Doğu Anadolu Tunç Çağı


 
Bilindiği gibi yazılı gelenek Doğu Anadolu’ya Asur ve Urartu Devletleri ile birlikte Demir Çağında gelir. Demir Çağı öncesinde bölgede yaşayan halklara dair bilgilerimiz seramik başta olmak üzere diğer arkeolojik materyale dayalıdır. Bu konudaki sınırlı bilgilerimiz de arkeolojide çokça tartışma konusu olan seramik = etnik grup (pots and peoples) özdeşliğinin gölgesinde kalmaktadır. 















Erken Tunç Çağı’nda, yöresel bazı farklılıklar olsa da, kültüründe bir birliğin olduğu gözlenmektedir. Bunu en iyi açıklayan verilerden ilki ve en önemlisi seramiklerdir. Anılan coğrafyada görülen Erken Tunç Çağ kültürü seramiklerine dayanılarak, bu konuda çalışmalar yapan araştırmacılar tarafından bazen yöresel adlarıyla bazen de yöresel adı ve dönem adının birleştirilmesiyle tanımlanmaya çalışılmıştır. Bunlar Karaz Kültürü, Kura-Aras Kültürü, Doğu Anadolu Erken Tunç Çağı Kültürü, Erken Transkafkasya Kültürü, Transkafkasya Eneolitik Kültürü, Yanık Kültürü, Khirbet Kerak Kültürü şeklindeki tanımlardır. Söz konusu tanımlamalar her ne kadar buluntu yerini ve kültürünü belirtiyorsa da birliktelik göstermeyen kavram karmaşıklığı oluşturmaktadır. 

Erken Tunç Çağı boyunca,  çok geniş alanda görülen seramiklerin dikkati çeken en önemli özelliği kabartma bezemelerle süslenmiş olmasıdır. El yapımı olan kapların hamurlarında  görülen katkı maddeleri, kabın büyüklüğü ve cinsi ile uyumludur. Küçük boyutlu, narin yapılı ve özenli kullanım gerektiren kaplarda küçük boyutlu katkı maddeleri, diğer kaba hamurlu büyük kaplarda ise büyük boyutlu katkılar görülmektedir. Serap Yaylalı

Kura-Aras kültürü zamansal ve mekânsal açıdan Yakındoğu arkeolojisinin en büyük kültürel olgularından biri olarak kabul edilmektedir. Kültür, Erken Tunç Çağlarının sonuna doğru bölgesel ve yerel özellikler göstermek suretiyle bir tür asimilasyona uğrar.

Erken Tunç Çağının sonu, dağlık Doğu Anadolu ve komşusu olan diğer bölgeler için göç hareketliliğinin yoğunlaştığı ve etnik yapının değiştiği bir süreç olarak kabul edilir. Bölgede yeni etnik grupların etkin olmaya başladığı görülmektedir. Bu gruplar bölge arkeolojisinde “Kurgan Halkları” adıyla bilinir. Kurgan halkları genellikle sıra dışı ölü hediyeleri içeren mezarlarından ve gömü geleneklerinden bilinmektedir. Güney Kafkasya’da, Kuzeybatı İran’da ve Doğu Anadolu yaylasının belirli kesimlerinde izleri sürülebilen bu halkların kurgan tipi mezarları ve bu mezarlardan ele geçen çok kaliteli boyalı seramikleri ve metal eserleri söz konusudur. İlginç bir şekilde bölge genelinde Kurgan Halkları ile beraber höyüklerin önemli bir kısmının terk edildiği gözlenir. Bu durum iklimsel değişimlerden halkların geçim şekillerine değin bir dizi nedende aranır. Nitekim iklim araştırmaları bu süreçte bölge genelinde bir kuraklığın olduğuna dair bir takım veriler ortaya koymuştur. Hiç şüphesiz Kurgan Halkları da hareket halinde pastoral gruplar olmalıydı. Bu grupların tam göçebe bir yaşam tarzı sürdükleri ve bu nedenle yerleşim izlerini höyüklerde bulamadığımızı da öne süren çok sayıda araştırmacı mevcuttur. Söz konusu halkların etnik kimliği de uzun soluklu tartışmalara konu olmuştur. Bu halkların Kura-Aras Kültürel sürecinin devamında Van Gölü Havzası merkezli topraklarda yaşamaya devam eden Hurri kökenli halklar olabileceği önerilmiştir. Diğer yandan mezarların tekniğinden gömü geleneğine, mezarlardan ele geçen metal eserler ve bunların üzerindeki bazı tasvirlerden, kağnı ve kağnı tekerleği gibi bir dizi arkeolojik kanıttan hareketle Kurgan Halklarının, Hint-Avrupa kökenli halklar olabileceği önerilmiştir. Özellikle bu metal eserler içerisinde yer alan geyik ve boğa figürinleri ve sistrum-semboller Alacahöyük kral mezarları ile karşılaştırılmıştır.

Kurgan Halkları’nın etnik kimliği tartışmaları da arkeolojide büyük bir yapboz olan Hint-Avrupalılar ve onların anayurt tartışmalarının gölgesinde kalmıştır. Bilindiği gibi kurgan gömü geleneği çok daha erken bir süreçte bölgede varlık göstermeye başlasa da zengin ölü hediyeleri bu sürecin -özellikle Orta Tunç Çağının- bir özelliğidir. Zengin ölü hediyelerini barındıran anıtsal kurganlar ve onların halkları “yaylanın ilk elitleri” olarak yorumlanmıştır. Ne yazık ki ülkemiz topraklarında Kurgan Halkları sürecine yönelik sistematik kazı sayısı son derece azdır. Şimdilik Ağrı/ Doğubayazıt’taki Bozkurt Kurganlarındaki kazılar bu konudaki tek projedir. Kurgan halklarının devamında dağlık Doğu Anadolu ilk aşiretlere ev sahipliği yapacaktır. Söz konusu aşiretler bir süre sonra Doğu Anadolu’nun ilk merkezi politik yapısı olan Urartu Devleti’nin kuracaklardır.

Bu süreçte (Beylikler Dönemi) Asur Devleti’nin kralı yazıtları sayesinde bölge halkları hakkında ilk bilgileri edinmeye başlıyoruz. Bu bilgiler daha çok bölgedeki krallıklar, ülkeler, şehirler ve halkların isimleridir. Asur kralı yıllıklarında yörede yaşayan birçok halk, ülke ve şehir adı geçse de bu dönemin baş aktörleri Uruadri ve Nairi beylikleridir. Bunların arkeolojik izleri ve lokalizasyonları bölge arkeolojisinin en önemli sorunlarından biri olarak durmaktadır. Aşiret/beylik şeklindeki bu organizasyonların açık arkeolojik kanıtları bölge geneline yayılmış kaleler ve mezarlık alanlarıdır. Bölgede kazısı yapılan Karagündüz, Dilkaya Van Kalesi Höyük, Ernis ve Hakkâri mezarlıkları bu sürece dair bir dizi arkeolojik kanıt sunsa da dönemin dinamikleri net olarak aydınlatılamamıştır. Sorunun bir diğer boyutu ise söz konusu erken beyliklerin etnik kimlikleridir.

 Aslında bu süreçte özellikle Kuzeybatı İran’da yeni bir seramik türünü (Gri Seramik) kullanan yeni halk grupları ortaya çıkar. Bu halklar erken İranlılar olarak da kabul edilen (Aryan) Ari ırk halk gruplarıdır. Bu halkların Van Gölü havzası merkezli Doğu Anadolu yaylasında da etkin oldukları tahmin edilmektedir. Bu noktadan hareketle Erken Demir Çağ beyliklerini oluşturan halklar arasında bu Ari halk gruplarının önemli bir bileşen olabileceği önerilmiştir. Diğer yandan hala bölgede varlıklarını devam ettirdikleri düşünülen Hurri kökenli halkların da bu beyliklerin etnik çeşitliliğini zenginleştirdiği kabul edilen bir diğer görüştür. Erken beylikler içerisinde bu etnik grupların (Aryanlar veya Hurriler) ne denli var oldukları, etkinlikleri filolojik verilerin yokluğundan ötürü tam olarak bilinemese de varlık gösterdikleri açıktır.

Yeni Bulgular Işığında Kuzeydoğu Anadolu, Prof.Dr.Alpaslan Ceylan, Aktüel Arkeoloji

Doğu Anadolu Orta ve Son Tunç çağı 

Yüksek, arızalı coğrafi yapısı, sert karasal iklim  özellikleri ve konumu nedeniyle Doğu Anadolu tarihöncesi dönemlerden beri Anadolu Yarımadasının farklı karakteristikler taşıyan bir yaşam alanı olmuştu. Sözgelimi yaklaşık İÖ 33OO/2OO’lerden İÖ 2000 yıllarına değin sürüp giden İlk Tunç Çağı’nda kuzeyde Gürcistan’dan batıda Malatya’ya ve hatta Sivas’a, güneyde Toroslar’a ve doğuda da Kuzeybatı İran’a kadar yayılan alanda, pek çok yönleriyle ortak özellikler taşıyan, uzun ömürlü ve homojen bir kültür (Kura-Aras kültürü ya da Erken Transkafkasya kültürü) ile dikkat çekicidir.




Tarımsal ağırlıklı bu kültür, Orta Tunç Çağı’nın şafağında baş gösteren  gelişmelerden etkilenerek son bulur; bölge sosyo-ekonomik ve kültürel yönden yepyeni bir görünüm kazanmaya başlar. Özellikle kendini materyal kültürde hissettiren bu değişimin nedenleri hakkında bilinenler şimdilik tam anlamıyla yeterli olmaktan uzaktır.

Henüz Doğu Anadolu Orta Tunç Çağı’nın doyurucu kanıtlarla desteklenen kaba bir rekonstrüksiyonu bile yapılabilmiş değildir. Yakın bir geçmişe değin her türlü tartışmaya açık koyu bir karanlık görünümündeki bu dönem Orta Anadolu’da Assur Ticaret Kolonileri Çağı ile çakışır. Güneyde Assur’dan, doğuda Iran ve Afganistan’a değin uzanan geniş ve iyi örgütlü bir ticari sisteminin belirdiği bu zamanda Yakındoğu halkları kent ve kasabalardaki gelişmiş yaşam düzeyine iyiden iyiye uyum sağlamış, görkemli saraylardaki lüks ve debdebeye tanık olmaya başlamıştı. Anadolu’da Kaniş (Kültepe), Hattuşa (Boğazköy), Puruşhanda (Acemhöyük ?) gibi kent devletleri parlıyordu bir bir. Orta Anadolu, Suriye ve Mezopotamya’da devletleşme yolunda çok önemli adımların atıldığı, yazının toplumları biçimlendirmeye başladığı bu çağda Doğu Anadolu’da nelerin olup bittiği, yüksek yayla insanlarının bu gelişmelerden nasıl ve ne denli etkilendiği başlıca sorunlarımızı oluşturur.

.....

Bu geniş coğrafyada tomurcuklanmaya başlayan etno-kültürel gelişmeler tüm yörelerde  kendini farklı farklı gösteriyordu. Bu nedenle de ayrı ayrı ele alınıp incelenmesi gerekmektedir. Sözgelimi batı uçta, Elazığ-Malatya ovaları geleneksel kültürünü kısmen sürdürürken, Orta Anadolu’dan gelen kimi etkiler sonucunda gelişmeye yüz tutmuştu. Kuzeyde Erzurum, Erzincan ve Bayburt yöreleri, Transkafkasya’dan etkilenmekle birlikte, eski tutucu İlk Tunç Çağı, Kura-Aras kültürü yapısını korumuş, doğu ve kuzeydoğu uçtaki geri kalan bölgede ise eski köklü yaşam biçiminin yerini yepyeni bir başkası almaya başlamıştı. Doğu Anadolu’nun, bugün içinde Ardahan, Kars, Iğdır, Ağrı, Van ve Bitlis illerinin yer aldığı doğu ve kuzey ucu gelişmelerden en fazla etkilenen yerlerin başında geliyordu. Burası diğerlerine kıyasla daha radikal değişimlere sahne olmaya başlamıştı. Transkafkasya ve Kuzeydoğu Anadolu’da yaşam biçimi tam bir transformasyona uğramış ve göçebe bir aşiret düzenine geçilmişti. 

....

İrili ufaklı köylerde yaşayan İlk Tunç Çağı (Kura-Aras kültürü) halkları bir gün gelip bütün eski alışkanlıklarını bırakmak durumunda kalmışlardı. Küçükbaş hayvan besiciliği ve pastoralist ya da yarı-pastoralist bir sisteme geçilen bu dönemde genellikle alüvyonlu düzlüklerdeki höyük türü eski yerleşme yerleri ıssızlaşmış, yer seçimi ve planlamada önemli değişme ve gelişmeler baş göstermiş, yaşam ot bakımından zengin yüksek yaylalara taşınmıştı.

...

İlk Tunç Çağı III Dönemi’nin sonlarında Van Havzası’nda, olasılıkla Erciş yakınındaki Çelebibağ Höyüğü dışında, Erçek Gölü kıyısındaki Karagündüz ile Van Gölü kıyısındaki Dilkaya ve Van Kalesi Höyüğü’nün hemen hemen tümüyle ıssızlaştığı kazılarla belirlenmiştir. Öyle ki, biri yıkılınca üzerine derhal bir yenisinin yükseltildiği kerpiç duvarlı İlk Tunç Çağı köyleri birdenbire boşalmış, yeni bir inşaattan adeta özenle kaçınılmıştı. Radyokarbon tarihlemeleri Karagündüz Höyüğü’nde bu olayların ÎÖ 2400-2300 yıllarına doğru başladığına işaret eder. Bunun sonucunda höyük türü yerleşme yerleri yaklaşık olarak bin yıl süreyle boş kalmıştı.
...

Her türlü avantajına, köklü gelenek ve göreneklere karşılık tarımcı köy sisteminin son bulması ve hemen hemen tümüyle pastoralist, yarı pastoralist aşiret düzenine, dolayısıyla yeni bir ekonomik sisteme geçişle sonuçlanan bu sürece yol açan nedenler neydi? Binlerce yıllık kökleşmiş inanç ve geçim sistemlerinden hangi nedenlerle vazgeçilmişti? İnsanları bu denli derinden etkileyen faktörler nelerdi? Bu sorular kolaylıkla yanıtlanamaz.

Geniş bir coğrafi alan üzerinde etkili olan sosyo kültürel değişikliklerin nedenleri hakkında birbirine zıt varsayımlar öne sürülür. Kimileri bunları bölgeye dışarıdan gelen farklı kültür öğelerine sahip etnik gruplara bağlamaya çalışırken, kimileri yerel bir evrimleşmeyi savunur. Bir diğer grup da iklimsel ve çevresel etkenleri ön plana çıkarır. Bu denli yaygın bir coğrafyayı etkisi altına alması nedeniyle, iklim ve çevre önemli faktörler olarak hemen akla gelir. Gerçekten de iklim ve buna bağlı olarak çevrede beliren büyük değişimler insanları pekala yeni bir yaşam biçimine zorlamış olabilirdi. Zaten insanoğlu Paleolitik Çağ’ın sonlarından beri iklimsel değişikliklerle boğuşup çevreye uyum sağlamaya çalışmıyor muydu?



İO 3. binyılın sonları ve 2. binyılın başlarında Kafkas Dağları’nm eteklerinden Toroslar’a kadar uzanan geniş bir coğrafi alanda ortaya çıkan bu değişiklikleri yalnızca hızla gelişen iklimsel ve çevresel faktörlerle açıklamak pek olası değildir. Buna karşılık Transkafkasya ve Doğu Anadolu toplumlarının daha İlk Tunç Çağı’ndan başlayarak çiftçi köylülüğün yanında kısmen besicilikle ilişkili yarı pastoral bir yaşam tarzını benimsemeye başladıkları anlaşılır.

...

ÎÖ 4500/400 yıllarından sonra kendini hissettiren yeni iklim özellikleri sonucunda ortaya çıkan koşullar ile topografik yapı, Doğu Anadolu’nun doğu ve kuzeydoğusunda insanları zaman içinde giderek hayvancılığa doğru sevk etmiş görünür. Bunun sonucunda gelişen göçebe ya da yarı göçebe yaşam yeni bir sosyo ekonomik düzenin biçimlenmesine neden olur. Günümüzde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı yerlerinde etkisini hâlâ sürdüren aşiret düzeninin temelleri bu çağda atılmış olmalıdır. Nitekim gerek Hitit imparatorları ve gerekse Assur kralları bu bölge­deki yoğun aşiret düzeninden söz etmektedirler. Öyle ki İÖ 13. yüzyılın başlarından itibaren Assur kayıtlarında adları anılan bu aşiretlerin sayıları bazen 40’tan 60’a kadar yükselir.

Bütün bunlardan sonra Kuzeydoğu Anadolu ve tüm  Transkafkasya’daki iklim ve coğrafi koşulların göçebe, yan göçebe hayvancılık için daha elverişli olduğu; yemyeşil otlaklar ve suyu bol serin yaylalarla kaplı böyle bir coğrafyada yaşayan insanlar için de hayvancılıktan elde edilebilecek potansiyel gelirin, her türlü rizikosuna karşılık daha istikrarlı olarak algılandığı söylenebilir.

Tarım ağırlıklı geleneksel yaşamın son bularak, yerine besicilik ile et ve süt ürünlerine yönelik yüksek yayla-otlak türü bir yaşama geçilişinin, materyal kültürde derin izler bırakması gayet normaldi. Fakat gelişmeler yalnızca bununla sınırlı kalmamıştı. Bu iki farklı ekonomi türü toplumların ideolojilerini de etkilemiş olmalıydı. Gerçekten de yeni ekonomik düzenle birlikte binlerce yıldan beri doğanın doğurganlığı ve toprağın bereketiyle ilgili olarak kutsal bir ocak çevresinde kümelenmiş eski köklü anaerkil sistem son bulmuştu. Giderek dinsel inanışlar, ölü gömme adetleri ve mezar biçimleri, metalürji, son olarak da çanak çömlekçilikte, öncüsü olmayan çarpıcı gelişmeler ortaya çıkmıştı. Ölüler taş ve topraktan irili ufaklı tepeler altındaki odalara gömülmeye başlamış, kimi cesetler de yakılarak gömülmüştü. Kalaylı tunçtan yapılan kılıç ve hançerler, sap delikli baltalar, kovanlı mızrak uçları, kancalar, altın ve gümüş kaplar ile zengin mücevherat alışılmamış göz alıcı bir teknoloji, hüner ve estetiğe kavuşmuştu. Materyal kültürde aniden beliren bu değişiklikler yeni ya­şam biçimine yol açan etkenlerin tek bir nedene bağlanamayacağının işareti olmalıdır.

Mezar Anıtları: Kurganlar

Bu dönemde ortaya çıkan en çarpıcı kültür elemanı kurgan (tümülüs) türü mezar anıtlarıdır. Zaten yaylaklar ve kışlaklar arasındaki yaşamları kıl çadırlarda geçen bu insanlardan günümüze fazla bir kalıntı da kalabilmiş değildir. Kurgan adetinde daha çok toplumun önde gelen elit tabakasına ilişkin bireylerin cesetleri üzerine ölen kişinin önemiyle doğru orantılı olarak taş ve topraktan tepeler yükseltilmekteydi. Mezar tepelerinin çapları 350 metre ile 100 metre, yükseklikleri ise 40 cm. ile 13 metre arasında değişiyordu. Ölü gömme göreneklerinde beliren bu yeni değişikliğin ilk habercileri İÖ 3. binyılın ortalarında Gürcistan’da, Tiflis yakınlarındaki Martkopi ile Bedeni mezarlıklarında ortaya çıkar. Burada cesetler 8x6 metre boyutlarındaki ahşap kütüklerden yapılmış bir oda içine bırakılarak üzeri taş ve toprakla örtülmüştü. Bu örtü yaklaşık 6 metre yüksekliğinde ve 80 metre kadar çapındaydı. Mezar odasına cesetle birlikte bırakılan kap kaçak İlk Tunç Çağı’nın siyah parlak açkılı türlerinin benzeriydi. Eski Anadolu ve hatta tüm Yakındoğu’ya yabancı olan bu yeni görenek, ÎÖ 2. binyılın ilk yarısı içinde yaygınlaşarak tüm Transkafkasya, Kuzeybatı İran ve Kuzeydoğu Anadolu’ya ya­yıldı. Kuzeydoğu Anadolu’da Malazgirt, Doğubeyazıt, Kars ve İğdır yörelerine kadar giren kurganlara, Ermenistan’da Karaşamb, Kiro vakan (Vanadzor), Lçaşen ve Tazekent (Karmir-Berd)’te, Gürcistan’da Trialeti ve Mesketi gibi yörelerde sık rastlanır.

Ağrı il merkezinin doğusundaki Suluçam İlçesi ve çevresi Türkiye’deki şimdiye değin belirlenen en büyük ve geniş kurganların yükseldiği yöredir. Sinek Yayla­ sının güney ucunda ve denizden 1750 metre yükseklik­teki bu yöre ot bakımından oldukça zengindir ve hay­van besiciliği açısından elverişli olanaklara sahiptir. Bu yöredeki en büyük kurgan yaklaşık 60 metre çapında ve 10 metre yüksekliğindedir. Merkezi konumlu tepe yani ana kurgan bunu kuşatan 5-6 metre çapında 9-10 kadar tepecikten oluşur. Kazılmamış olmakla birlikte ana tepe ile bunu çeviren tepeciklerin altına birden fazla kişinin gömülmüş olması mümkündür. Tepenin orta kesi­mine yapılan taştan ya da ahşaptan mezar odalarının tabanları keçe ve hayvan postları ile kaplanmaktaydı.

Kuzeydoğu Anadolu ve Transkafkasya Orta Tunç Çağı kültürlerinin bir başka karakteristik özelliği boya bezemeli çanak çömlekleridir. Bunlar bölgeye yabancı biçim ve bezeme anlayışlarıyla Orta Tunç Çağı II (M.Ö. 1850-1700/600) ve III (M.Ö. 1700/600-1450) dönemleri kültürünün en önemli göstergeleri arasındadır. Kaplar önceleri deve tüyü renkli zemin üzerine kahverengi boya ile yapılan motiflerle süslenmiştir. Bezeme öğeleri arasında üçgen dizileri ve özellikle gölge tekniğinde yapılmış su kuşları ve dağ keçileri dikkat çekicidir. Giderek yüzeyleri beyaz astar üzerine kırmızı ve siyah boya ile yapılmış motiflerle nakışlandırılmıştır. Kuş sürüleri ile dağ keçileri bu ikinci stilde de önemli rol oynamaktadır. Bunlar ilk Tunç Çağı’nın parlak siyah açkılı, elde biçimlendirilmiş ve çoğu kez monoton bir biçim repertuvarına sahip kap kacaklarından farklı bir dünya görüşünün yansıması durumundadırlar. Onları daha canlı, hareketli ve dinamik bir dünyanın temsilcileri olarak nitelemek yanlış olmaz. îlk Tunç Çağı’ndakilerin aksine kaplar, bir iki istisna dışında, daima kulpsuzdur. Bu durum güncel bir kullanımdan farklı işlev taşımış olabileceklerine işaret ediyor olabilir. Günümüzde Türkiye müzeleri ve özel koleksiyonlar bu eserlerle dolup taşmış durumdadır. Sayıları ancak binlerle ifade edilebilecek olan bu eserler, Doğu Anadolu yaylalarında özellikle 1970’li yılların ikinci yansı ile 90’lı yıllar arasında sürüp giden yağmanın ne denli ürkütücü boyutlarda gerçek­leştirildiğinin de kanıtıdır. İlk Tunç Çağı’nın koyu siyah ya da kırmızı siyah alacalı çanak çömleklerini bırakarak kap yüzeylerini boya ve fırça yardımı ile daha iç açıcı bir görünüme kavuşturma modasına hangi dinamiklerin yol açtığı konusu açık değildir. Bunun yerel bir gelişimden çok bölgeye dışarıdan gelen yeni etkiler­ le açıklanması yolunda genel bir eğilim bulunmaktadır.

Gerçekten de bu yeni dönemde yaygınlaşmaya başlayan uzun aralı ticaret, özellikle de kalay ticareti, birbirine uzak bölgeler arasındaki etkileşmeyi hızlandırarak ideoloji, ekonomi ve modalar üzerinde de kimi etkilerde bulunmuştu. Sistemin batıdaki cazibe merkezi, birbiriyle rekabet halindeki beylerin paylaşmış olduğu Kaniş, Puruşhanda, Hattuşa, Ankuwa, Salativar, Karahna gibi zengin kentlerin yurdu Orta Anadolu idi. Bu nedenle Doğu Anadolu ve Transkafkasya yaylalarında parlayan yeni modanın esin kaynaklarından biri olması hiç de olanak dışı sayılmamalıdır.

Gümüş Kadehler

Gerek anıtsal mezarlar ve gerekse bu mezarlarda bulunan eserler Orta Tunç Çağı II ve IIl dönemlerinde Doğu Anadolu’nun doğu kesimi ve Transkafkasya’da elit bir yönetici sınıf ile hiyerarşik bir toplum yapısının sivrilip geliştiğine tanıklık etmektedir. Özellikle Güney Gürcistan’da Trialeti (V ve XVII no’lu) ve Ermenis­tan’da Karaşamb ve Kirovakan kurganlarında bulunan gümüş ve altın vazolar, Doğu Anadolu ve Transkafkasya’da gelişmekte olan yeni düzen ile görkemli yaşantının en güzel belgeleri ve Transkafkasya Orta Tunç Çağı’nın en dikkat çekici eserleri durumundadır. Bunlar­dan Trialeti ve Karaşamb gümüş kadehleri kabartma­larla bezelidir. Her ikisi de silindir gövdeli ve yüksek ayaklı olan bu kaplardan ilki 11,3 cm. yüksekliğindedir.


Figürler iki friz halinde düzenlenmiştir. Üstte, ellerin­de kadeh tutan 22 erkeğin oluşturduğu tören alayı otu­ran bir tanrı ya da hükümdara yaklaşır. Arkalıksız bir tahtta oturan bu kişi ayaktakilere kıyasla daha büyük olarak betimlenmiştir. Önünde, biri büyük ve üç ayak­lı, diğeriyse küçük iki sunak yer alır. Büyük sunağın ön ve arkasında çökmüş durumda iki hayvan görülür. Ar­kada stilize bir ağaca yer verilmiştir. Frizin odak nokta­sı bu oturan figürde toplanır. Tüm figürler kısa bir tü- nik (manto) ile bunun altına kuyruklu bir etek giymek­tedir. Alt frizde 9 adet erkek ve dişi geyik birbirini izler.

Oturan bir tanrıya tapma Önasya sanatında çok sık rast­lanan bir konudur. Orta Anadolu’da Eski Hitit Dönemi’ne ilişkin kabartmalı kült vazolarında benzer alaylar görülür. Nitekim uçları yukarı kalkık çarık ve kısa tünik ile arkadan sarkan sivri kuyruklu etek Bitik ve İnandık vazolarındakileri ve Norbert Schimmel koleksiyonundaki geyik biçimli gümüş riton üzerindekilerin aynıdır. Buna karşılık en iyi şekilde abartılı büyük burun ve adeta hiç belirtilmemiş çene yapısından anlaşılacağı üzere Es­ki Hitit Dönemi eserlerine göre daha kaba ve beceriksiz bir taşra işçiliğinin ürünüdür. 

Erzurum-Erzincan Ovaları Doğudaki yüksek yaylalarda beliren ve giderek hiyerarşik bir aşiret aristokrasisine dönüşmeye başlayan gelişmeler etkilerini Erzurum ve batısında fazlaca gösterebilmiş değildi. Burası Mezopotamya ve Suriye’den Anadolu’ya doğru uzanan, ticari potansiyeli yüksek doğal yolların uzağındaydı. Avustralyalı bilim insanı Antonio Sagona’nın Erzurum Pasinler arasındaki Sos Höyük’te yürüttüğü kazılar burada kökleri çok eskilere inen, töreye bağlı tutucu köy yaşamının İÖ 1500 yıllarına değin sürüp gittiğini ortaya koymuştur. İÖ 2500 yıllarında doğudan kimi etkiler alarak ölü gömme ve çanak çömlekçilikte Martkopi ve Trialeti’nin erken kurganlarındakilerle karşılaştırılabilecek yeni özellikler kazanmakla birlikte, Kura-Aras kültürü, gelenekleri ve yaşam biçiminde dikkat çekici bir transformasyon olamadı.

ÎÖ 3. binyılın sonları ve 2. binyılın başlarında Sos Höyük’te cesetleri 2 metre derinlikte kuyular içinde toprağa verme şeklindeki Trialeti türü gömü geleneği gelişerek devam eder. İçlerinde yuvarlak ocaklar ve kil sıvalı sedirler bulunan taş temelli dikdörtgen ya da ba­ sit yuvarlak planlı konutlar yerleşik yaşamda herhangi bir kesinti olmadığına tanıklık eder. Gümüş parlaklığındaki siyah açkılı Martkopi türü kap kacak ile İlk Tunç Çağı’mn parlak siyah açkılı geleneksel malları büyük bir değişim geçirmeden İÖ 2. binyılın ortalarına değin kullanılır.

Malatya-Elazığ Ovaları

İÖ 3. binyılın sonları ve 2. binyılın başlarında Transkafkasya ve Doğu Anadolu yüksek yaylalarında ortaya çıkan yeni gelişmelerden Elazığ-Malatya ovaları hemen hiç etkilenmedi. Bununla birlikte, başta Malatya’da Arslantepe olmak üzere, Fırat kıyısındaki Köşkerbaba, İmamoğlu ve Pirot, Altınova’da Değirmen tepe, Han İbrahim Şah ve Aşvan gibi yerleşme yerleri birer yangın geçirerek yıkılmış, kimileri de en azından eskiye kıyasla son derecede küçülmüştü. İlk Tunç Çağı III Dönemi sonlarında kendini gösteren bu yıkım ve bunalımlara karşın Orta Tunç Çağı’nın başlarında (ÎÖ 2000-1800) Malatya-Elazığ ovalarında geleneksel kültür dış dünyadan çok büyük bir etki almadan devam etmişti. Yaşam biçimi ve sosyo-ekonomik düzenleri etkileyen geniş çaplı değişiklikler söz konusu değildi. Bin yılı aşkın bir süredir sevilerek kullanılan parlak siyah ya da siyah-kırmızı alacalı açkılı kaplar son bulmakla birlikte çanak çömleklerden bazıları bir önceki dönemdekilerin aynı­ dır. Bu sürekliliğin en tipik temsilcisi, yöreye özgü, el yapımı boya bezemeli kaplardır. Açık bej rengi astar üzerine koyu kırmızı ve mor boya ile yapılmış bezekler içeren bu kaplarda yüzey, çoğu kez omuz üzerindeki ya­tay bantlardan sarkıtılan koşut çizgilerin tüm gövdeyi saracak şekilde düzenlenmesiyle gerçekleştirilmiştir.

Şevron çeşitlemeleri ile kapların ağız kenarlarına fırça darbeleriyle yapılan eğik hatlar, en sevilen bezeme öğe­leridir. Bölgenin batı-güneybatısında yoğun olarak kul­lanılan bu türde bezemeli çanak çömleklere Altınova’nın doğu ucunda, Palu-Kovancılar yöresi höyükle­rinde rastlanmaz. Bunların yanında çarkta biçimlendi­rilmiş parlak metalik görünümlü kırmızı ve kurşuni si­yah renkte bir kap türü daha belirmiştir. Bu gruba giren çanaklar çoğu kez keskin profillidir. Şişkin karınlı iri çömlekler ya da çift konik gövdeli, kimileri yüksek ayaklı vazolar, kabarık silmelerle yapılmış zigzaglar, memecikler ve yatay oluklarla bezenmiştir. Batı uçta Malatya Arslantepe (VA) ile Fırat kıyısındaki Imamoğlu (IV), Imikuşağı (14) ve Şemsiyetepe, Altınova’daki Norşuntepe (V-IV), Tepecik (4-7) ve Korucutepe (G) höyükleri bu dönemin az ya da çok incelenebilmiş yer­leşme yerleridir. Orta Anadolu’ya Assurlu tüccarların yerleştiği, Mezopotamya-Suriye ve hatta Iran ve Afga­nistan gibi uzak ülkelerle örgütlü bir ticaret ağının ku­rulduğu, Koloni Devri’nin ilk evresinde (Kaniş karum II) bölge gelişmelerin dışında kalmış bir görünümdeydi. Malatya-Elazığ Havzası, Orta Tunç Çağı’nın ilerleyen aşamalarında (OTÇ II, İ.Ö. 1800-1600/500) yöre kültüründe derin etkiler bırakan birtakım etno- kültürel gelişmelere sahne olmaya başladı. Kültepe’deki Kaneş karum Ib evresi ile çağdaş olan bu zamanda ortaya çıkan en çarpıcı gelişme güçlü surlarla çevrili, kale görünümlü yerleşme yerleridir. Altınova’da Koru­cutepe (H), Malatya’da Arslantepe (VB) ve Imikuşağı (12) höyüklerinde inşa edilmiş olan kaleler, mimari ge­lenekler açısından Orta Anadolu’dakilerle ilişkilidir.  Taş temel üzerine kerpiç bloklarla inşa edilen Korucu­tepe Surları 5.50 metre kalınlığındadır; üzerinde belirli aralıklarla 8x8 metre boyutlarında kuleler bulunur. Bu sur Hitit başkenti Hattuşa’daki Eski Hitit Dönemi savunma sistemine benzer. Imikuşağı’nın 2.35 metre ka­lınlığındaki suru, taş temel üzerine kerpiç bloklarla yapılmıştır. Masif teknikte ve testere dişi biçiminde dü­zenlenen savunma duvarında bol sayıda ahşap hatıl kul­lanılmıştır. İçine tek ya da daha çok çift kuleli anıtsal bir kapıyla girilir. 9,60x7,80 metre boyutlarındaki yan yana iki magazinden oluşan bu türde kapının tam bir benze­ri aynı dönemde Arslantepe’de inşa edilir. Her iki kapı­nın en büyük benzeri, hemen hemen aynı zamanda Orta Anadolu’daki Alişar’da (10T) ortaya çıkarılmıştır. Bu kalelerin içindeki yapılar hakkında hiçbir bilgi yoktur.

Ancak İmikuşağı’nda kullanılan çanak çömleklerin % 95‘ini “Habur Ware” adı verilen boya bant bezemeli kapların oluşturduğu görülür. Hızlı dönen çarkta ve ye­rel atölyelerde üretilen kaplar açık renk zemin üzerine kırmızı kahve renkli yatay paralel hatlarla dekore edil­miştir. Anavatanı Toroslar’ın güneyindeki Kuzey Me­zopotamya’dadır. Bu yüzden İmikuşağındaki aşırı yo­ğun kullanım son derecede ilgi çekicidir. Habur türü kaplara Kuzeybatı İran’da, Urmiye Gölü’nün güney kı­yıları civarındaki Dinklıatepe ve Hakkâri’den başlaya­rak kuzeyde Malatya ve kuzeybatı uçta da Kayseri yakınındaki Kültepe’ye değin uzanan geniş bir coğrafyada rastlanır. Bunlar çeşitli bölgelerin birbiriyle ilişkiye gir­diğinin bir kanıtıdır. Bu durum, Fırat’ın Malatya yöre­sindeki geçilmeye en elverişli kıyısında bir köprübaşı olarak kurulmuş bulunan kaleyi, Mezopotamyalı tüc­carların ele geçirmiş olabileceğine işaret eder. Gerçek­ten de Kültepe’deki Assur Ticaret Kolonileri Çağı çiviyazılı Assur belgelerinde geçen “Alsana” ve “Supana” adları, Hititlerin “Alzi” ve “Supa”sı, Urartuların “Supani” ve klasik çağların “Sophene”si ile eşitse; Koloni Çağı’nın geç evresinde Assur’dan gelen kervan yollarından birinin Fırat’ı bu noktada aşarak Timilkia (Darende) ve Tegarama (Gürün) üzerinden Orta Anadolu’ya doğru uzandığı anlaşılır. Bütün bunlar Orta Tunç Çağı II Dönemi’nde Doğu Anadolu’nun batı ucunun Assur Tica­ret Kolonileri sistemi ile ilişkiye geçtiğini ve varsıl yerel bir elitin ortaya çıkmış olduğunu gösterir. Elazığ-Malatya bölgesindeki Orta Tunç Çağı II Dönemi kaleleri­nin yapımını bu yerel elitin üstlenmiş olabileceğini sa­nıyoruz. Iö 15. yüzyılın Hitit belgelerinde adı geçme­ye başlayan İşuwa Krallığı’nın temeli bu zamanda atıl­mış olmalıdır.

Malatya-Elazığ Havzası’nda Orta Tunç Çağı II Dönemi’nde yükselen güçlü kaleler, dönemin sonlarında, belki de ortak bir felakete uğrayarak, yakılıp yıkılmıştı.

Korucutepe’de bu yangın üzerine kurulmuş olan yer­leşme yerinin tarihi, radyokarbon ölçümlerine göre İÖ 1598±59 yıllarıdır. Hemen hemen aynı dönemde Orta Anadolu’daki Kültepe ve Acemhöyük sarayları da ağır bir yangınla son bulmuştu. Assur Ticaret Kolonileri Çağı’na son veren bu yıkım zincirinin, etkisini Doğu Anadolu’ya değin gösterip göstermediği açık değildir.

Ancak felâketleri izleyen yıllarda Malatya-Elazığ bölgesinde Hitit kültür etkilerinin, yerel gelenekleri unuttu­racak biçimde yoğunlaşmasının bir anlamı olmalıdır.

Hakkari

Anadolu'da İÖ 2. binyılın ilk yansında çok sayıda bey ve beyliğin ortaya çıktığı görülür. Bunların en zengin ve tanınmışları, Kızılırmak Havzası'ndaki Kültepe-Kaniş, Hattuşa, Puruşhanda (Acemhöyük) vb. kentlerde yaşıyorlardı. Adlarını hiç duyuramamış-bu eski beylerden kimileri de Hakkâri yöresini yurt tutmuştu. Onlar görkemli saraylar yerine süslü çadırları kullanıyor, yaylaklar ve kışlaklar arasında göçebe bir yaşam sürdürüyorlardı. Parlak geçmişlerinin ilk izlerine 1998 yılı temmuzunda kent merkezindeki kalenin kuzeydoğu eteklerinde rastlandı. Bunlar dik bir kaya yüzeyinin önüne yerleştirilmiş, özgün konumlarını hâlâ koruyan 13 adet steldi (dikilitaş). Sırtları kayalığa gelecek şekilde yan yana ve kısmen de arka arkaya dizilmişlerdi. Zamanla yukarıdaki kayalıktan akıp gelen toprağın altında kalmışlar ve basıncın etkisiyle hep birlikte yanâ ve öne doğru eğilmişlerdi.


Yöresel taşlardan oyuian bu stellerin yükseklikleri 0,70 ile 3,10 metre arasında değişir. Yalnızca ön yüzleri düzgündür. Bu düzgün yüzlerde kimileri kabartma, kimileri de çizgi tekniğinde işlenmiş insan figürlerine yer verilmiştir. Hiç yazı olmamakla birlikte taşlar adeta bir tarih kitabı özelliğindedir. Ana konu cepheden bir insan bedeninin üst kısmıdır. Bacaklar gösterilmemiştir. Çoğu tombul, kimileri de ince uzun yüzlü figürlerin çok belirgin bir burunları ile burun üzerinde birleşen kaşları ve dar bir alınları vardır. Kabartma tekniğinde yapılan örneklerde yuvarlak göz çukurluklarına kakma olarak beyaz renkli taşlar yerleştirilmişti. 11'i erkeklere, 2 si de kadınlara ait stellerde, erkekler silahlarıyla birlikte betimlenmiştir. Bellerindeki enli kemerlerlere hançerler asılıdır. Belden aşağı kısımları çıplaktır. Burada erkeklik organını koruyan bir suspansuar düzeni bulunmaktadır.

Kabartmalardaki en dikkat çekici özellik iki elle sıkı sıkıya tutulan merkezi konumlu içki kabıdır. Deriden bir tulum görünümündeki bu kap giderek üsluplaşarak sonuçta yalnızca sağ el baş parmağı ile işaret parmağı arasına yerleştirilmiş küçük bir çukurluğa dönüşür. Bu stilistik gelişim farklı ustalarca ve farklı zamanlarda yapılmış olduklarının açık bir ifadesidir. Bu kabın simgesel açıdan taşıdığı büyük önem, gençlik ve güçlülüğü vurgulanmak istenen savaşçının tüm kahramanlıkları ile silah ve süslerinden çok daha ön plana alınmasıyla ifade edilmiştir. Taşların yüzeyinde kalan boş alanlar, küçük genç insan figürleriyle leopar, dağ keçisi, geyik ve yılan gibi yabanıl hayvanlarla doludur. Gerek duruşları, gerekse başlıklarıyla gençlerin soylular sınıfından oldukları açıktır. Hayvan betimleri ise yörenin o zamanki zengin faunası ile savaşçıların ava ne denli düşkün olduklarının birer göstergesidir. Çadırlar steller üzerinde betimlenmiş en çarpıcı nesnelerdendir. Penceremsi küçük açıklıkları bulunan bu süslü çadırlar, kubbemsi bir çatı konstrüksiyonuna sahiptir. Bu tür, Yakındoğu'da kullanılanlardan farklıdır ve daha çok Asya bozkırlarının "topak ev" denen kubbeli yurt tipi çadırlarını anımsatır.

13 stelden ikisi farklı özellikleriyle ötekilerden ayrılır. Tamamen çizgi tekniğinde kazılmış bu iki taş üzerinde cinsiyetleri belirtilmeyen silahsız figürler yer alır. Bunlardan biri serinin en uzun örneğidir ve 3,10 metre yüksekliğindedir. Boynunda sallantılı bir gerdanlık taşıyan figürün başı açıktır. Uzun saçları birkaç sıra halinde ifade edilmiştir. İnce kollar ve parmakları açık eller bel üzerinde durur. Etek ucu yan yana sıralı üçgenlerden bir bordürle süslüdür. Kısmen kırık olan öteki stelde ise figürün sağ eli çeneye dokundurulmuştur. Bu iki stelin kadınları ifade ettiği düşünülebilir.

Hakkâri stelleri belirli bir program çerçevesinde ve yerli ustalarca yapılmıştı, ufak tefek değişikliklerle bu program baştan sona geçerliliğini sürdürmüştü. Temel olarak anlatılmak istenen şey, çadırlarda yaşayan, av ve savaştan hoşlanan kimi genç ve dinamik kişilerin güç ve başarılandır. Bunlar bu coğrafyada etkili bir göçebe, yarı göçebe hanedana ait gibidir. Bu göçebe, yarı göçebelerin bozkır gelenekleri yanında, hançer, balta ve topuz gibi silahları Kuzeybatı Iran, Anadolu ve Kuzey Mezopotamya ile ilişkiler kurduklarını gösterir.

...

Stellerde canlandırdıklarını düşündüğümüz Hakkâri beyleri kimlerdi, hangi etnik kökene dayanırlar ya da güçlerinin arkasında hangi dinamikler yatmaktadır gibi soruları yanıtlamak pek kolay değildir. Ancak İÖ 2. binyılın ilk yarısına ilişkin eski Assur ve eski Babil çivi yazılı belgelerine göre bu engebeli yöre Hurri kökenli çok sayıda dağ kavmi arasında paylaşılmıştı. Zagroslar üzerinde yaşayan bu dağlı halklardan en tanınmışları Gutiler, Hurriler ve Turukkular’dı. Zaman zaman Mezopotamya düzlüklerine inerek terör estirten ve yağmalarda bulunan bu kavimler hakkında fazla bilgi yoktur. Ancak bunlardan bazılarının maden ve özellikle de kalay ticareti ile bir ilişkileri bulunduğu bilinmektedir. Kuzey Irak'ta, Küçük Zap tarafından sulanan Hanya Ovası'ndaki Teli Şimşara'da (eski Şuşşara) bulunmuş ve bölge valisi Kuvvari'ye yazılmış Assurca mektuplar bu ticaretin kanıtlarım oluşturur. Mektupların bir kısmı Assurlular’ın kalay taleplerine ilişkindir.

Hakkâri stelleri sanatsal yönden, ekonomisi yalnızca göçebe hayvancılığa dayanan halkların gücünü çok aşan üstün özelliklere sahiptir. Stellerin belirgin bir taş oyma, işleme geleneğine sahip yetkin sanatçıların elinden çıktıkları gayet belirgindir. Bunları yaptırtan iradenin güç kaynağını hayvancılığın dışında aramak gerekir. Biz bu noktada maden ticaretini görmek istiyoruz. Gerçekten de figürlerin elleri altında tuttukları bazı nesnelerin ayar damgalı maden külçeleri olması mümkündür. Eğer böyleyse, söz konusu iradenin gücünü, kuzeydeki yüksek yayladan Mezopotamya'ya doğru gerçekleştirdiği maden sevkiyatından ya da bu sevkiyatın denetiminden almış olduğu anlaşılır. Hakkâri beyleri, Güney Hazar yöresine özgü hançerleri, Kuzey Mezopotamya, Kuzey Suriye ve Orta Anadolu’ya özgü baltalarıyla kuzey ve güneydeki bu bölgeler arasında adeta bir köprü oluşturduklarını ifade eder gibidirler. Son olarak, taşlan yaptırtan kimseler hakkında şimdilik fazla bir şey bilinmese de, görünen odur ki steller Yakındoğu düşünce ve anlayışına son derecede yabancı insanların eseridir. Bu taşlarda ortaya çıkan iradenin kökeninde güneyin gelişmiş tarımcı anlayışından çok kuzeyin göçebe, bozkır dünya görüşü egemendir. 

Yaylalarda Yükselen Uygarlık, Doğu Anadolu Orta ve Son Tunç Çağı, Prof. Dr.Veli Sevin, Aktüel Arkeoloji, sayı 3, 2004

Doğu Anadolu'da Hitit Damgası

Elazığ-Malatya bölgesi Orta Tunç Çağı II Dönemi kalelerinin yakılıp yıkılışı sonrasında bölge yepyeni bir kültürün etkisi altına girmeye başladı ve sonuçta İlk Tunç Çağı’ndan beri, kısmen de olsa hâlâ sürüp giden geleneksel karakterini tümüyle yitirdi. Etkilerin geliş yönü Orta Anadolu idi. Bu zamanda Hitit Devleti başkent Hattuşa (Boğazköy) olarak kurulmuş ve giderek yerel beyleri bir bir sindirerek Orta Anadolu’yu tek bir devletin çatısı altına sokmaya başlamıştı. Bu devletin ilk kralı I. Hattuşili, yazıtlarında kendini Fırat’ı geçen ilk hükümdar olarak övgüyle anıyor, Hitit orduları Kuzey Suriye’yi ele geçirmeye başlıyordu. Onu izleyen I.Murşili ise güneyde Babil’e değin inme cesaretini kendinde buluyordu. Yıkımdan biraz sonra kurulan yeni Imikuşağı (10) Kalesi, eskinin Mezopotamya-Suriye ağırlıklı görünümünü yitirmiş, tümüyle Hititli bir karaktere bürünmüştü. Materyal kültürdeki bu gelişme Arslantepe (VA), Tepecik (3b) ve Korucutepe (I)’de de hemen hemen aynı çizgiyi izlemekteydi. Buna göre Fırat’ı aşan güç Hitit ordularıydı ve Malatya Elazığ yöre­sindeki yıkımları da onlar yapmış olmalıydı.

Malatya Elazığ bölgesinde I. Hattuşili ile filizlenen Hitit egemenliğinin, bunu izleyen yüzyıllardaki gelişimi iyi bilinmez. Bu zamanda Doğu Anadolu’nun batı ucu siyasal açıdan önem kazanmaya başlamıştı.

Bunda Toroslar’ın gerisindeki düzlüklerde ÎÖ 1500 yıllarından itibaren büyük bir siyasal güç haline gelmeye başlayan, genellikle Hurri, biraz da Îndo-Ari kökenli grupların oluşturduğu Mitanni Devleti’nin rolü vardı.

Bölge çiviyazılı Hitit belgelerinde Işuwa adıyla anılmaya başlamıştı. Böylelikle şimdiye değin yalnızca materyal kültür kalmalarına göre izlenebilen yöresel tarih, yazılı belgeler yardımıyla daha iyi incelenebilir duruma gelmişti. Mitannilerin yükselişi Işuwalılar ve hatta tüm Doğu Anadolu halklarının Hitit karşıtı bir tavır takınmasına yol açmış, Malatya-Elazığ ovaları Mitanni ile Hitit devletleri arasında bir çekişme alanı haline dönüşmüştü. Mitanni Kralı Tuşratta ile birleşerek güç kazanan İşuwa, Hititlere karşı ayaklanmış, batıya bugün Gürün ile eşitlenen Tegarama’ya doğru yayılma girişimlerinde bulunmuştu. Kuzeyde Erzurum’un doğusundan Gürcistan’a değin uzanan bölgede yaşayan Azzi-Hayaşalılar, Anadolu’nun kuzeydoğusunu ele geçirip Fırat kıyısındaki kutsal kent Şamuha’ya kadar inmişlerdi. Ancak bu bölgelerde yaklaşık 200 yıldan beri hak sa­hibi olan Hitit Devleti gelişmelere seyirci kalmadı. İÖ 1380 yılında Hitit tahtına çıkan I. Şuppiluliuma, Mitan­ni Krallığı’na karşı seferler düzenleyerek Doğu Anadolu üzerindeki haklarını korumaya çalıştı. Malatya-Elazığ ve Ergani-Maden geçidi yoluyla gerçekleştirilen bu askeri harekât sırasında bir yandan îşuvva ayaklanması bastırıldı, bir yandan da güneyde Mardin civarında yer alan, yeri bilinmeyen Mitanni başkenti Wassukkamu (yeri bilinmiyor) önlerine uzanıldı. Ciddi bir direnişle karşılaşılmadan Karkamış ve Asi Irmağı ağzındaki AIukiş ülkesine değin yayılan bu büyük harekatta Hititlere, Güneydoğu Toroslar üzerinde, Ergani, Aladen ve Lice-Kulp üçgeni yörelerinde egemen olan Alşe (Alzi) ül­kesi kralı Antaratli yardımda bulundu. Hitit kralı bu yardımı, yine bu yörede olduğu anlaşılan Kutmar ken­tini armağan olarak vererek karşılıksız bırakmadı. Buna karşılık kuzeydoğu uçtaki Azzi-Hayaşa ülkesinde hu­zursuzluklar sürdü gitti. I. Şuppiluliuma ve Azzi Beyi Huqqana arasında bir antlaşma yapıldıysa da, aşiret dü­zeni ve gerila taktikleri Hititlerin bu ülkede kalıcı bir egemenlik kurmasını engelliyordu. Hitit belgeleri bir göl içindeki kayalık üzerinde kurulmuş Aripsa ile Tlalimana, Tukama, Ura ve Kumaha gibi kentlerinin varlığından söz etmekle birlikte, Azzi-Hayaşa ülkesinin Do­ğu Anadolu coğrafyasındaki tam yerini saptamak bile oldukça güçtür, isim benzerliğinden yola çıkılarak Kumaha’nm bugünkü Kemah ile eşitliği benimsenir.

İşuwa Krallığı

Doğu Anadolu’nun irili ufaklı beylikler ve aşiretler arasında paylaşıldığı, Hitit etkisinin giderek yayıldığı İ.Ö.14. yüzyılda Elazığ yöresi yerli Işuwa Krallığı’nın denetimine bırakılmıştı. Başkenti de îşuwa adını taşıyan bu krallığın adı bilinen ilk hükümdarı IÖ 13. yüzyılın ortalarında yaşayan Ari-Şarrumma’dır. Onu oğlu Ehli- Şarrumma izlemiştir. Bu sülale hakkında bilinenler 1968 ve 1969 yıllarında Altınova’daki Korucutepe’de bulunan 15 adet kil mühür baskısı (bulle) sayesinde artmıştır. Hurrice adlar taşıyan Işuwa kralları mühürlerinde “ülkenin egemeni” unvanını kullanıyorlardı. Bunlardan biri Kral Ari-Şarrumma ile Hititli eşi Kraliçe Kiluş-Hepa’ya aitti. Hitit İmparatorluğu’na bağlı olan bu hanedana, Hititler’in son güçlü hükümdarı IV. Tuthaliya (İÖ 1250-1220) son verdi.

Bölgenin siyasal yönden kayıtsız koşulsuz Hitit denetimi altına alındığı bu dönemde, Malatya’da Arslantepe (IV), îmikuşağı (8-7), Elazığ-Altınova’da Tepecik (3 a, 2 b-a), Norşuntepe (III) ve Korucu tepe (J) de pek çok yönüyle Hititli bir görünüm kazanmıştı. Hitit kültür etkileri, doğuda Palu-Kovancılar civarına kadar yayılmıştı.

Son Tunç Çağı'nda Van Gölü Havzası

Pastoral yönü ağır basan Orta Tunç Çağı kültürü, Van Gölü Havzası ve Transkafkasya’da İ.Ö 2 binler ve hatta biraz öncesinden başlayarak IÖ 14. yüzyıla değin sürüp gitti. Bu tarihten sonra da yerini yavaş yavaş da­ha farklı bir toplumsal örgütlenme modeli ve kültüre bırakmaya başladı. Son Tunç Çağı-llk Demir Çağı denilebilecek bu evrede pastoralizm hâlâ yaygın bir geçim tarzı olarak önemini korurken; eskinin göçebe aşiret örgütlenmesinden daha ileri bir siyasal ve sosyal yapılanmaya doğru adımlar atılmış ve yer seçimi ilkeleri değişmişti. Yaylaklar ve kışlaklar arasındaki uzaklığın fazla olmadığı anlaşılan bu dönemde zenginlik ve mal varlığı arttıkça sabit ve korunmalı bir noktaya olan gereksinim de giderek artmıştı. Muş, Bitlis, Van, Ağrı illerine dağılmış, taştan surlarla çevrili şato görünümlü kaleler bu gereksinimin bir sonucu olmalıydı Assur krallarının bildirdiğine göre ÎÖ 13-11. yüzyıllarda Van Gölü Havzası Hinime, Uatcjun, Masgun, Sahra, Halila, Luha, Nilipahri ve Zingun adlarını taşıyan 8 büyük aşiret arasında paylaşılmıştı. Assurlular bu aşiretlere topluca “Uniatru” adını veriyorlardı. Gölün güney ve batısındaki, bugün Muş, Bitlis, Bingöl, Siirt ve Hakkâri gibi illere dağılan dağlık bölge ise “Nairi Ülkeleri” adı altında 60 kadar beyin yönetimi altındaydı.

Toplumsal örgütlenmenin giderek gelişmesi ve yerleşik yaşama doğru atılan hızlı adımlar materyal kültür­ de de değişime neden olmuştu. Van Gölü Havzası’nda Ünseli Evditepe, Aliler Kalesi, Dilkaya, Karagündüz ve Yoncatepe’de yapılan kazı ve araştırmalar, bu çağın kül­türü ve inanış biçimi üzerine bilgiler sağlamıştır. Buna göre ÎÖ 2. binyılın ikinci yarısı içinde, en başta mezar biçimleri ve ölü gömme adetleri değişikliğe uğramıştı.

Eskinin kurgan türü anıtları yerini oda biçimli mezarlara bırakmıştı. Bu odalara belirli bir zaman süresi içinde erkekli kadınlı 100 kadar insan gömülmüştü. Boya ile nakışlı çanak çömleklerin yerini tek renkli yeni türler almıştı. En dikkat çekici değişim ise insan yaşamına de­mirin girmeye başlamasıydı. Doğu Anadolu ve Trans-kafkasya’da bu konudaki ilk adımlar Van Gölü Havza­sının doğu yakasında atılmıştı. Toplumların biçimlenmesinde çok etkin olan demirin kullanımıyla yeni bir çağ, Demir Çağı başlıyordu. Urartu Devleti’nin kuruluşuyla doruk noktasına ulaşacak bu süreç, İÖ 2. binyılın son yüzyılları ile 1. binyılın başları arasındaki birkaç yüzyıl içinde tamamlanmış.görünür. Geleceğin parlak Urartu Devleti’ne yol açan temeller bu zamanda atılmaya başlamış gibidir.

Yaylalarda Yükselen Uygarlık, Doğu Anadolu Orta ve Son Tunç Çağı, Prof. Dr.Veli Sevin, Aktüel Arkeoloji, sayı 3, 2004

Kaynaklar

Yaylalarda Yükselen Uygarlık, Doğu Anadolu Orta ve Son Tunç Çağı, Prof. Dr.Veli Sevin, Aktüel Arkeoloji, sayı 3, 2004

Yeni Bulgular Işığında Kuzeydoğu Anadolu, Prof.Dr.Alpaslan Ceylan, Aktüel Arkeoloji

Doğu Anadolu Erken Tunç Çağ Kültürü, Serap Yaylalı, Doğudan Yükselen Işık Arkeoloji Yazıları, Erzurum Üniversitesi, 2007

Dağlık Doğu Anadolu Yaylasının Erken Halkları, Mehmet Işıklı,Aktüel Arkeoloji, Sayı 64, 2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder