18.Yüzyıla Bir Bakış

Aşağıda paylaştığım metin, 18.yüzyılda Osmanlı tarihine genel bir bakış içeriyor. Bir yabancının gözünden görünenlerin ve belirlemelerin tartışılacak pek çok yanı olabilir. Yüzyılın genel resmini verdiğini düşünerek paylaşıyorum. Aralara içerikle ilgili tablo ve bağlantılar ekleyerek olgulara daha yakından bakılmasını sağlamaya çalıştım. B.Berksan.

Osmanlı devleti, hassas dengeler üzerinde duran uluslararası şöhretini 18. yüzyılın büyük bölümünde başarıyla koruduktan sonra hızlı bir bozulma yaşanmaya başladı. Maliyede yapılan reorganizasyonun, temkinli davranmasının ve biraz da şansın yardımıyla Osmanlı devleti Rus Çariçesi Katerina ile yapılan ilk savaşın ( 1768-74) arifesinde görünüşte başarılı bir tablo çizmekteydi. Ancak 18. yüzyılda iki katına çıkan nüfusuyla Rusya, bir yandan da Avrupa'da teknoloji ve yönetim tekniği alanlarında yaşanan gelişmeleri, biraz uzaktan da olsa, izliyordu. Bu durumun güç dengelerinde yol açtığı ürkütücü değişiklik, ancak yeniçeri ocağı 1826'da ortadan kaldırıldıktan sonra düzeltilebildi.

1699-1812 dönemini kapsayan "uzun" yüzyılı ikiye bölersek, iki parçayı birleştiren dikiş Katerina'nın Osmanlılarla yaptığı birinci savaştır. Yeri gelmişken, Osmanlı 18. yüzyılının ekonomik tarihinde de aynı sıralarda, çok da belirgin olmayan bir bölünme hattı ortaya çıktığını belirtelim. Yüzyılın ilk altmış yılında cam, sabun, şeker, barut ve kâğıt gibi bir takım yeni teknolojilerin gösterişsiz ama inandırıcı ilk adımlarına tanık olunmuştu. 1760' lardan sonra ise bu çabalar duraksamış, hatta bazı durumlarda gerilemiş görünmektedir. Osmanlılar Avrupa'ya ham madde, özellikle de pamuk temin edip, karşılığında mamul madde aldıkları için, l760' lara kadar bir ölçüde genişleyen dış ticarette, değer ve kapsam itibariyle bir gelişme meydana gelmedi. Yüzyılın ilk on yıllarında uygulamaya koyulan daha önce benzeri görülmemiş kale inşaatları programı, dünyaya daha savunmacı bir bakışı, mimari alanında tam olarak ifade etmiş oldu. 18. yüzyılda yapılmış büyük camilerin sayısının azlığı, imkân yokluğundan çok güven yokluğunu yansıtmaktadır. Osmanlı seçkinlerinin bir miktar dünyevileşip dünyevileşmedikleri tartışmaya açık bir konudur. Fakat atalarının tanımladığı türde dünyevi başarı beklentileri düşüş içindeydi. Bu tutum değişikliğinin mimari ifadesi, yüzyılın karakteristik sivil yapılarında da görülebilir: Bunlar, kütüphaneler, okullar, hamamlar, çeşme ve yalılar- yani geçici ve belirsizliklerle dolu bir dünyada yaşamı kolaylaştırıcı süslerdi. 

1699 barışı sonrasında bile, ıslahat, daha önceki yüzyılların Osmanlı düzenini ayakta tutmuş eski biçimlerin arayışı içinde olma anlamına gelmekteydi. Osmanlıların, Pasarofça Antlaşması (1718) ile biten ikinci bir raundda da epey hırpalanmasından sonra, toplumun en üst kademelerinde Batı   modelleriyle ilk denemeleri yapmaya başladığına dair işaretler görüyoruz. Ancak bu mütereddit ilginin alternatif reform programları şekline sokulabilmesi için önce, bizzat sarayın kendi içinde köklü bir değişiklik yapılması gerekiyordu. l640'ta korku içinde kafesten çıkıp tahta oturan Sultan İbrahim zamanından beri, sarayda daha çok haremin sözü geçer olmuştu. Bir yüzyıl boyunca, tahta, kuramsal olarak yüreklere korku salan yetkilerinin tam sorumluluğunu üstlenebilecek ehliyet, irade ve beceriye sahip olmayan padişahlar çıktı. Ve 17. yüzyılın ikinci yarısında vezirlik yapan ilk üç Köprülü dışında, uzun bir sadrazamlar dizisi, silkinip, haremin ve harem gözdelerinin nüfuzundan kurtulmayı başaramadı. 

Yüzyılın dönüm noktalarından biri, l757'de kararlılık gösteren sadrazam Mehmet Koca Ragıp Paşa'nın Kızlarağasını ortadan kaldırarak haremin vezirler üzerindeki bir yüzyıllık nüfuzuna ve aynını zamanda da fiilen kafes sistemine son vermesi oldu. Harem siyasal yaşamı yukarıdan etkilerken, özellikle İstanbul kamuoyu da aşağıdan baskı oluşturuyordu. 18. yüzyılın pek çok kritik noktasında, halk arasında çıkan karışıklıkların etkisi belirleyici oldu. Sadrazam nispeten güçlü ve padişah tarafından desteklenen biri ise, haremin ve halk kalabalığının baskısına karşı koymak genellikle mümkün oluyordu. Fakat sadrazam zayıf olduğu zaman, ulema, yeniçeri ağasıyla ittifak içine giriyor ve bu ittifak genellikle geçmişten miras alınan yönetim yapılanmasında herhangi bir değişiklik yapılmasına karşı çıkan muhafazakâr ve ıslahat karşıtı bir nitelik taşıyordu. Çarşının ve sokağın birer güç odağı haline gelmesi, tam da Osmanlı toplum yapısının engellemeye çalıştığı şeydi. Fakat yeniçerilerin evlenip çoluk çocuk sahibi olarak, halkın içine karışmasıyla yeniçeri ocağı bir tür milis gücüne dönüşünce, İstanbul ahalisinin savaş ve barış işlerinde ve devletin geleceğini etkileyen diğer meselelerde söz sahibi olmasını engellemek imkânsız oldu. Bu ayaklanmalarda amaçlanan devrim yapmak değildi; modern anlamda pek fazla sınıf çatışması yoktu ve Osmanlı toplumu yerel meseleleri aşan amaçlar etrafında ayaklanmalar gerçekleştiremeyecek kadar büyük birçok parçalılık içindeydi. Geçmişi çok eskilere dayanan bir siyasal sorun olan ordu ile halk arasındaki bu istem dışı birleşme, Müslümanlar ile gayri müslimler arasındaki yine istem dışı bir çatlağa eşlik etmekteydi. 

Osmanlıların Avrupalı devletler karşısında uğradığı yenilgiler ve yabancı orduların istilasına uğrama deneyimi, bazı Osmanlı halklarının- Sırplar, Romenler ve en başta Yunanlılar- kendilerinin de fethedilmiş uluslar olduğunun bilincine varmasına yol açtı. Merkeze yakın başka hoşnutsuzluk kaynakları da söz konusuydu. Avrupalı tüccar ile kurdukları ticari ortaklıklar Osmanlı azınlıklarının, Müslüman çoğunluğun dünyasından daha üstün bir dünya olduğunun ayırdına varmalarını, sıklıkla da statü ve hatta bağlılıkların değiştirilmesi olanağını beraberinde getirdi. Osmanlıların sarayla ilişkili olmayan her türlü servete kuşkuyla bakması arka planıyla birlikte ele alındığında, bu ticari ortaklıkların başarısı, sanayiye yatırım yapmayı gelecek  vaad etmeyen bir iş haline getiriyordu. Dolayısıyla, Osmanlıların yabancı tüccara karşı nispeten liberal bir tavır içinde olması nedeniyle, istemeden de olsa, üç gelişme yaşandı: ✅Birincisi, sömürge tipi (ya da periferileşmiş) bir ticaret örüntüsü oluştu; ✅ikincisi, azınlıklara mensup tüccarlar ve temsilcileri kısmen yabancılaştırıldı; ✅üçüncüsü, insanların enerjisi ve sermayesi endüstriden uzaklaşıp ticarete yöneldi. 

Bu dönemin Osmanlılarını, çağın Avrupa'daki "mutlakıyetçi" devlet arka planı ile birlikte ele almak onların anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Osmanlılar ne kameralist*, ne de fizyokrattılar**, başka herhangi bir politikaları olmadığı için, fiiliyatta serbest ticaret yanlısı durumundaydılar. Fizyokratlar gibi onlar da, gelirlerinin çoğunun dolaysız kaynağı olan tarıma büyük önem vermekteydiler. Eğer ne yaptıklarının daha fazla bilincinde olmuş olsalar, neredeyse erken geliştiklerini söylemek bile mümkündü. Ancak işin aslında, ileride, ticareti bu koşullar altında yapmış olduklarına pişman olacaklardı. Ekonomist olmaktan çok fıskalist olan Osmanlıların durumu bir bakıma Avrupa'daki "mutlakıyetçi" devletlerin daha erken bir aşamadaki durumuna benziyordu. 18. yüzyıl başında ıslah edilen Osmanlı vergi sisteminin komşu devletlerdekinden daha külfetsiz ve ilerlemeye daha açık olduğu aşikardı. Osmanlıların, merkezi denetimi sürdürme konusunda güçlük çekmelerine karşın, "Ak akçe kara gün içindir" atasözündeki gibi, yüzyılın ilk yarısında hazinelerinde önemli stoklar biriktirmesine imkan veren mali uygulamaların, biraz daha yakından incelendiğinde, aslında ellerindeki en iyi koz olduğu anlaşılabilir. Ancak Hollandalı ve İngilizler tarafından icat edilen yeni, kredi operasyonları ve merkez bankaları dünyasına katılmamışlardı, bu nedenle de uzun süren savaşlar sırasında dayanma güçlerinde tehlikeli boyutlarda eksilme meydana geliyordu. 

Fransa ve kısmen Prusya gibi 18. yüzyıl mutlakıyetçi devletlerinde gelişen, giderek daha rasyonel bir niteliğe bürünen bürokrasinin ilk işaretleri, onlardan önce Osmanlı İmparatorluğu'nun klasik döneminde ortaya çıkmıştı. Prusyalıların ordu-ulus'u, 16. yüzyıl Osmanlı mutlakıyetçileri tarafından çok geniş bir imparatorluk ölçeğinde büyük ölçüde hayata geçirilmiş bir modelin, daha sistematik ve modern bir uyarlaması idi. 18. yüzyıl Batı ve Osmanlı bürokrasileri arasındaki farkın özü, görece yetkinliklerindedir. Konuyu titiz bir biçimde kanıtlamış olmamamıza karşın Osmanlı eğitiminin, seçkinler zümresine özgü meslek ve kariyerler açısından dahi, zamana ayak uyduracak şekilde gelişmeyi ve kendini yenilemeyi başaramadığını biliyoruz. Avrupa'nın mutlakıyetçi devletleri gibi Osmanlıların da bir bürokrasisi vardı, ancak bu,  ıslah edilmemiş ve 18. yüzyıl sonunun gereklerine cevap vermek konusundaki aczi giderek artan bir bürokrasiydi. Buna karşılık, Osmanlıların, diğer mutlakıyetçi devletlerin aksine soylular zümresi ile hiç bir pazarlığı olmadı. Daha az veriyor, karşılığında daha az alıyorlardı. (Biraz tereddütle de olsa) Dini aristokrasi olarak adlandıracağımız zümre bile, servetin hiç el sürülmeden bir kuşaktan diğerine miras bırakılmasını zorlaştıran İslami veraset kurallarına tabiydi. Ve padişahların çevresinde servet ve güçleri padişahınkine bağımlı kalıcı bir soylular zümresi olmadığı için, hanedan ile danışmanları, taşra memuriyetlerinde dönüşümlü olarak görev yapan resmi kadrolara yaslanmayı tercih ettiler. Bu kadroların etkinliği azaldıkça, merkezin de eyaletlerde bir aracılar tabakasına, orada yaşadıkları için bölgeyi tanıyan insanlara bağımlı hale gelmiş olmasında şaşılacak bir yan yoktur. Gerçekten de, ya hanedanın ya da kendi kişisel çıkarlarının hizmetinde kullanılabilecek ikili karakterde güçlere sahip bu taşra tabakasının yükselişi, 18. yüzyılın o kadar karakteristik ve dönemin sorunlarıyla o kadar iç içe girmiş bir özelliği oldu ki, bu devre ayanlar çağı demeye karar verdik. 

SİYASAL DEGİŞİME GENEL BAKIŞ 

Devlet erkindeki aşırı merkezileşme, 16. yüzyılda Osmanlılara askeri bakımdan belirleyici avantajlar sağladıysa da, 18. yüzyıla gelindiğinde artık işlevini yitirmeye başlamıştı. Aradan geçen iki yüzyılda Batılı devletler, toplumun belirli kesimlerinin servetlerinin bir bölümünü ellerinde tutmasına ve yeni yasalarla korunmasına imkan tanımış ve bu kesimlerin oluşturduğu yeni güç kaynaklarından yararlanmışlardı. Yapılan teknik deneyler ve doğa incelemeleri Batı'da güçlenmeye hız veren kaynaklar arasında yer alırken, Osmanlı sisteminde kentlerin ve o kentlerde yaşayanların müdahalelere karşı böyle çabaları teşvik edecek türde bir güvence beklemesi mümkün değildi. Tam tersine, Osmanlı yönetici kliği ve saray, gelir devşiren ama teknik gelişmeyi boğan ve hatta vazgeçilmez askeri ve bürokratik kadroların idamesini engelleyen ileriyi görme kabiliyetinden yoksun politikalar uygulama konusunda işbirliği yaptılar. Kaynakların böyle aşırı ölçüde yeniden merkezileştirilmesi, kendi zıddını doğurarak, devlet erkinde Osmanlı tarihinin en ciddi ademi merkezileşmesinin yaşanmasına zemin hazırladı. 

Macaristan için yapılan uzun savaş sırasında büyük para sıkıntısı içine düşen Osmanlılar, paranın gücüne aşırı bir saygı besler hale geldiler. Artık Osmanlı orduları köylülerden ve başka kesimlerden yazılan ve ücretleri nakit olarak ödenen askerlere dayanır hale gelmişti. Bu politikanın bir bedeli savaş alanındaki performansın bir günü bir gününü tutmaz hale gelmesi, bir diğeri de seferberlik sonu asker terhislerinde, taşranın büyük bir kargaşa içine sürüklenmesiydi. Bu sıkıntıların önüne geçmek için yönetici klik, sanki bütün hükümet etme sanatı bundan ibaretmiş gibi, hazineyi büyütme yolunu tuttu.  Yüzyılın ilk yetmiş yılında, rejim genellikle epey kar eder durumda olmasına karşın uzun bir savaş için yeterli kaynağı yoktu. Ordunun zayıflığının siyasi bedeli yüksek oldu. Savaş alanlarında uğranılan yenilgilerin gölgesinde, 1703'te II. Mustafa'nın ve l730'da III. Ahmed' in devrilmesiyle biten iki ciddi isyan çıktı. Fakat isyanların başka nedenleri de vardı. Bir hükümdar için gerekli eğitimden yoksun olan her iki padişah da, tek bir danışmana fazlaca bağımlı oldukları, dolayısıyla da çevreden soyutlandıkları için, başkentteki hoşnutsuzluğun derecesini anlayamamışlardı. II. Mustafa'nın Şeyhülislamı Feyzullah Efendi'nin nepotizmine daha sonra Sultan III. Ahmed' in damadı İbrahim'in şatafat düşkünlüğü rakip çıktı. Zamanında önlem alınmış olsa, her iki olayda da patlak veren isyanlar engellenebilirdi. Bu yüzyılın ilk yarısındaki dört savaşın farklı farklı sonuçları oldu. Başarılarda yetkinlik kadar şansın da payı vardı. 

Yüzyıl ortasındaki sakin yıllar padişahlarda aldatıcı bir güvenlik duygusu uyandırdı. Bu dört savaşın Rus Çarı Petro'ya karşı yapılan ilkinde, esas olarak Rusların ikmal konusunda yaşadıkları zorluklar sayesinde, talihli bir başarı elde edildi. l709'da pusuya düşürülen Petro, kendisini ancak Rusların Karadeniz kıyısındaki ilk tutamağı olan Azak' ı vererek kurtarabildi. Yüzyılın, Venedik-Avusturya ittifakına karşı yapılan ikinci savaşı Pasarofça Barışı (1718) ile bitti ve uzun savaş sırasında Venediklilerin eline geçmiş olan her yerin geri alınması açısından başarılı, fakat Sırbistan'ın yarısını ve Eflak'ın bir kısmını alan Avusturyalılara karşı başarısız olundu. Üçüncü savaş kesin bir sonuca ulaşmadı, zira burada amaç Rusların İran' da Safevi yönetiminin dağılmakta olmasından yararlanma çabalarını etkisiz kılmaktı. Osmanlılar, belki din kardeşi oldukları, belki de iki cephede birden savaşmaktan çekindikleri için, geleneksel olarak İranlılarla ancak mecbur kaldıkları zaman savaşmışlardı. Doğuda yapılan kararlılık unsurundan yoksun seferler, kalıcı bir kazanç sağlamadığı gibi l730'daki utanç verici Patrona Halil ayaklanmasına zemin hazırladı. Bu isyan sonunda zevk ve sefaya düşkün III. Ahmed' in yerine I. Mahmud geçirildi. 

Giderek kuşku uyandırıcı bir hal alan Rusya-Avusturya ittifakına karşı yapılan dördüncü savaşta, Osmanlılar daha önceki savaşta kaybetmiş oldukları bütün toprakları Avusturya'dan geri aldılar. İkmal konusundaki zaaf Rusların performansına yine sekte vurunca, Fransız elçisi Villeneuve'ün ağırlığını koyduğu Belgrad'daki müzakere masasında, savaş, Osmanlılar açısından çok talihli bir şekilde sonuçlandı. İzlediği muğlak politikalar ve Hollandalılarla İngilizlerin faaliyetleri nedeniyle onyıllarca gölgede kalan Fransa, bir kez daha o geleneksel, Osmanlıların Hıristiyan alemi içindeki en iyi dostu rolünde ortaya çıktı. Belgrad'da varılan noktayı (1739) otuz yıl süren aldatıcı bir barış dönemi izledi. 

Bu dış görünüşün arkasında, Osmanlıların statükoyu korumadaki hasisliğinin faturaları birikmekteydi. Din değiştirip Müslüman olan dönme Kont de Bonneval (Humbaracı Ahmed Paşa) nezaretinde yürütülen ilk askeri ıslahat deneyi, kontun ölümüyle birlikte yok olup gitti. Yüzyıl ortasında sadrazam olan Ragıp Mehmed Paşa'nın savunduğu taşrada disiplin ve uluslararası barış gibi yerinde politikalar, orduyu profesyonel bakımdan iyileştirme çabalarıyla desteklenmedi. Süvari kuvvetlerinin yararı genel olarak marjinalleşmeye başladığı için, timarlı ocağının kalkması önemli bir sorun değildi. Ancak, topçuluk, disiplin, ikmal ve manevra alanlarında ilerleme kaydeden Avrupalılar, geleneklerine bağlı Osmanlıları, onlar farkına bile varmadan geride bırakmışlardı. Osmanlılar bir yandan orduyu ihmal ederken, bir yandan da taşranın yönetimi konusunda, hazineyi hümayunu doldurmaktan başka bir amacı olmayan, bunun uzun vadede doğuracağı sonuçları pek hesaba katmayan, ileriyi görmekten aciz bir tavır içindeydiler. Başvurulan mali araçlar (aşağıda açıklanmıştır) toprak düzenini altüst etti. Vali ve kadılar gibi makam sahipleri sıkıştırılıyor ve görev yerleri mümkün olduğu kadar sık değiştiriliyordu. Eyalet ve sancak yönetimlerinin yerel zevatın yol göstericiliğine giderek daha bağımlı hale gelmesinde ve Irak ve Mısır gibi daha uzak eyaletlerde bir takım türedilerin İstanbul korkusunu yitirmeye başlamış olmasında şaşılacak bir yan yoktu. Sarayın cimriliği, sadece savaş gelip çattığı noktada güvenliği satın alacak parayı biriktirmeye yönelikti ve bunu, güvenliği pekiştirebilecek bütün diğer politikaların- yani, ordu ve bürokrasiyi iyileştirilme, refahı teşvik, eğitim ve doğal bilimlerin gelişmesini destekleme politikalarının yerine geçiriyordu. Bu ihmalin faturası, daha sonraki dönemde yapılan savaşlarda uğranılan yenilgiler oldu. Rusya'ya karşı yapılan üç savaşta (bitişleri 1774, 1792 ve 1812) Osmanlılar, eski müttefikleri Tatarların yurdu Kırım' ı da içeren kuzey Karadeniz kıyılarını kaybettiler. 



Uzun ve giderek daha rahat istilalar yaşayan Romanya prenslikleri adım adım bağımsızlığa doğru gitmekteydi. Bu savaşların ikincisinde Avusturyalılarla yaptıkları iş birliğinin eğittiği Sırpların da, benzer şekilde, kendilerine bakışları farklılaşmaya başlamıştı. Ve Osmanlıların Karadeniz' de seyrüsefer konusunda sahip olduğu tekel, 1783 'te nihai olarak kırılınca, Rusya ile yeni ticareti yürüten Rumlar ticari diasporalarını genişletirken, bir ulus olarak sahip oldukları tarihin anısı yeniden canlandı. Daha sonraki bu savaşların her birinde, Osmanlılar bir yandan da içeriden, mültezimlik yapan seçkinlerin saflarından çıkmış taşra savaş ağalarının saldırısına uğradı. Barış yeniden sağlanana kadar, eyalet topyekun düşman saflarına geçiyordu. 

Taşrada 17. yüzyıl başının Celali isyanlarından beri eşi görülmemiş dehşet sahneleri, özellikle 1797-1807 arasında Rumeli eyaletlerini kasıp kavurdu. Arabistan Suud ailesinin önderliğindeki Vahhabi mezhebinin eline geçti. Memlukların suiistimalleri ve Fransızların istilası (1798-1802) neticesinde elinde avucunda bir şey kalmayan Mısır, yetenekli bir paralı asker olan, ünlü Arnavut Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın kucağına düştü (1811 ). 

Uğranılan bozgunlar, Sadrazam Halil Hamid Paşa ve kahraman kaptan-ı derya Cezayirli Hasan Paşa himayesinde, bölük pörçük askeri ıslahat  programlarının 1780' lerde hayata geçirilmesine yol açtı. Fakat sistematik bir Avrupa tarzı ıslahat, asıl savunucularını III. Selim ' in ve aynı kafadaki bir saray gözdeleri kliğinin şahsında buldu. III. Selim, yönetmek üzere, kafes sistemi dışında yetiştirilmiş yeni bir padişahlar kuşağının habercisiydi. III. Selim, daha küçük yaşlardan beri ilişki içinde olduğu Avrupalıları, yeni bir tür ordunun (Nizam-ı Cedid) kurulmasına yol göstermek üzere geniş ölçekte istihdam etmeye hazırdı. Fakat bu ıslahatçı padişah, reform yapmak konusunda ciddi bir kararlılık içinde değildi, dolayısıyla da yeniçeri ocaklarıyla çok sayıdaki müttefiklerinin kaçınılmaz direnişini ezemedi. Önce tahttan indirildi (1807), sonra da öldürüldü (1808). Ünlü halefi II. Mahmud'a kalan, yeniçerileri sabır ve kurnazlıkla faka bastırma işi ancak 1826' da tamamlandı. Bu arada Osmanlıların, Avrupalıların iyi niyetine bağımlılığı giderek daha gözle görünür bir hal alıyordu. Kah Fransızlarla, kah İngilizlerle, kah Prusyalılar, İsveçliler ya da Ruslarla ittifaklar kuruluyordu. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde, artık onlarsız, ne savaş ne de barış yapma olanağı kalmıştı. Öte yandan birbirleriyle rekabet içindeki Avrupalılar, ironik bir şekilde, Osmanlılara kendilerine hammadde temin etme ve mamul mallarını satın alma dışında başka işler için de ihtiyaç duymaktaydı. Osmanlıların üzerinde yaşadığı topraklar, rakip hükümetlerin eline geçmesine göz yumulamayacak kadar değerli olduğu için, bu arazinin Osmanlılarda kalmasına izin vermek evla olmuştu.

* (kameralizm: hükümdarın iktidarını güçlendirmek üzere planlanmış ekonomik politikalara ağırlık veren bir grup 18. yüzyıl Alman kamu idarecisinin merkantilizmi- çev.) 

•• (18. yüzyıl Fransası'nda hükümet politikalarının ekonominin doğal kurallarına müdahale etmemesi gerektiğine ve toprağın bütün zenginliklerin kaynağı olduğuna inanan bir ekonomi politik ekolü üyesi)- çev. 

Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi Cilt II. içinde :Ayanlar Çağı, 1699-1812,  Bruce McGowan, Eren Yayıncılık (İki ciltlik yapıtın editörleri: Halil İnalcık, Donald Quataert )




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder