İslam Fethi Sonrası İran


Aşağıda İran'ın Araplar tarafından fethi sonrasındaki süreci özet olarak göreceğiz. Burada dikkat çeken önemli sorulardan biri, nasıl oldu da Şiilik İran coğrafyasının  dini ana akımını oluşturdu?

Bu sorunun yanıtı İran kültürünün İslam  ile karşılaşması sonrasında aldığı rengin de belirleyici unsurlarından biridir. Ali takipçiliği Abbasi Halifeliği döneminde İran'ın yerel güçleri tarafından resmi olarak benimsenmişti. Bu durum Emevilerin bölgeci ve Arapçı politikalarına karşı İran coğrafyasından gelen anlaşılabilir bir tepkiydi.  Daha sonra, Safeviler bu öğretiyi devlet dini haline getirerek, siyasi güçlerini daha geniş bir coğrafyaya genişletmek için kullandı. Osmanlı-Safevi rekabetinde göçebe Türkmen aşiretlerini yandaş olarak devşirmek de yine amaçlardan biriydi.

Abbasi iktidarının, hazır bulduğu Sasani yönetim uygulamaları ve bürokrasisinden olabildiğince faydalanarak, melez bir kültürü evrensel boyutta  yeni bir senteze ulaştırması da dikkatlerden kaçmamalı.

🔎Düşüncenin göçü

Abbasi halifelik gücü zayıflarken, İran ayanları bölgelerinde özerk yönetimler kurdular. İlginç olan şuydu ki, onlar her fırsatta İslamiyet öncesi dönemlere göndermeler yapıyorlardı. Bu yönetimler meşruiyetlerini eski hanedanlara dayandırarak İranlı kimliklerini vurguladılar. Bu süreçte Halifelik onay makamı olarak sembolik değerini koruyordu.

Arapça ile zenginleşen Farsça (Dinin dili Arapçaydı) özellikle şiir ile bütün bu tarihin taşıyıcı aracı oldu.

B.Berksan

İran ve Persler/İranlılar, Sasani İmparatorluğu'nun 7. yüzyıl ortasında çökmesiyle ortadan kaybolmadı. Mekan elbette varlığını sürdürdü. Kimlik de halk ve kültür olarak yaşamaya devam etti. Bu kimlik devlet içinde canlanmakla beraber emperyal veya coğrafi temelde 16. yüzyıla kadar dikkat çekici bir boyuta ulaşmadı. Bunun dışında, toplumsal yapının esas dokusu ve ekonomi yeni bir yönetici elitle varlığını sürdürdü. Arapların ve özellikle İslam'ın İranlılar üzerinde büyük etkisi olmakla beraber, İranlıların da Araplar ve İslam üzerinde büyük etkisi vardı.

….



Hz. Muhammed 632'de öldü, aynı yıl sekiz yaşındaki III. Yezdigerd İran'da Sasani tahtına çıktı. Hz. Muhammed'in askeri egemenliği Arabistan ile sınırlıydı, ancak sahabesi 636'da Sasani İmparatorluğu'nu fethetmeye başladı ve bu işi on yıl içinde bitirdi. Bu olağanüstü başarı, tıpkı birçok İranlıyı hala şaşırttığı ve üzdüğü gibi, tarih öğrencilerini de hayrete düşürmeye devam ediyor. Büyük imparatorlukların sınırlarını taciz etmekten daha fazlasını şimdiye kadar yapamamış, medeniyetin sınırlarında yaşayan bir halk, nasıl oldu da asırlık İran devletinin işini bu kadar kısa sürede bitirmişti?

Arap fetihlerini anlamanın bir yolu, Arap toplumundaki baskınlardan geçmektedir. Mekke gibi küçük yerleşim yerlerindeki Araplar ticaretle meşgul iken (Hz. Muhammed'in kendisi de dahil) diğer taraftan sahradaki çöl ekonomisi, tıpkı Orta Asya'da olduğu gibi yağmaya dayanıyordu. Merkezi otoritenin olmaması sebebiyle, sosyal denetim kabileler arasındaki anlaşmalarla sağlanıyordu. Tabii bu anlaşmalar sürekli olarak revize edilmeye açıktı. Hz. Muhammed'in tüm Arap kabilelerini kendi liderliği altında birleştirebilmesi eşsiz bir başarıdır. Bu birlik, artık birbirlerine saldırmayacakları anlamına geliyordu. Baskın, Arap ekonomisi için hayati olduğundan, Arap kabilelerinin ittifakı, akın kültürünü yarımadanın ötesine taşıdı. Savaş becerileri ve ortak ülkü sayesinde olağanüstü başarılı oldular. Bizans ve Sasani imparatorluklarının birbirlerine karşı müzmin savaşları ve iç karışıklıklar sebebiyle yıpranmış olmaları Arap fetihlerini kolaylaştırdı. Arapların motivasyonu büyük ölçüde ekonomi temelli olduğu için, daha çok ticaret yollarını ve ticaret merkezlerini fethetmeye odaklandılar. Kurdukları imparatorluk başlangıçta kentseldi. Kırsal kesimin İslamlaşması yüzyıllarca sürdü. Bir şehre girerken Arapların ilk eylemi, genellikle kent faaliyetlerinin kalbi ve devlet için temel gelir kaynağı olan merkez çarşıyı (Farsça, bazar) denetim altına almak oldu. Tüm ticari işlemlerin artık İslami normlara uygun olması gerekiyordu. Bu durum, Müslüman tacirleri destekledi ve Müslüman olmayan tüccar taifesinin din değiştirmeleri için motivasyon kaynağı oldu.

Arapların başarısına katkı sağlayan bir başka faktör de, özellikle Suriye ve Irak'taki yerleşik halkın Müslümanlara direnmemesi oldu. Bu tercihi anlamak o kadar da zor değildir. Zira bu topraklarda Persler ve Yunanlılar tarafından bin yıldan fazladır suiistimallere maruz kalmış olan Sami halklar yaşıyordu. Araplar tarafından alınan vergiler, daha önce ödedikleri vergilerden daha az külfetliydi. Ayrıca Araplar, isyan etmedikleri sürece yerel halkın işlerine müdahale etmiyorlardı.


Bu ilk devirlerde, dinleri de dahil olmak üzere Arap kültürünü empoze etmek için çok az girişimde bulunuldu. Aksine, yeni tebaa Müslüman olup egemen sınıfa dahil olmak için Araplara baskı yaptı ve sonunda başarılı olup Arapların mevalisi statüsüyle İslam ümmetine dahil oldular. İranlı bürokrat ve tüccar sınıfının yeni düzende statülerini koruma girişimleri, Araplar tarafından şüpheyle karşılandı. Emevi Halifesi Muaviye'nin Irak'taki valisine gönderdiği mektupta şunlar yazıyordu: "İranlı Müslümanlara karşı dikkatli olun ve onları asla Araplarla bir tutmayın ... Mümkün olduğunca önemsiz işler verilsin, yüksek maaşlar ödenmesin. " Yeni tebaaya her ne kadar güvenilmese de, Arapların siyaseti pragmatizme dayanıyordu ve Amerika'yı yeniden keşfetmeye niyetleri yoktu. Çünkü geniş, çok uluslu bir devleti yönetme konusunda deneyimleri yoktu. Sembolik de olsa yerel ayanların kontrollü varlığına göz yumdular ve düzenin eskiden olduğu şekliyle devam etmesini sağladılar. İktidardaki Emeviler, başkent olarak seçtikleri Şam bölgesinde, önceki Bizans yönetim sistemini büyük ölçüde muhafaza ettiler. (Sonraki zamanlarda bazı Müslüman yazarlar Emevileri hızla Romalılaşmakla eleştirdiler.) Sasani İmparatorluğu'nun merkezlerinde de durum aynıydı. İran kurumlarının çoğu olduğu gibi kaldı. Şamlılar ve İranlılar, Arap fatihlerle sıkı bağlar kurdular. Karşılıklı evlilikler yaparak, mescitlerde beraber saf tutarak, onlarla ticari ortaklıklar kurarak fetih öncesi konumlarını korumayı başardılar.

Hem tüccar hem de zanaatkar sınıfları, Sasani toplumunda en düşük statüye -çiftçilerden bile daha düşük, çünkü tarım Zerdüştlükte yararlı bir faaliyet olarak görülüyor- yeni düzene entegrasyon arayışında nispeten hızlıydılar. On yıllar içinde Arap olmayan o kadar çok kişi Arapların himayesine girmişti ki, sayıları Araplardan üstün hale geldi. (Müslüman topluluk içindeki bu demografik değişim muhtemelen sekizinci yüzyılın başlarında meydana geldi.) Sayıları artan Arap olmayan yeni tebaa zamanla tüm çabalarına rağmen Arapların onları ikinci sınıf görmelerinden rahatsız olmaya başladılar. Dahası, Arap kabileleri arasında tarihsel çekişmeler ve eşitsizlikler devam etti. Az sayıda Arap aşireti, Emeviler tarafından kolay işlerle ve karlı iş anlaşmalarıyla desteklenirken, imtiyazsız olan aşiretlerin fertleri uzak bölgelerdeki garnizonlarda görev aldı. Kur'an, insanlar arasında üstünlüğün yalnızca takva ve samimiyetle ilgili olduğunu bildirdiği için yalnızca mevali değil, ötekileşen Araplar da Emevi despotizmini temelde İslam dışı olarak görmeye başladılar. Bu grupların derin rahatsızlıkları, nihayetinde İslam tarihinin gidişatını sonsuza dek değiştiren bir kitle hareketine dönüştü.

Şiilik

Emevi muhalifi olan herkesi içine alan bir şemsiye olarak Şiilik, ilk dönemlerde ortaya çıkan, ancak hatta biçimlenmesi zaman alan bir ideolojiydi. Bu inanç, Hz. Muhammed'in seçilmiş halefi, Hz. Muhammed'in kızı Hz. Fatıma ile evli olan kuzeni Hz. Ali'nin, Peygamber'in ölümünden sonra haksız yere halifelikten mahrum bırakıldığı inancından doğmuştur. Şiilere göre Emeviler bu nedenle gaspçıdır. Hatta, 680'de Kerbela Savaşı'nda kendilerine karşı duran Peygamber'in hayatta kalan tek torunu Hüseyin'i de katletmişlerdir. (Şiilik terimi, "Ali'nin yandaşları" anlamına gelen Şiat-i Ali tanımından gelmektedir.) Bu Emevi zaferine rağmen Kerbela, Güney Irak'ın geri kalanıyla birlikte, bugün de olduğu gibi bir Şii kalesi olarak kaldı. O zamandan beri Hüseyin'in şehitliğini anan yıllık yas törenleri düzenlenir. Bir ölçüde eski Mezopotamya inancı Tammuz'un bir devamını temsil eden yas uygulaması, Şii dini uygulamalarının merkezinde kalmıştır. Şii bir hadise göre "Hüseyin b. Ali ve yoldaşlarına gözyaşları yanaklarından akacak şekilde ağlayanları Allah, cennetin en yüce makamlarında ağırlayacaktır. "

Sonraki yıllarda, başkent Şam'ın uzağında, Doğu İran'da yeni isyanlar ortaya çıktı. Araplar İpek Yolu'nu kontrolleri altına almak için 712'de Semerkant'ı fethettiklerinde Soğdlu seçkinler İslamiyet'i kabul ederek (kelimenin tam anlamıyla teslim olarak) konumlarını muhafaza ettiler. Ancak ilerleyen zaman diliminde Türklerin ve Çinlilerin desteğini alarak fırsat buldukça isyan ettiler. Araplar, 722'de bölgeyi yeniden zapt etmek için başka bir ordu göndermek zorunda kaldılar. Ancak Soğdlular rahatsızlık vermeye devam ettiler. Emeviler, 740'ların sonlarında birçok büyük; isyanın meydana geldiği doğudaki Horasan vilayetinde daha da büyük zorluklarla karşılaştılar.

Doğudaki Emevi yönetimine karşı ayaklanan İranlılar, çoğunlukla ya yüzeysel olarak Müslümandılar ya da hiç değildiler. Pek çoğu, halifenin Peygamber'in ailesinden devam etmesi ilkesiyle Emevilerin meşruiyetine meydan okumaya çalışan sözde Şii Abbasi hareketine katıldılar. (Abbasiler, Hz. Muhammed'in amcalarından biri olan Abbas'ın soyundan gelenler adına bir araya geldiler.) Ancak bu mantık esasen sembolik gibi görünür. Çünkü isyan hareketi, sadece çeşitli haklardan mahrum bırakılmış Arapları değil, aynı zamanda dini hassasiyetleri belirsiz bazı yerel İranlıları da kendine çekiyordu. Hareketin askeri lideri, Arap kaynaklarında Ebu Müslim olarak bilinen İranlı General Behzadan bile takipçilerinin çoğu tarafından kendi başına yarı ilahi bir figür olarak görülüyordu. Ebu Müslim'in ayaklanmasıyla hemen hemen aynı dönemde, bir diğer isyan da yine Behafarid isminde kendini Zerdüştlüğe nispet eden bir liderin önderliğinde başlatılmıştı. İronik bir şekilde, bölgede bulunan Zerdüşt rahipler, dini rakiplerinin tehdidi altında, Ebu Müslim'den Behafarid'in isyanını bastırmasını talep ettiler ve Zerdüştlerin Ebu Müslim'e destek olmalarını sağladılar. 748'de Behafarid'in yakalanıp idam edilmesinden sonra Ebu Müslim, Emevileri 750'de lrak'ın Zap Suyu kıyısında yenerek yıktı. Yeni Abbasi halifesi Seffah başkenti, Şam'dan İran coğrafyasının batı ucuna, Güney Irak'taki Şii kalesi Kufe'ye taşıdı.

Heterodoks fikirlere açık olmaları kısmen daha geniş kapsamlı olan ve Şii İmamların söylemlerini ve eylemlerini içeren hadis geleneğinin sonucudur. Şii teolojisi de baskı altında yönetilme gibi Şiiliğe özgü problemlerle değişmiştir. Altıncı Şii imam Cafer-i Sadık baskıdan kaçmak için tartışmalı bir strateji geliştirir. Takiyye ya da gizleme denen bu strateji Şii Müslümanların zulümden kaçmak için gerekirse inançlarını inkâr etmesine izin verir.

..

Bazı yorumcular Cafer-i Sadık'ın doktrininin Şiilerin politikadan elini çektiği, Halife'yi devirme çabasına ve mücadelesine ara verdiği dinginlik döneminin bir yansıması olduğunu tartışır. Bu dinginlik, tevazu ve alçakgönüllü değerlere eğilimle birlikte sonraki yüzyıllarda Şiiliğin bir özelliği haline gelmiştir (hala da öyledir). Ancak Cafer'in döneminde bu modeli kesinlikle izlemeyen Şii hareketleri ve bazı önemli Şii isyanları meydana gelir (Abbasi Halifeliğini kuran Ebu Müslim' in isyanına Şii katılımı oldukça yoğun olmuştur).

Cafer-i Sadık'ın ölümünden (765) sonra mezhepçilik artar. Bir grup Şii, Cafer'in oğlu Musa'yı desteklerken diğer bir grup ise diğer oğul İsmail'in yedinci İmam olduğunu söyler. Bu grup Şiiliğin başka bir kolunu; "İsmaililer"i ya da "Yediciler"i kurar. İsmaililer, daha sonra Mısır' da Fatimiler tarafından desteklenecektir. İsmaili mezhebinin aynı zamanda Haşhaşi hareketine de yol açtığı bilinir. Haşhaşiler 12. ve 13. yüzyıllarda Elburz Dağlarında yaşayan, özellikle 1220'li yıllardaki Moğol istilaları öncesi ve sonrası dönemde önemli hale gelen ve Batılı kaynaklarca yaptıkları çarpıtılan bir örgütlenmedir. 9. yüzyılda yedinci imamın ölümünün ardından karışıklık derinleşerek artar (Şubat 2006' da Sünni müfritlerin havaya uçurduğu işte bu yedinci imamın türbesinin kubbesidir. Bu patlama Şii ve Sünni mezhepleri arasındaki çatışmanın yoğunlaştığı yeni bir sürecin başlangıcı olmuştur), çünkü yedinci imamın bir varisi yoktur. Şiiliğin İsmaili olmayan merkez kolu bu soruna farklı teolojik çözümler getirerek birçok farklı mezhebe bölünür.

Nihayet bu soruna bulunan ortak bir çözümle yeniden birleşirler; yedinci imamın bir varisi, bir oğlu vardır; ancak bu çocuk baskıdan kaçmak için babasının ölümünden kısa bir süre sonra gizlenmiş veya kapanmıştır. Doğru zaman geldiğinde, karışıklığın ve krizin hüküm sürdüğü bir zamanda on ikinci imam, gizli imam Tanrı'nın dünyadaki adaletini yeniden kurmak için geri dönecektir.

Gaip İmam, Ali'nin soyundan gelen son isim ve on ikinci imamdır. Onun dönmesini bekleyenlere de On İkici Şialar denir. Şii topluluğundaki en kalabalık gruptur. Güney Mezopotamya' da, Kum şehri çevresine, Güneydoğu İran ve Orta Asya'ya/ Lübnan'a, Basra Körfezi'nin güney kıyılarına ve daha birçok bölgeye (bugün Afganistan, Pakistan ve Hindistan' da da Şiiler vardır) yayılan bu grup dağınık bir mezhep, hatta bir temayüldür.

İran: Aklın İmparatorluğu / Michael Axworthy, Say yayınları, 2017

Garip ama şaşırtıcı olmayan bir şekilde, yeni hükümet Şiilerden sayıca üstün olan Sünni Müslümanların gözünde meşruiyetini tesis etme adına Şiilikten hızla vazgeçti. Ayrıca, Ebu Müslim'in karizmatik etki alanından korkan yeni halife, onu doğu İran'dan uzaklaştırmak için Suriye ve Mısır valisi olarak atadı. Ebu Müslim ile yeni hükümet arasındaki temkinli ilişkiler, idam edilene kadar devam etti. Ebu Müslim taraftarları öfkeliydi. Hatta bazıları onun ölümsüz olduğunu iddia ederek mucizevi bir dönüşü bekleyerek yeni bir dini mezhebe bile girdiler. 

İranlıların tamamı, özellikle Ebu Müslim'in öldürülmesinin ardından yeni siyasi düzeni hoş karşılamadı. 755 yılında, Zerdüşt lider Sinbad el-Mecusi, Mekke'ye yürüyüp İslam'ın en kutsal tapınağı Kabe'yi yok ederek Ebu Müslim'in intikamını alma yeminiyle bir ordu kurdu, ancak başarılı olamadı. Ebu Müslim'in Mazdeki komutanlarından biri olan Mukanna'nın (Peçeli) başlattığı isyan 780'e kadar bastırılamadı. İran'ın son büyük isyanı, Azerbaycan'da 816'dan 837'ye kadar süren neo Mazdeki 🔥Babek isyanıydı. Yirmi yıldan fazla bir süre devleti uğraştırdıktan sonra Babek nihayet yakalandı ve yargılanmak üzere Halife Mutasım'ın karşısına çıkarıldı. İsyancı lideri ibretlik bir hale sokmaya çalışan halife, ellerini ve ayaklarını birer birer kestirdi. Babek ise bu halde kanlı kütükleri yanaklarına sürterek, "vücudum kan kaybettiğinde insanlar yüzümün korkudan sarıya döndüğünü söylemesin diye yüzümü kızartıyorum" diyerek hükümdarı şaşırttı.

Babek'in ayaklanmasından sonra onu takip eden 100.000'den fazla kişi öldürüldü. İran'daki bu isyancı hareketler Şiiliğin görünen kısmını oluşturma eğilimindeydiler; ancak bunların çoğu Mazdeki veya Zerdüşt inançlarını korudular. Abbasi Devleti'nin kuruluşu, İslam tarihinde büyük bir değişikliği temsil ediyordu. Birincisi, Emevi seçkinliğine karşı bir zaferdi. Arap olan ve olmayan Müslümanları eşit bir zemine oturtuyordu. Bundan böyle İslam, etnik değil evrensel bir din olarak tatbik edilecekti. İkincisi, imparatorluğun siyasi merkezini lrak'a taşımakla Abbasiler, Şam merkezli Emeviler tarafından tercih edilen Bizans idari modelini, birçok açıdan Sasani idari modelini muhafaza eden bir Mezopotamya modeli ile değiştirdiler. 762'de eski Sasani başkenti Medain'in hemen kuzeyinde yeni bir başkent olan Bağdat'ı ("Tanrı'nın armağanı" anlamına gelen Farsça bir kelime) inşa ettiler.

Aslında yeni rejim, Sasani yapısını o kadar benimsedi ki bakanlıklar, vergi tahsil yöntemleri, unvanlar, mahkeme şekilleri, şiir ve müziğin himayesi dahil Abbasi devleti, Sasani İmparatorluğu'nun İslam kisvesinde vücut bulmuş hali gibi oldu. Askeri komutanlar, hizmetlerinin karşılığını araziler olarak elde ettiler ve böylece gelirlerini doğrudan arazide çalışanlardan elde etmelerine imkan sağladı. Köylüleri yoksullaştıran ve mülk sahiplerini zenginleştiren bu tür iltizam sistemi, yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar çeşitli şekillerde varlığını sürdürdü.

Abbasiler çoğunluğu Arap, bir kısmı İranlı Müslüman olan Şii destekçilerini kısa sürede reddederek Sünni mezhebini benimsediler. Belli ailelerin soyundan gelmek hem Emeviler hem Abbasiler için önem taşıyordu. Abbasiler yeni başkentlerini yoğun destek buldukları Bağdat'ta kurunca, Sasani geçmişi gündeme geldi. Buraya çok yakın olan Ktesifon 'la birlikte diğer şehirler ve yapılar; daire şeklinde kurulan yeni şehre, saraylarına ve diğer yapılarına örnek oluşturdu. Sasanilerin bürokratik geleneği burada hayat bulurken özellikle belli aileler uzun zaman önce sahip oldukları yönetici elit rolünü sürdürdü. Bu ruhban sınıfı, zengin bir kültür geleneğini de beraberinde getirmişti. Abbasi halifeleri bu geleneğe sahip çıkınca Bağdat parıltılı bir kozmopolitlikle anılır hale geldi. Bir yandan Sasani geçmişinden beslenen entelekrüel bir bilim merkezi olurken, diğer yandan köken ayrımı yapmaksızın araştırmaya, öğrenmeye açık bir politika izledi. Araştırılan kaynaklar arasında Hint ve klasik kültürün örnekleri de vardı. Abbasi halifesi birçok bakımdan antik Pers geleneğindeki büyük krallar kralı haline geldi: Peygamber'e dayanan Arap hanedanlık ailesinin soyundan gelme, ince ayrıntılar içeren saray tören ve ritüeli; genel olarak halktan uzakta bulunma, bürokrasiyle, orduyla ve bunların vasıtasıyla bir bütün olarak imparatorlukla yakın ilişki içinde olma.

İran Tarihi, Gene R. Garthwaite, İnkılap Kitabevi, 2014

….

Müslümanların çoğunluğunu temsil eden Sünniler (kelimenin tam anlamıyla "gelenekçiler"), her biri şeriatla ilgili hükümler verebilmek için kendi özel usulleri olan dört hukuk ekolünü esas kabul ettiler. Şiiler, Şii imamların öğretilerini takip ederek kendilerine ait bir mezhep geliştirdiler. Beş mezhep arasında, İranlı Sünni hukukçu Ebu Hanife tarafından kurulan Hanefilik, en esnek olanıdır ve diğer okullardan daha fazla analojik akıl yürütmeye dayanır. İronik bir şekilde, 16. yüzyılda Şiiliğin zorla dayatıldığı İran'da olmasa da, bugün Müslüman dünyanın en yaygın mezhebi oldu.

..

İslam uleması, eserlerini Arapça kaleme aldı. Çünkü, Arapça ilim diliydi. Bu durum, onların tamamının Arap olduğunu göstermez. Bu şekilde düşünmek tıpkı Orta Çağ Avrupası'nda Latince eserler kaleme alan herkesin Romalı olduğunu düşünmek gibi yanıltıcıdır. Arap olmayan ulemanın Arapçayı düzgün bir şekilde öğrenebilmesi için gramer kuralları koydular. Daha öncesinde Arapların ihtiyaç duymadığı ilmi ve soyut düşünceyi ifade edecek kavramlar türettiler. En önemli Arapça dil bilimcisi Sibeveyh'in Hemedanlı bir Acem olması hiç de şaşırtıcı değildir. Sonuçta Arapça öğrenmek zorunda olanlar Arap olmayanlardı. Abbasi sarayında görev yapan katipler ve bürokratların çoğu, hatta vezirler ve başka üst rütbeli yöneticiler İranlıydı. Aslen Belhli bir Budist rahipler ailesi Bermekiler, 8. yüzyıl boyunca, Abbasiler üzerinde fiilen etkili oldular ve İranlıların kültürel faaliyetlerini hem sarayda hem de saray dışında himaye ettiler. Arapçanın resmi dil olması sebebiyle, seçkin sınıflar arasında iki dilli olmak artık kaide haline gelmişti. İlk dönem halifelerinin eşleri genellikle İranlıydı. Nesiller geçtikçe hanedanlıktaki İran soyunun yoğunluğu arttı. Çocukluklarını daha çok kadınlar bölümünde geçiren yeni nesiller ciddi manada annelerinin kültürlerinden de beslendiler.

9. yüzyıla kadar, doğudaki yerel İranlı ayanlar bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamışlardı. Bunu önce Bağdat'a vergi göndermemekle sonra da Farsçayı saraylarında resmi dil kabul etmekle dile getirdiler. Eğitimsiz bir bakırcı olan Saffarilerin kurucusu Ya'küb b. Leys, bir gün sarayında kendisini Arapça bir şiirle öven dalkavuğunu "Neden anlamadığım şeyler okuyor sun?" diyerek azarladı.  Bu olaydan sonra Saffari sarayındaki şairler Farsça şiir yazdılar. Daha kuzeyde kalan Samaniler (819-999) ise Farsçayı yeniden diriltmek için daha ileri gittiler. Döneminin en saygın alimlerinden biri olan Taberi'nin şaheserlerini, tarih ve tefsir kitaplarını tercüme etmek için bir heyet kuruldu. Tercüme işinin başında olan görevli şunları söylüyordu: "Burada, bu bölgede, dil Farsçadır. Ve yine bu bölgenin sultanları, Pers sultanlarıdır.

İran Tarihi, Richard Foltz, İnkılap Yayınevi, 2021

Tahiriler

Abbasi yönetiminin birliği 9. yüzyıl başında (ilk kez 800 yılında Kuzey Afrika'da) en başarılı halife Harun Reşid'in zamanında (786-809) parçalanmaya başladı. iki oğlu Emin ve Memun arasındaki taht kavgasının ardından, Sasanilerden sonra ortaya çıkan çeşitli İran hanedanlarının ilki olan Tahiriler 820 yılında Horasan'da özerk bir yönetim kurdular. Bir dihkan ailesi olan Tahiriler. İslamiyetin ilk yüzyıllarında İranlı elitlerin oynadığı rolün somut bir örneğidir. İlk Müslüman ataları, mevla (çoğulu mevali) denilen ve Sistan'ın Emevi valisinin himayesinde azat edilip Müslümanlığı seçen kişilerdendi. Memun kardeşine karşı zafer kazanınca Tahir'i . . lrak-ı Acem"in veya bütün İran Platosu'nun valisi olarak atadı. Tahir bu görevi sırasında büyük saygınlık kazandı. Ailenin diğer üyeleri de önemli mevkilere geldiler. Bunlar arasında Bağdat'ın askeri valisi bile vardı.

Seferiler

Seferiler Horasan'ın hemen güneyindeki Sistan'da, 861 yılında fiili bağımsızlık elde ettiler. Liderleri olan Yakub Sefer adlı bakırcı kendine "emir" unvanı vermişti. Seferiler Horasan'daki Tahirilere meydan okudular. Yakub'un orduları 876'da yok edildiğinde neredeyse Bağdat'a girmek üzereydi. Tahir'in kardeşi ve halefi Emir 900 yılına kadar Horasan'da tutunurken, Seferi Ailesi Sistan'daki nüfuzunu yarım asır daha sürdürdü. Kırsal kökenli bir dihkan ailesi olan Tahirilerin aksine, kökleri şehre dayanan Seferiler zanaatkar sınıfındandı. Seferiler, hem Sünni hem Şiilere karşı bir hilafet fikrini benimseyen Haricilerle dini uyuşmazlık sonucu iktidara yükselmişti. Buna karşılık Tahiriler Sasani Hanedanı'nın soyundan geldiklerini, dolayısıyla meşru bir yönetime sahip olduklarını iddia ediyorlardı. Abbasi halifesiyle ilişkileri muğlaktı; sikkelerini onun adına basıyorlardı. Buna rağmen, kendilerini İran'ın tarihi geleneğine dayanan bağımsız hükümdarlar olarak görüyorlardı.

Samaniler

Sâmân-hudât’ın gayretleriyle temeli atılan, oğlu ve torunlarının hikmeti ışığında artan Sâmânî hanedanının gücü, Abbâsî Halifesi tarafından Mâverâünnehir yönetim menşurunun Emir Nasr b. Ahmed’e 874/875 (261) yılında gönderilmesinden sonra yeni bir itibar kazandı. Emir Nasr’dan sonra, Halife’den 893/894 (280) yılında kendi yönetim menşurunu alan kardeşi Emir İsmail, Sâmânoğulları topraklarını genişletmeyi ve verimli bir idari yapı kurmayı başardı. O, profesyonel bir ordu kurarak kendini dihkanlara bel bağlamaktan kurtardı.


İran'ın büyük krallık geleneğine benzer bir uygulama, Horasan'da Seferi hakimiyetine son veren Samaniler sayesinde yeniden ortaya çıktı. Coğrafi boyut küçülmüştü ama tarihi, siyasi, kültürel bilinç ve gelenek devam ediyordu. Samaniler de dihkan ailesi olmakla beraber Belh kökenliydi ve Maveraünnehir valileri olarak hizmet etmişlerdi. Yeni kuşağın üyelerinden biri 875'te, Asya transit ticaretinin merkezinde bulunan ve Türklerin artan gücüne karşı ileri karakol olarak önemli bir mevki olan bütün Maveraünnehir'in valiliğine getirildi. Onun oğlu ünlü İsmail bin Ahmed 893'te Seyhun Nehri'nin öte yakasındaki Karluklara saldırıp ticaret yollarını ve Maveraünnehir'in refahını emniyete aldı. Halife kölelerinin çoğunu bu bölgeden satın alıyor dolayısıyla buranın dillerde dolaşan zenginliği ve önemini arttırıyordu. Daha sonra Seferileri de yenen İsmail Horasan valiliğine getirildi. Böylece halife adına doğuda Horasan'dan Harezm'e, güneyde Hindistan'a kadar uzanan çok geniş bir bölgeyi yönetmeye başladı. Bu bölgenin valiliği ona birçok yerel hanedan ve beylik üzerinde otorite kurma imkânı sağlamıştı. Öyle ki İsmail artık I. Hüsrev Anuşirvan ile kıyaslanır olmuştu.

Ancak 10. yüzyılın sonlarına doğru, Samanilerin gücü ve servetinin artması aile içinde bölünmelere yol açtı. Toprak sahibi soyluların ve içlerinde Samanilerin Türk Memluklarının bulunduğu ordu ileri gelenlerinin kendi çıkarlarını gözetmesi bu ihtilafı kızıştırdı. Sonunda bu güçler Horasan'ı ele geçirince, Samani toprakları yüzyılın sonunda Orta Asya kökenli Türk hanedanları Karahanlılar ve Gazneliler arasında paylaşıldı. Bir diğer İran hanedanı olan Büveyhiler ise orta ve Batı İran'a egemen oldu. Kendisi de memlukların tehdidi altında bulunan Abbasi hilafetinin Samanilerle ilişkisi, bu ailenin ve Maveraünnehir'in Sünniliğe bağlılığı sayesinde güçlenmişti.

İran Tarihi, Gene R. Garthwaite, İnkılap Kitabevi, 2014

Fakat gün geçtikte daha da güçlenen ordular, vezirlik kurumunun güçlü olduğu ve onların mali takviyelerini karşıladığı sürece topraklarının savunulması ve genişletilmesi konusunda Sâmânî emirlerinin hizmetinde önemli rol oynadılar. Bununla birlikte sipehsâlârlara ıktâlar vermek, bir taraftan dihkanların konumunu zayıflatırken, diğer taraftan ordu komutanlarını ekonomik güç bakımından kuvvetlendirdi. Bürokratların gücünü azaltan ve sipehsâlârların iktidarını artıran olaylardan sonra, idari kurum ordu için bir oyuncak haline geldi. Çoğu zaman genç Sâmânî emirleri, askeri liderlerin kontrolü altına girdiler. Vezirler ve sipehsâlârlar arasındaki çekişme, yönetim işlerinde kafa karışıklığına yol açtı. Sonunda sipehsâlârlardan bazıları Sâmânî emirlerine karşı isyan etti. Bu arada, askeri komutanlardan bazıları, dış düşmanların Sâmânoğulları Devleti’nin işlerine karışmasına fırsat veren komşu hükümetlerden yardım istedi. Bu olaylar sonucunda iç vaziyet son derece karışık bir hale geldi. Emir Mansur, Sâmânî asker komutanlar tarafından kör edildi ve makamını kaybetti. Gazneliler ve Karahanlılar gibi iki güçlü devletin Sâmânoğulları topraklarına hücumuna zemin hazırlandı. Böylece, hükümdarlığı süresi boyunca Mâverâünnehir’de İslâm’a, İran kültürüne ve Fars diline değerli hizmetler sunan İran kökenli Sâmânoğulları Devleti yıkıldı.

SÂMÂNOĞULLARI DEVLETİ’NİN YÜKSELİŞİ VE DÜŞÜŞÜ HAKKINDA DÜŞÜNCELER1 Sayyed Abol-Ghasem FOROUZANİ*, USAD Yasemin Ellik

 

Samaniler İran tarihinin Sasaniler ile Safeviler arasındaki döneminde çok önemli bir rol oynadılar. Böylece İran 'ın hükümdarlık ve siyasi kültür gibi eski unsurları, 16. yüzyılda İranlı bir hanedan ailesinin elinde yeniden ortaya çıktı. Bu unsurlar, toplumsal ve siyasi kurumların devamlılığını sağlamakla kalmayıp İran'ın ekseninin Orta Asya 'ya kaymasını da içeriyordu. Ayrıca Samani saltanatı, yönetimi ve rolleri İran'ın ve Orta Asya'nın içlerinde Selçuklular Gazneliler ve İlhanlılar da bulunan daha sonraki hükümdarları için örnek teşkil etmiş olabilir. En önemlisi, Samanilerin istikrarı ve serveti, zengin bir kültür hayatına hamilik etmelerini sağlamıştı. Hanedan bu himaye sayesinde Orta Asya'daki Türkler ve handaki Araplara karşı İran kimliğinin kesin temelini atarak daha sonraki bütün İran tarihine damgasını vurdu. Samaniler önce Rudeki'ye hamilik yapmıştı. Bu şairin yarım kalan Şehname adlı eserini, büyük şair Firdevsi (ö. 1020), Gaznelilerin himayesi altında tamamlayacaktı. Firdevsi'nin destanı, Yeni Farsça olarak tanınan dilin ille büyük edebiyat eseri olup, yazıldığı günden bu yana Fars dilindeki edebiyatın standardını belirlemiştir. Samaniler bunun dışında tarihçi Belami'ye hamilik etmişti. Bu tarihçi, İranlı olduğu halde Arapça yazan Taberi'nin tarihini genişletip, bilhassa İslami fetihten sonraki İran hakkında pek çok yeni bilgi eklemişti. Eserini Yeni Farsça olarak yazan Belami ayrıca Samani hükümetinde görev yapıyordu.

İran Tarihi, Gene R. Garthwaite, İnkılap Kitabevi, 2014

Büveyhiler

Büveyhiler hem Samanilerin hem Gaznelilerin batıdaki rakibiydi. Başka bir deyişle Büveyhoğulları, kökü Deylem'e dayanan İranlı bir aileydi. Hazar Denizi'nin güneybatı kıyısındaki bu dağlık bölge kabileler, etnik gruplar ve dinler arasındaki ihtilaflarla, bölünmelerle doluydu. Bütün Hazar Denizi kıyısında Büveyhiler gibi birçok hanedan olmasına rağmen onlar gerek İslam gerek İran tarihinin en önemli ailesiydi. Bu Şii ailenin Zeydiyye mezhebine mi yoksa İsna Aşeriye/On İki İmam mezhebine mi mensup bulunduğu açık olmamakla birlikte ikinci ihtimal daha kuvvetlidir. Şii ulemayı himaye eden Büveyhilerin gerilemekte olan Sünni Abbasi hilafetini yaklaşık 110 yıl daha ayakta tutması ironik bir durumdur.

Büveyhiler tarih sahnesine, bir başka Deylem hanedanı olan Sünni Ziyarilerin kurucusu Mardavic'in ordusunda girdiler. 10. yüzyıl ortalarında Büveyhoğulların dan üç kardeş -Ahmed, Ali ve Hasan- Fars'a, orta ve Batı İran'a hâkim oldu. Ayrıca Ahmed 945'te Bağdat'ın ve halifeliğin denetimini ele geçirdi. Onun oğlu Adudüddevle 949 ile 983 arasında hanedanın elindeki bütün toprakları (Irak, Güney İran ve körfezin karşı kıyısındaki Umman) kendi iktidarı altında topladı. Onun dışındaki bütün Büveyhoğulları genelde bölünmüştü. Bu hizipçilik Gaznelilerin orta ve Ban İran'da onlara karşı akınlar yapmasına neden oluyordu.

Büveyhilerin doğrudan İran'ın İslamiyet öncesindeki büyük geçmişine bakması, bu ülkenin tarihi açısından önemlidir. Ali'nin oğlu Ruknüddevle, bastırdığı madalyonun üstüne Pehlevi dilinde, "Şehinşahın ihtişamı büyüsün" ibaresini yazdırmıştı. Kuzeni Adudüddevle, aynı ibareyi kendi sikkelerinde kullandı. Bunun dışında, Büveyhilerle Sasanileri bağdaştıran bir soyağacı çıkarıldı. Sasani ruhunun yeniden canlanması, daha önce Büveyhilerin efendisi konumundaki Mardavic vasıtasıyla Ziyarilerde görülmüştü. Tahtta otururken tasvir edilen hükümdar, başına da Sasani tarzı bir taç takmıştı. Ayrıca İranlıların Nevruz bayramını kutlamıştı ki, bunu daha sonra Büveyhiler de yapacaktı. Şii olarak ortaya çıkıp kendilerini bir nevi Sasanilerin halefi gibi gören Büveyhiler, buna rağmen Sünni Abbasi Halifeliği'nin yerine geçmek için çaba harcamadılar; hatta hilafeti Mısırlı Şii İsmailiyye mezhebine mensup Fatimilere karşı savundular. Buna karşılık Sünni kozunu oynayan Selçuklular 1055'te Büveyhoğulları’nı yenerek halifeyi Şii egemenliğinden kurtardıklarını iddia ettiler.

İran Tarihi, Gene R. Garthwaite, İnkılap Kitabevi, 2014

Karahanlılar

Üç Karluk boyunun (Mou-tse “Mou-luo”, Ch’ih- ssu “P’o-fu”, T’a-shih-li), uzun bir mücadeleden sonra 766 yılında Türgişlere son vererek Balasa-gun. Taraz ve daha sonra elde ettikleri Kâşgar merkezlerinde “Yabguluk" çatısı altında tesis et­tikleri ve 840 yılında Bilge Kadir Han'ın tarih sah­nesinde ilk kez görüldüğü tarihe kadar geçen ev­resi, hakanlığın “Yabguluk Dönemi”ni teşkil et­mektedir. Bilge Kadir Han ve çocuklarının bun­dan sonra temsil ettikleri devlet artık “dokuz tuğ­lu" bir hakanlıktır. Bu süreçte hakanlık coğrafya­sında yer alan Türk boyları arasında Karlukların alt boyları Çiğiller, Tuhsîler, Ezgişler, Bulakların yanı sıra Türgiş bakiyeleri (Oğuz, Kıpçak v.s) ve Yağmalar yer almaktadır.

Hakanlığın bilinen ilk hakanı Bilge Kadir Han, “han" unvanı ile ilk kez 840 yıllarında Sâmânilerle ilişkiler çerçevesinde kaydedilmiştir. Onun mu­hatabı olan batı komşusu Sâmânî Emîr Nuh b. Esed (ö. 841) idi. Bilge Kadir Han'ın saltanatının ne zaman sona erdiği bilinmediği gibi, yerine Balasagun'da tahta geçen oğlu Bazir Arslan Han hakkında da kaynaklarda hiçbir bilgiye rastlan­maz. İslam kaynaklarının suskunluğunun sebebi, ülkenin doğusundaki Balasagun'da her iki haka­nın, hem boylar arasında yurt tutmak için devam eden iç kavgalar, hem de 840 da dağılan Uygur Kağanlığı bakiyelerinden bazı boyların Türk  hakanlığı topraklarına göçlerinin yarattığı mesele­lerle uğraşmak zorunda kalmaları ile ilgili olma­lıdır. Satuk'un biyografisi dikkate alındığında ba­bası Bazir Arslan Han'ın 915 yılına kadar Balasugun’da iktidarda kaldığını söylemek mümkün­dür. Onun döneminde ülkenin batısında faaliyet gösteren Bazir Arslan Han'ın kardeşi Oğulcak Kadir Han, Sâmânîlerin meşhur emîri İsmail b. Ahmed (892-907)’in çağdaşıdır. Sâmânî Ismâil 893 yılı baharında Oğulcak Kadir Han'ın merke­zi Taraz ı ele geçirdi. Bunun üzerine Oğulcak Ka­dir Han Sâmânîlerle mücadeleyi yeni başkenti Kâşgar'dan yönetti. 905 yılında Mâverâünnehr'i boydan boya istilası güçlükle püskürtülebildi. Bu arada Sâmânîlerin iç kavgalarından kendisine sı­ğınan Sâmânî Ebû Nasr’ı iyi karşılayarak onu Kâşgar yakınındaki Artuç'a yerleştirdi. Oğulcak Ka­dir Han a sığınan sadece Sâmânî emîri Ebû Nasr değildi. 915 lerde ölen kardeşi Bazir Arslan Han'ın eşi ve yedi yaşlarındaki oğlu Sattık Tegin de ona sığınmıştı. Tegin ve emirin buluşması, Türk ve İslam tarihi açısından dönüm noktası olacaktır.

..

Türklerin batıya doğru ilerleyişi değişmedi. Türk Hakanlığı nın jeopolitik haklarının bir gereği ola­rak birkaç asır önce ‘putperest’ kimliği ile ele geçiremediği Mâverâünnehr'i, şimdi Müslüman ola­rak elde etmek için acele edeceği aşikardı. Üste­lik bunu meşru gösterecek şartlar da oluşmuştur. Zira Sâmânî devleti ne bürokratlarını, ne de hal­kı memnun edebilmektedir. Sâmânî komutanla­rın birbirleri ile bitmek bilmeyen mücadelelerini önlemek daha fazla finansman gerektirdiğinden esnaf, tüccarlar ve halk vergiler altında eziliyor, öte yandan her gün yeni vergiler icat ediliyorken Sâmânî emîri müsrif bir yaşam sürüyordu. Hatta gazilerden oluşan dindar Mâverâünnehr halkı açısından onlar bu yönleri ile dinden çıkmış ka­bul ediliyordu. Dolayısı ile, Türk Hakanlığı'nın batısını yöneten Buğra Han Hârûn’un İslam adı­na burayı feth etmesi tercihe şayandı. Buğra Han 992 yılında Mâverâünnehr’i feth ederek Sâmânî devletini ortadan kaldıracağı sırada vefatı ile ya­rım kalan işi bölgede yerine geçen llig Nasr ta­mamladı ve Türk Hakanlığı'nın sınırları batıda en geniş sınırlarına Ceyhûn nehri boylarına dayandı (1005).

Tamgaç Han İbrahim tarafından Semerkand'da 104l’de kurulan Batı Türk Hakanlığı, batıda Cey­hun nehri ile doğuda Seyhun nehri boylarına ka­dar uzanan sahada hüküm sürdü. Batı sınırları pek değişmemekle beraber, doğuda Doğu Türk Hakanlığı ile olan mücadeleler kapsamında ha­kimiyet alanları zaman zaman Balasagun’a kadar uzandı. Batı Türk Hakanlığı, Selçuklular, Kara Hıtaylar ve Hârizmşahlara karşı üstünlük kura­madı ve sırası ile onların hakimiyetlerini kabul etmek zorunda kaldı. Bunun temel sebeplerin­den biri hakanların devlet ve halk üzerinde bü­yük bir nüfuz sahibi olan medrese eğitimli bürokrat-ulemâ sınıfı vezir, kadı, münşî, kâtip, muhtesib, müftü, imam, hatîb, elçi ve nâibler vs. ile yaşanan çatışmalardır. Bir diğer sebebi ise, siya­si gelişmelerin aksine Batı Türk Hakanlığı nın medeni sahada parlak bir dönem yaşaması ve bunun sonucu olarak asli unsuru olan atlı çoban Karluklara yabancılaşmasıdır. Ülkenin her tara­fında gelişmeye başlayan kent ve kent kültürü, Karlukların yaşam alanını daraltıyor ve onları yer­leşikliğe geçmek ya da bölgeyi terk etmek ara­sında bir seçim yapmaya zorluyordu. Bu şartlar­da Batı Türk Hakanlığı, bölgede izledikleri den­ge politikaları ile varlıklarını devam ettirdiler. An­cak son hakan Kılıç Arslan Hakan Osman’ın Hârizmşahlardan yüz çevirerek son yıllarını yaşa­yan Kara Hıtaylara meyletmesi üzerine Hârizmşah Muhammed’in Semerkand’ı alması, Kılıç Ars­lan Hakan Osman ile birlikte hanedanın diğer üyelerini öldürmesi ve son olarak Semerkand’ı kendi başkenti yapması ile Batı Türk Hakanlığı sona erdi (1211)

İlk Müslüman Türk Devletleri, Doç.Dr. Ömer Soner Hunkan, A.Ü.A.Ö.F, 2011

🔎Büyük Selçuklular

Harezmşahlar

Bölgede Büyük Selçukluların yerini Harezmşahlar aldı ama bunun için Sencer'in Kuzey Çin'de hüküm süren Liao Hanedanı'nın soyundan gelen Karahitaylara yenilmesini beklemeleri gerekti (Kiran halkından olan Liao Hanedanı 1125'te Çin Hanedanı tarafından yıkılmıştı). Çin'den batıya göç eden Karahitaylar Müslüman Maveraünnehir'i işgal ettiler ve belki de Oğuzların daha batıya ilerlemesinde pay sahibi oldular. Hem çıkarlarını savunmak hem Müslüman kimliğini korumak zorunda olan Sencer 1141 'de Semerkand yakınlarında çarpıştığı Karahitaylara yenildi. Harezmşahlar onların elindeki Maveraünnehir'e yaklaşarak 13. yüzyılda ele geçirdiler. Karahitaylar sonraki Moğol dönemi açısından önemliydi. Onların saltanatı, yönetim ve silahlı çatışmalarda bürokrasiye dayalı Çin modeliyle bozkır pratiğinin bileşimiydi. Hakim dil Çince olmakla birlikte idarecilikte Farsça ve Uygurca da kullanılıyordu. Çin tarzı piyade ve kuşatma taktikleri, süvariler ve atlı okçularla destekleniyordu. Kitanlar aslında bozkır kökenli bir halktı. Orduda kullanılan onlu sistem daha sonra Cengiz Han tarafından uygulanacaktı.



Ceyhun Nehri'nin Aral Gölü'ne döküldüğü yerde bulunan Harezm, sulak olduğu için zengin bir tarım bölgesiydi. Bozkır veya çölle çevrili tecrit edilmiş konumu sayesinde 9. yüzyıla kadar Müslümanlaşmadan varlığını sürdüren zengin İran kültürüne ev sahipliği yaptı. Konumu ayrıca bütün Orta Asya çapında, Rusya'nın güneyinde ve Sibirya'da ticaret yapmak bakımından önemliydi. 10. yüzyılda kurulan bir Harezm hanedanı olan Memuniler İslam kültürünün büyük hamileri olarak bilhassa büyük filozof İbni Sina'ya verdikleri destekle öne çıkmışlardı.

Harezm'i 1017'de ele geçiren Gazneli Mahmud, 1041 'de Selçuklulara bırakmak zorunda kaldı. Melikşah Harezm eyaletini vali atadığı Türk kölelerinden birine ikta olarak verdi. Bu valilik makamını ve iktayı miras haline getiren köle ailesi Harezmşahlar olarak tanındı. Aile önce Karahitaylara tabi olup giderek özerklik kazandı; ardından 13. yüzyıl başlarında Selçukluları İran'dan çıkarıp Anadolu'ya, Gurluları da Hindistan'a gitmek zorunda bıraktı. 1220'deki ilk Moğol saldırısı yüzünden bu uçsuz bucaksız imparatorluğun hakimiyeti kısa sürdü. Ayrıca sondan bir önceki Harezmşah hükümdarı zamanında dini politikalara düşmanlık ve ordunun sadakatine inançsızlık yaşanmıştı. Hanedan sona erdiği halde ismi 15. yüzyıla kadar varlığını sürdürdü. Sonunda İran içindeki bu bölge giderek Türkleşen Ona Asya'nın bir parçası oldu.

İran Tarihi, Gene R. Garthwaite, İnkılap Kitabevi, 2014

🔎Moğollar

 🔎İlhanlılar

🔎Timur Devleti

Karakoyunlular

Karakoyunlular Doğu Anadolu ve Azerbaycan’da bulunan Türkmen aşiretlerinin bir araya gelmesiyle kurulmuştur. Devlet, kısa zaman içinde Bağdat’tan Erzurum ve Azerbaycan’a kadar geniş bir alana hakim olmuştur. Konar-göçer Türkmenler Karakoyunlu devleti içinde aşiret yapısını her zaman korumuşlardır. Ülke idaresinde görev aldıkları zaman da geleneksel hayatlarını devam ettirmişlerdir. Bununla birlikte devletin en önemli askeri gücü olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. Ancak Timur’un batı seferi sırasında ona karşı çıkmaları devletin güçlenmesini engellemiş uzun süre Timur ile uğraşmak zorunda kalmışlardır. Karakoyunluların bölgedeki diğer Türkmen devleti olan Akkoyunlularla mücadeleleri birçok Türk şehrinin tahrip olmasına yol açmış, aynı zamanda yıkılmaları da Akkoyunluların eliyle olmuştur.

Türkmen devletleri genellikle konar-göçer yapı ve geleneklerini muhafaza etmişlerdir. Aşiretlerin bir araya gelmesiyle büyük bir boylarbirliği meydana gelmekte ve bu boylar arasından çıkan yönetici hanedan devletin idaresine sahip olmak­taydı. Türkmen aşiretleri ise devletin en önemli askeri gücünü oluşturmaktaydı. Ancak bu yapı devletlerin dağılmasını da kolaylaştırdığından ha­nedan ailesinin ve yönetici sınıfın çok güçlü şah­siyetlerden oluşması gerekmekteydi.

Akkoyunlular

Akkoyunlular Güneydoğu Anadolu'da kurulmuş ve hakimiyetlerini İran'a kadar yaymış olan bir Türk devletidir. Ortaya çıktığı sahalar aynı za­manda Karakoyunluların hakimiyet sahası oldu­ğu için bu devlet ile uzun mücadeleler içinde ol­muşlardır. Akkoyunluların Anadolu'da Karamanoğulları ile işbirliğine girmeye çalışmaları yü­zünden Otlukbeli savaşı meydana gelmiş ve Uzun Hasan bu savaşta ağır bir yenilgiye uğra­mıştır. Akkoyunlular bulundukları saha itibariy­le Türk devletleriyle çevriliydiler. Bu yüzden da­ha çok Osmanlılar ve Karakoyunlular gibi dev­letlerle mücadele halinde olmuşlardır.


Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletlerine tabi olan Türkmenler çoğunlukla Doğu Anadolu'da yaşı­yorlardı. Onların yaylak ve kışlak alanlarına sa­hip olan devletler siyasi güçlerini kolaylıkla artı­rabilmekteydiler. Bu yüzden iki Türkmen Devle­ti birbirleriyle sık sık mücadele halinde olmuşlar­dır. Bu durum iki Türkmen devletinin de gücünü zayıflattığından Timur. Karakoyunlu ülkesini ko­layca ele geçirmiştir. Son olarak Karakoyunlular, Akkoyunlular tarafından yıkılmıştır.

Ortaçağ ve Yeniçağ Türk Devletleri Tarihi, AÜAÖF

🔎Safeviler

18. yüzyıl, kavimlerin yeniden dirilişi olarak görülür;20 yüzyılın büyük bir kısmında egemenlik mücadelesi veren ana kavimler (Afşar, Zend ve Kaçar) bu çekişmenin ana aktörle ridir. İçsavaşlarla uğraşan birliklerin, daha çok da süvarilerin çoğu göçebe kabilelerden oluşmaktadır. Bu göçebe kabileler ise nüfusun üçte biri ila yarısına tekabül eder. Kavimlerin dü zenlemesi karmaşık ve statik olmaktan uzaktır. Farklı klan, kavimsel alt bölümler, kabileler ve kabile konfederasyonları nı tanımlayan çok çeşitli terimler vardır. Kabileler arasındaki ittifaklar ise zaman zaman bozulup yeni kombinasyonlar üzerinden tekrar kurulmaktadır. En iyi dönemlerde, yüzyıllar ve binyıllar içinde sayılı görülen durumlarda kabileler kasaba ve köylerin daha yerleşik halkıyla huzursuz bir gerilim içinde yaşarlar. Kabileler ve yerleşik halk arasında genelde etnisite, dil veya din ya da hepsinin birleşimi bağlamında farklılıklar vardır.

İran: Aklın İmparatorluğu / Michael Axworthy, Say yayınları, 2017


Nadir Şah

1720'lerin yaygın kaosunun ortasında, genç bir Kızılbaş savaşçısı olan Avşar kabilesinden Nadir Şah, Horasan'ın kontrolünü ele geçirmeyi başaran bir kabile ittifakı kurdu. 1729'da Peştunları İsfahan'dan çıkaracak kadar güçlü hale geldi ve sonunda eski Safevi topraklarının çoğunu geri alarak Osmanlıları ve Rusları geri püskürtmeye devam etti. Nadir Şah'ın son derece disiplinli bir subay kolordusu ve modern teknolojisi etkin topçu sınıfıyla alakalıydı. Önce Safevilerden miras kalan sistemde hızlı bir reforma girişti. 1736'da kendisini şah ilan etti.

İki yıl sonra, kendisini ikinci Timurlenk olarak gören Nadir Şah, Hindistan'ı işgal etti. 1739'un başlarında ordusu, Babürlülerin başkenti Delhi'yi yağmaladı.

Nadir'in Hindistan işgalinden gelen ganimet o kadar fazlaydı ki, İran'daki vergilendirmeyi gelecek üç yıl süresince askıya aldı. 1740 yılında Nadir Şah, Özbek kontrolündeki Buhara Hanlığı'nı fethetti: Bu, Orta Asya'nın Farsça konuşulan bölgelerinin İran'ın geri kalanıyla aynı merkeze bağlanacağı son seferdi.

Ordusunda hem Sünniler hem de Şiiler temsil edildiğinden Nadir Şah, Safevilerin dini hoşgörüsüzlüğünü bir kenara bıraktı. Bu politika İran'daki Sünniler, Hıristiyanlar, Yahudiler ve Zerdüştler için geçici bir rahatlama sağladı. Sıradan askerleri tüfeklerle donatarak ve eğiterek orduyu modernize etti; hatta onlar için Basra Körfezi'nde küçük bir donanma kurdu. Nadir Şah, akıl hastalığına yakalandı. Diğer taraftan bitmeyen askeri uğraşlarını finanse etmek için vergilerin sürekli artırılmasından bunalan aşiretler isyan etmeye başlamışlardı. Ülkede istikrar tekrar elden gitti. 1747'de Nadir Şah, kendi subaylarından oluşan bir grup tarafından öldürüldü. İran, bir kez daha bölgesel aşiretlerin bağımsız hareket ettiği bir anarşi dönemine sürüklendi. Bu dönemde ülke nüfusunun yarısı göçebeydi. Bu durum ve güçlü bir şahın yokluğu, merkezi kontrolü neredeyse imkansız hale getiriyordu. 20. yüzyılın başlarına kadar böyle devam ettiler.

Zend Hanedanı

Ahmed Şah doğuda yeni yönetimini sağlamlaştırırken, Kafkasya'da Gürcistan'ın  Hıristiyan devleti de İran' dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etti. Güneybatı Fars bölgesinde, Nadir Şah'ın eski generallerinden biri olan Kerim Han Zend (Lor veya muhtemelen Kürt kökenli) özerkliğini ilan etti ve başkentini Şiraz'da kurdu. Sabık emiri gibi, Kerim Han da başlangıçta kukla olarak kullanacağı bir Safevi şah buldu ve kısa süre sonra 1760'ta bu hükümdarlığı dağıttı. Şah unvanını almadı, Kerim Han'ın hükümdarlığı döneminde Orta Çağ şairleri Sa'di ve Hafız'a ev sahipliği yapan Şiraz, epey gelişme kat etti. Vekil çarşısı, Vekil Camii, Vekil Hamamı ve Kerim Han kalesi gibi şehrin günümüze gelen en önemli anıtlarının çoğu ve Sa'di'nin türbesi bu döneme aittir. Zend himayesinde, rakursi gibi Avrupai tekniklerin etkisinin giderek daha belirgin hale geldiği kendine özgü bir sanat okulu ortaya çıktı. 

Basra Körfezi kıyısındaki Buşehr'de bir İngiliz ticaret merkezinin kurulmasıyla, İran'ın küresel deniz ticaretiyle bağlantısı kuruldu ve böylece yerel ekonomi canlandı. Ne yazık ki, Kerim Han'ın 1779'da ölümü üzerine, halefleri Zend devletinin komşularından gelen saldırılara ve iç mücadelelere karşı ayakta kalamadılar.

İran Tarihi, Richard Foltz, İnkılap Yayınevi, 2021

🔎Kaçarlar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder