki (Haçova) büyük çarpışmada zafer kazandı. Devam eden savaş sırasında 1605'e kadar Eflak (1599), Boğdan (1600) ve Erdel (1605) yeniden Osmanlı devletinin vasallığına geçerek olayların Osmanlıları memnun edecek şekilde sonuçlanmasına yardımcı oldular. 

Sağlanan bu üstünlük, doğuda Safevi Şah Abbas'a (ö. 1629) karşı sefere çıkma ihtiyacı ve maaşlı askerlerin hiç kuşkusuz savaşın yarattığı sıkıntılardan dolayı Anadolu' da çıkardığı çok ciddi bir isyan yüzünden kaybedildi. Nihayet 1606'da imzalanan Zitvatorok Antlaşması'yla, Habsburglar Kanije ve Eğri kalelerini Osmanlılara bırakırken padişahın stratejik Estergon kalesini elinde tutmasını da kabul ettiler. Bu antlaşma her iki tarafı da adeta tüketen onca çabaya kıyasla küçük kazançlar getiriyordu. Yine de İstanbul'un başlıca gıda malzemesi depoları olan prensliklerin kontrolünü yeniden ele geçirmek Osmanlılar için önemli bir başarıydı. 

Uzun Savaş (1593-1606) Osmanlı askeri tarihinde çok yönlü bir öneme sahiptir. Habsburglarla savaş yıllarına İran'a karşı savaşarak geçen yıllar da eklendiğinde, Osmanlıların 1579'dan 1612'ye kadar sürekli savaş meydanlarında olduğu görülür; üstelik bu yılların büyük bir kısmında iki cephede birden savaştılar. Celali isyanları, Haçova çarpışmasından sonra Osmanlı birliklerinin terhis edilmesi (ve firarlar) nedeniyle şiddetlenmişti. Boşta kalan bazı askerler Anadolu'ya geçerek sürmekte olan isyanlara katıldılar. İstanbul' da da yeniçeriler ile saray süvarileri arasında büyük bir çatışma vardı ve ı6ofte süvarilerin yenilgisiyle sonuçlandı. Taşradaki Celali isyanlarını bastırmak üzere ı6o8'de yeni tedbirler alındı; ancak çığ gibi büyüyerek hanedana karşı büyük tehdit haline gelen bu tür isyanlar bundan sonra birçok vilayette sık sık görülecekti. Dönemin ilginç bir askeri gelişmesi, köylülerin önce Celalilere karşı askere alınması, sonra "tüfenkendaz" olarak Avusturya cephesine gönderilmesiydi.  Halil İnalcık bu milislerin ortaya çıkmasına yol açan farklı sosyo-ekonomik etkenleri sıralar; ancak sonunda esas neden olarak devletin ücretli başıbozuklara giderek artan ihtiyacının altını çizer. ı6oo'den önceki ve sonraki yıllarda geleneksel tımarlı sınıfının çöküp güçsüzleşmesi Osmanlı yönetimini büyük çaplı bir adem-i merkeziyet politikası benimsemeye zorladı. Yeni usule göre asker toplamak hem cephedeki ihtiyaçlara ucuz bir çözüm sunuyor, hem de kırsal alandaki isyanların kontrol edilmesini sağlıyordu. Böylece, Avrupa'daki bütün modern öncesi orduların benimsediği bir uygulama başlatılmıştı. 

Cambridge Türkiye Tarihi, Savaş ve Barış, Virginia Aksan

16. yüzyılın sonlarında artan ekonomik güçlükler, 1596'da Anadolu'da patlak veren ve Celali isyanları olarak bilinen bir dizi ayaklanmayla sonuçlanan bir toplumsal huzursuzluk dalgasına yol açtı. Haçova Muharabesindeki kötü performanslarından sonra dirlikleri ellerinden alınan sipahiler ile topraksız ya da mülkleri ellerinden alınmış köylüler Kara Yazıcı'nın önderliğinde bir araya geldiler; Kara Yazıcı, III. Mehmed'in isyanı bastırmak üzere gönderdiği Karaman beylerbeyini 1596'da bozguna uğrattı. Mehmed, Kara Yazıcı'yı askeri olarak ezemeyince, taktik değiştirip onu evvela Amasya'ya, daha sonra Çorum'a vali atadı. Bu makam hiçbir değişiklik meydana getirmedi, zira Kara Yazıcı Anadolu'yu, eskiden olduğu gibi yağmalamaya devam ediyordu. Sonunda, Sokollu Mehmed Paşa'nın oğlu Hasan Paşa'nın 1601'de yenilgiye uğrattığı Kara Yazıcı ertesi yıl öldü. Ama Kara Yazıcı'nın ölümü, kardeşi Deli Hasan ayaklanmanın liderliğini üstlenmesi nedeniyle isyanın sona erdiği anlamına gelmiyordu; Deli Hasan, 1602'de Tokat'ta Hasan Paşa'yı öldürdükten sonra Ağustos'ta bir Osmanlı ordusunu bozguna uğrattı ve Ankara'yı kuşattı. Mehmed onu Bosna beylerbeyi yaparak daha önce kardeşine uyguladığı politikayı tekrarladı. Hasan'ın Anadolu'yu terk etmesi, Mehmed'in halefi I. Ahmed dönemine sarkan isyanları bitirmedi. 

Celâli ayaklanmaları olarak adlandırılan bu hareketler, Mustafa Akdağ’ın ayrıntılı olarak incelediği gibi, 1590’larda hızla yayıldı. Eşkıyalık hareketleri ve silahlı birliklerin talepleri giderek artınca, köylüler tarıma elverişli ovalardaki yerleşme birimlerini terk ederek, hem eşkıyaların hem de devlet güçlerinin daha zor ulaşabileceği, ancak tarıma daha az elverişli yeni alanlara çekilmeye, buralarda yeni yerleşim birimleri kurmaya başladılar.

Büyük Kaçgun deyimi, Celâli ayaklanmaları olarak adlandırılan hareketler karşısında köylülüğün işte bu tepkisini yansıtmaktadır. Büyük Kaçgun'la birlikte bir İktisadî genişleme dönemi geride kalıyor, siyasal ve toplumsal çalkantıların gündemden eksik olmayacağı bir iktisadi durgunluk ya da daralma dönemi başlıyordu.

16. yüzyılın son çeyreğindeki olumsuz İktisadî koşullar Celâli ayaklanmalarının zeminini hazırlamıştı. İktisadî güçlükler nedeniyle topraklarından kopan on binlerce köylü, Celâli hareketlerinin vurucu gücünü oluşturuyordu. Ancak, bu hareketleri köylülüğün daha iyi koşullar için devlete ya da kırsal alanlardaki toprak sahibi bir sınıfa karşı mücadelesi veya direnişi olarak yorumlamak güçtür. Celâl! hareketleri, taşradaki valilerle beyler tarafından yönlendirilen ve reayaya yönelen ve reayayı kaçguna zorlayan eşkıyalık hareketleri olarak kaldılar, köylü ayaklanmalarına dönüşemediler.

 Osmanlı Türkiye İktisadi Tarihi, Şevket Pamuk


Karayazıcı isyanı

Taşra idarecilerinin ve bu idarecilerin silah altına almakla yükümlü olduğu  düzensiz tüfekli askerlerin (sekbanların) ayaklanmaları askeri açıdan çok daha  büyük ciddiyet taşımaktaydı . 16. yüzyılın son yıllarında  bazı paralı asker şefleri (sekban bölükbaşıları), bütün Anadolu'da boydan boya at koşturup, belli başlı muhkem kentleri kuşatmayı, hatta Bursa ve Urfa gibi  bunların en önemlilerinden bazılarını ele geçirmeyi başardılar. Kariyerine bir  paşa kapısında bölükbaşı olarak başlayan Karayazıcı 1599' da isyan etti ve  üzerine yollanan hükümet kuvvetlerine karşı büyük bir zafer kazandı.

Güneydoğu Anadolu'daki Urfa kalesini ele geçirdikten sonra çeşitli resmi makamlara tayin ile meşruiyet kazandı. Fakat Anadolu taşra yöneticileri arasındaki düşmanları onu önce Urfa'yı terk edip orta Anadolu'ya gitmek, daha  sonra da Samsun civarındaki tepelere sığınmak zorunda bıraktılar; Karayazıcı  kısa bir sonra da burada öldü.

Karayazıcı isyanı merkezi hükümette önemli Celali şeflerine karşı izlenecek politika konusunda bölünmeler olduğunu ortaya koyar; zira Karayazıcı'nın İstanbul'dan destek almaksızın bu kadar uzun süre dayanması  mümkün değildi. Bazı vezirlere göre, tek tek Celali şeflerini ehlileştirip  peyderpey icaplarına bakmak daha akla uygun bir yöntemdi. Aynı zamanda,  isyanlarının temel gerekçesi yanlarındaki paralı askerleri (sekbanları) beslemek  olan Karayazıcı gibi önemli Celalilere devlet görevi verilince ayaklanma gereği  kendiliğinden ortadan kalkacağından, onları sistemle kolayca bütünleştirmek mümkündü. Bu uzlaşma politikası, uzun vadede, asilerin daha ileri gelenleri  üzerinde başarılı oldu. Ne ki, bu isyanları güden kuvvet paralı askerlerin temel talep ve ihtiyaçlarıydı, dolayısıyla belirli bir önderin yenilgiye uğratılması ileride yeni isyanlar çıkmasını olanaksız kılmadı.

Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Cilt II,  SURAIYA FAROQHI

17. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı Devleti toprak olarak doğal sınırlarına ulaşmış ve kendini bir dünya gücü olarak kabul ettirmişti. Ancak şimdi Osmanlı Devleti, Yeni Dünya' dan yoğun miktarda gümüş girişi, kendi para biriminin değerini muhafaza etmekte karşılaştığı zorluklar, kazançlı fetihlerden çok, pahalı bir savunma uğruna verilen savaşlar, Hollandalılar ve İngilizler gibi deniz ticaretinde üstünlük kuran yeni ticari rakipler ve içten içe kaynayan, kanlı ve kontrolü imkansız Celali isyanlarıyla patlak veren, gittikçe yükselen bir toplumsal huzursuzluk dalgasından kaynaklanan ekonomik güçlüklerle yüz yüze gelmişti.
Cambridge Türkiye Tarihi, Osmanlılar, Siyasi tarihe Bir Giriş, Kate Fleet

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder