Bilindiği gibi yazılı gelenek Doğu Anadolu’ya Asur ve Urartu Devletleri ile birlikte Demir Çağında gelir. Demir Çağı öncesinde bölgede yaşayan halklara dair bilgilerimiz seramik başta olmak üzere diğer arkeolojik materyale dayalıdır. Bu konudaki sınırlı bilgilerimiz de arkeolojide çokça tartışma konusu olan seramik = etnik grup (pots and peoples) özdeşliğinin gölgesinde kalmaktadır.
Erken Tunç Çağı’nda, yöresel bazı farklılıklar olsa da, kültüründe bir birliğin olduğu gözlenmektedir. Bunu en iyi açıklayan verilerden ilki ve en önemlisi seramiklerdir. Anılan coğrafyada görülen Erken Tunç Çağ kültürü seramiklerine dayanılarak, bu konuda çalışmalar yapan araştırmacılar tarafından bazen yöresel adlarıyla bazen de yöresel adı ve dönem adının birleştirilmesiyle tanımlanmaya çalışılmıştır. Bunlar Karaz Kültürü, Kura-Aras Kültürü, Doğu Anadolu Erken Tunç Çağı Kültürü, Erken Transkafkasya Kültürü, Transkafkasya Eneolitik Kültürü, Yanık Kültürü, Khirbet Kerak Kültürü şeklindeki tanımlardır. Söz konusu tanımlamalar her ne kadar buluntu yerini ve kültürünü belirtiyorsa da birliktelik göstermeyen kavram karmaşıklığı oluşturmaktadır. Erken Tunç Çağı boyunca, çok geniş alanda görülen seramiklerin dikkati çeken en önemli özelliği kabartma bezemelerle süslenmiş olmasıdır. El yapımı olan kapların hamurlarında görülen katkı maddeleri, kabın büyüklüğü ve cinsi ile uyumludur. Küçük boyutlu, narin yapılı ve özenli kullanım gerektiren kaplarda küçük boyutlu katkı maddeleri, diğer kaba hamurlu büyük kaplarda ise büyük boyutlu katkılar görülmektedir. Serap Yaylalı |
Kura-Aras kültürü zamansal ve mekânsal açıdan Yakındoğu arkeolojisinin en büyük kültürel olgularından biri olarak kabul edilmektedir. Kültür, Erken Tunç Çağlarının sonuna doğru bölgesel ve yerel özellikler göstermek suretiyle bir tür asimilasyona uğrar.
Kurgan Halkları’nın etnik kimliği
tartışmaları da arkeolojide büyük bir yapboz olan Hint-Avrupalılar ve onların
anayurt tartışmalarının gölgesinde kalmıştır. Bilindiği gibi kurgan gömü geleneği
çok daha erken bir süreçte bölgede varlık göstermeye başlasa da zengin ölü
hediyeleri bu sürecin -özellikle Orta Tunç Çağının- bir özelliğidir.
Zengin ölü hediyelerini barındıran anıtsal kurganlar ve onların halkları
“yaylanın ilk elitleri” olarak yorumlanmıştır. Ne yazık ki ülkemiz
topraklarında Kurgan Halkları sürecine yönelik sistematik kazı sayısı son
derece azdır. Şimdilik Ağrı/ Doğubayazıt’taki Bozkurt Kurganlarındaki
kazılar bu konudaki tek projedir. Kurgan halklarının devamında dağlık Doğu Anadolu
ilk aşiretlere ev sahipliği yapacaktır. Söz konusu aşiretler bir süre sonra
Doğu Anadolu’nun ilk merkezi politik yapısı olan Urartu Devleti’nin
kuracaklardır.
Bu süreçte (Beylikler Dönemi)
Asur Devleti’nin kralı yazıtları sayesinde bölge halkları hakkında ilk
bilgileri edinmeye başlıyoruz. Bu bilgiler daha çok bölgedeki krallıklar,
ülkeler, şehirler ve halkların isimleridir. Asur kralı yıllıklarında yörede
yaşayan birçok halk, ülke ve şehir adı geçse de bu dönemin baş aktörleri Uruadri
ve Nairi beylikleridir. Bunların arkeolojik izleri ve lokalizasyonları
bölge arkeolojisinin en önemli sorunlarından biri olarak durmaktadır.
Aşiret/beylik şeklindeki bu organizasyonların açık arkeolojik kanıtları bölge
geneline yayılmış kaleler ve mezarlık alanlarıdır. Bölgede kazısı yapılan Karagündüz,
Dilkaya Van Kalesi Höyük, Ernis ve Hakkâri mezarlıkları bu
sürece dair bir dizi arkeolojik kanıt sunsa da dönemin dinamikleri net olarak
aydınlatılamamıştır. Sorunun bir diğer boyutu ise söz konusu erken beyliklerin
etnik kimlikleridir.
Aslında bu süreçte özellikle Kuzeybatı İran’da
yeni bir seramik türünü (Gri Seramik) kullanan yeni halk grupları ortaya çıkar.
Bu halklar erken İranlılar olarak da kabul edilen (Aryan) Ari ırk halk
gruplarıdır. Bu halkların Van Gölü havzası merkezli Doğu Anadolu yaylasında da
etkin oldukları tahmin edilmektedir. Bu noktadan hareketle Erken Demir Çağ
beyliklerini oluşturan halklar arasında bu Ari halk gruplarının önemli bir
bileşen olabileceği önerilmiştir. Diğer yandan hala bölgede varlıklarını devam
ettirdikleri düşünülen Hurri kökenli halkların da bu beyliklerin etnik
çeşitliliğini zenginleştirdiği kabul edilen bir diğer görüştür. Erken beylikler
içerisinde bu etnik grupların (Aryanlar veya Hurriler) ne denli var oldukları,
etkinlikleri filolojik verilerin yokluğundan ötürü tam olarak bilinemese de
varlık gösterdikleri açıktır.
Yeni Bulgular Işığında Kuzeydoğu
Anadolu, Prof.Dr.Alpaslan Ceylan, Aktüel Arkeoloji
Doğu Anadolu Orta ve Son Tunç çağı
Yüksek, arızalı coğrafi yapısı, sert karasal iklim özellikleri ve konumu nedeniyle Doğu Anadolu tarihöncesi dönemlerden beri Anadolu Yarımadasının farklı karakteristikler taşıyan bir yaşam alanı olmuştu. Sözgelimi yaklaşık İÖ 33OO/2OO’lerden İÖ 2000 yıllarına değin sürüp giden İlk Tunç Çağı’nda kuzeyde Gürcistan’dan batıda Malatya’ya ve hatta Sivas’a, güneyde Toroslar’a ve doğuda da Kuzeybatı İran’a kadar yayılan alanda, pek çok yönleriyle ortak özellikler taşıyan, uzun ömürlü ve homojen bir kültür (Kura-Aras kültürü ya da Erken Transkafkasya kültürü) ile dikkat çekicidir.
Henüz
Doğu Anadolu Orta Tunç Çağı’nın doyurucu kanıtlarla desteklenen kaba bir
rekonstrüksiyonu bile yapılabilmiş değildir. Yakın bir geçmişe değin her türlü
tartışmaya açık koyu bir karanlık görünümündeki bu dönem Orta Anadolu’da Assur
Ticaret Kolonileri Çağı ile çakışır. Güneyde Assur’dan, doğuda Iran ve
Afganistan’a değin uzanan geniş ve iyi örgütlü bir ticari sisteminin belirdiği
bu zamanda Yakındoğu halkları kent ve kasabalardaki gelişmiş yaşam düzeyine
iyiden iyiye uyum sağlamış, görkemli saraylardaki lüks ve debdebeye tanık
olmaya başlamıştı. Anadolu’da Kaniş (Kültepe), Hattuşa (Boğazköy), Puruşhanda
(Acemhöyük ?) gibi kent devletleri parlıyordu bir bir. Orta Anadolu, Suriye ve
Mezopotamya’da devletleşme yolunda çok önemli adımların atıldığı, yazının
toplumları biçimlendirmeye başladığı bu çağda Doğu Anadolu’da nelerin olup
bittiği, yüksek yayla insanlarının bu gelişmelerden nasıl ve ne denli
etkilendiği başlıca sorunlarımızı oluşturur.
.....
....
İrili ufaklı köylerde yaşayan İlk Tunç Çağı (Kura-Aras kültürü) halkları bir gün gelip bütün eski alışkanlıklarını bırakmak durumunda kalmışlardı. Küçükbaş hayvan besiciliği ve pastoralist ya da yarı-pastoralist bir sisteme geçilen bu dönemde genellikle alüvyonlu düzlüklerdeki höyük türü eski yerleşme yerleri ıssızlaşmış, yer seçimi ve planlamada önemli değişme ve gelişmeler baş göstermiş, yaşam ot bakımından zengin yüksek yaylalara taşınmıştı.
...
İlk Tunç Çağı III Dönemi’nin sonlarında Van Havzası’nda, olasılıkla Erciş yakınındaki
Çelebibağ Höyüğü dışında, Erçek Gölü kıyısındaki Karagündüz ile Van Gölü
kıyısındaki Dilkaya ve Van Kalesi Höyüğü’nün hemen hemen tümüyle ıssızlaştığı
kazılarla belirlenmiştir. Öyle ki, biri yıkılınca üzerine derhal bir yenisinin
yükseltildiği kerpiç duvarlı İlk Tunç Çağı köyleri birdenbire boşalmış, yeni
bir inşaattan adeta özenle kaçınılmıştı. Radyokarbon tarihlemeleri Karagündüz
Höyüğü’nde bu olayların ÎÖ 2400-2300 yıllarına doğru başladığına işaret eder.
Bunun sonucunda höyük türü yerleşme yerleri yaklaşık olarak bin yıl süreyle boş
kalmıştı.
...
Her türlü
avantajına, köklü gelenek ve göreneklere karşılık tarımcı köy sisteminin son
bulması ve hemen hemen tümüyle pastoralist, yarı pastoralist aşiret düzenine,
dolayısıyla yeni bir ekonomik sisteme geçişle sonuçlanan bu sürece yol açan
nedenler neydi? Binlerce yıllık kökleşmiş inanç ve geçim sistemlerinden hangi
nedenlerle vazgeçilmişti? İnsanları bu denli derinden etkileyen faktörler
nelerdi? Bu sorular kolaylıkla yanıtlanamaz.
Geniş bir
coğrafi alan üzerinde etkili olan sosyo kültürel değişikliklerin nedenleri
hakkında birbirine zıt varsayımlar öne sürülür. Kimileri bunları bölgeye
dışarıdan gelen farklı kültür öğelerine sahip etnik gruplara bağlamaya
çalışırken, kimileri yerel bir evrimleşmeyi savunur. Bir diğer grup da iklimsel
ve çevresel etkenleri ön plana çıkarır. Bu denli yaygın bir coğrafyayı etkisi
altına alması nedeniyle, iklim ve çevre önemli faktörler olarak hemen akla
gelir. Gerçekten de iklim ve buna bağlı olarak çevrede beliren büyük değişimler
insanları pekala yeni bir yaşam biçimine zorlamış olabilirdi. Zaten insanoğlu
Paleolitik Çağ’ın sonlarından beri iklimsel değişikliklerle boğuşup çevreye
uyum sağlamaya çalışmıyor muydu?
...
ÎÖ 4500/400
yıllarından sonra kendini hissettiren yeni iklim özellikleri sonucunda ortaya
çıkan koşullar ile topografik yapı, Doğu Anadolu’nun doğu ve kuzeydoğusunda
insanları zaman içinde giderek hayvancılığa doğru sevk etmiş görünür. Bunun
sonucunda gelişen göçebe ya da yarı göçebe yaşam yeni bir sosyo ekonomik
düzenin biçimlenmesine neden olur. Günümüzde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı
yerlerinde etkisini hâlâ sürdüren aşiret düzeninin temelleri bu çağda atılmış
olmalıdır. Nitekim gerek Hitit imparatorları ve gerekse Assur kralları bu
bölgedeki yoğun aşiret düzeninden söz etmektedirler. Öyle ki İÖ 13. yüzyılın
başlarından itibaren Assur kayıtlarında adları anılan bu aşiretlerin sayıları
bazen 40’tan 60’a kadar yükselir.
Bütün bunlardan
sonra Kuzeydoğu Anadolu ve tüm Transkafkasya’daki iklim ve coğrafi koşulların
göçebe, yan göçebe hayvancılık için daha elverişli olduğu; yemyeşil otlaklar ve
suyu bol serin yaylalarla kaplı böyle bir coğrafyada yaşayan insanlar için de
hayvancılıktan elde edilebilecek potansiyel gelirin, her türlü rizikosuna
karşılık daha istikrarlı olarak algılandığı söylenebilir.
Tarım ağırlıklı
geleneksel yaşamın son bularak, yerine besicilik ile et ve süt ürünlerine
yönelik yüksek yayla-otlak türü bir yaşama geçilişinin, materyal kültürde derin
izler bırakması gayet normaldi. Fakat gelişmeler yalnızca bununla sınırlı
kalmamıştı. Bu iki farklı ekonomi türü toplumların ideolojilerini de etkilemiş
olmalıydı. Gerçekten de yeni ekonomik düzenle birlikte binlerce yıldan beri
doğanın doğurganlığı ve toprağın bereketiyle ilgili olarak kutsal bir ocak
çevresinde kümelenmiş eski köklü anaerkil sistem son bulmuştu. Giderek dinsel
inanışlar, ölü gömme adetleri ve mezar biçimleri, metalürji, son olarak da
çanak çömlekçilikte, öncüsü olmayan çarpıcı gelişmeler ortaya çıkmıştı. Ölüler
taş ve topraktan irili ufaklı tepeler altındaki odalara gömülmeye başlamış,
kimi cesetler de yakılarak gömülmüştü. Kalaylı tunçtan yapılan kılıç ve
hançerler, sap delikli baltalar, kovanlı mızrak uçları, kancalar, altın ve
gümüş kaplar ile zengin mücevherat alışılmamış göz alıcı bir teknoloji, hüner
ve estetiğe kavuşmuştu. Materyal kültürde aniden beliren bu değişiklikler yeni
yaşam biçimine yol açan etkenlerin tek bir nedene bağlanamayacağının işareti
olmalıdır.
Mezar Anıtları: Kurganlar
Bu dönemde ortaya çıkan en çarpıcı kültür elemanı kurgan
(tümülüs) türü mezar anıtlarıdır. Zaten yaylaklar ve kışlaklar arasındaki
yaşamları kıl çadırlarda geçen bu insanlardan günümüze fazla bir kalıntı da
kalabilmiş değildir. Kurgan adetinde daha çok toplumun önde gelen elit
tabakasına ilişkin bireylerin cesetleri üzerine ölen kişinin önemiyle doğru
orantılı olarak taş ve topraktan tepeler yükseltilmekteydi. Mezar tepelerinin
çapları 350 metre ile 100 metre, yükseklikleri ise 40 cm. ile 13 metre arasında
değişiyordu. Ölü gömme göreneklerinde beliren bu yeni değişikliğin ilk
habercileri İÖ 3. binyılın ortalarında Gürcistan’da, Tiflis yakınlarındaki
Martkopi ile Bedeni mezarlıklarında ortaya çıkar. Burada cesetler 8x6 metre
boyutlarındaki ahşap kütüklerden yapılmış bir oda içine bırakılarak üzeri taş
ve toprakla örtülmüştü. Bu örtü yaklaşık 6 metre yüksekliğinde ve 80 metre
kadar çapındaydı. Mezar odasına cesetle birlikte bırakılan kap kaçak İlk Tunç
Çağı’nın siyah parlak açkılı türlerinin benzeriydi. Eski Anadolu ve hatta tüm
Yakındoğu’ya yabancı olan bu yeni görenek, ÎÖ 2. binyılın ilk yarısı içinde
yaygınlaşarak tüm Transkafkasya, Kuzeybatı İran ve Kuzeydoğu Anadolu’ya yayıldı. Kuzeydoğu Anadolu’da Malazgirt, Doğubeyazıt, Kars ve İğdır yörelerine
kadar giren kurganlara, Ermenistan’da Karaşamb, Kiro vakan (Vanadzor), Lçaşen
ve Tazekent (Karmir-Berd)’te, Gürcistan’da Trialeti ve Mesketi gibi yörelerde
sık rastlanır.
Ağrı il merkezinin doğusundaki Suluçam İlçesi ve çevresi
Türkiye’deki şimdiye değin belirlenen en büyük ve geniş kurganların yükseldiği
yöredir. Sinek Yayla sının güney ucunda ve denizden 1750 metre yükseklikteki
bu yöre ot bakımından oldukça zengindir ve hayvan besiciliği açısından
elverişli olanaklara sahiptir. Bu yöredeki en büyük kurgan yaklaşık 60 metre
çapında ve 10 metre yüksekliğindedir. Merkezi konumlu tepe yani ana kurgan bunu
kuşatan 5-6 metre çapında 9-10 kadar tepecikten oluşur. Kazılmamış olmakla
birlikte ana tepe ile bunu çeviren tepeciklerin altına birden fazla kişinin
gömülmüş olması mümkündür. Tepenin orta kesimine yapılan taştan ya da
ahşaptan mezar odalarının tabanları keçe ve hayvan postları ile kaplanmaktaydı.
Kuzeydoğu Anadolu ve Transkafkasya Orta Tunç Çağı
kültürlerinin bir başka karakteristik özelliği boya bezemeli çanak
çömlekleridir. Bunlar bölgeye yabancı biçim ve bezeme anlayışlarıyla Orta
Tunç Çağı II (M.Ö. 1850-1700/600) ve III (M.Ö. 1700/600-1450) dönemleri
kültürünün en önemli göstergeleri arasındadır. Kaplar önceleri deve tüyü renkli
zemin üzerine kahverengi boya ile yapılan motiflerle süslenmiştir. Bezeme
öğeleri arasında üçgen dizileri ve özellikle gölge tekniğinde yapılmış su
kuşları ve dağ keçileri dikkat çekicidir. Giderek yüzeyleri beyaz astar üzerine
kırmızı ve siyah boya ile yapılmış motiflerle nakışlandırılmıştır. Kuş sürüleri
ile dağ keçileri bu ikinci stilde de önemli rol oynamaktadır. Bunlar ilk Tunç
Çağı’nın parlak siyah açkılı, elde biçimlendirilmiş ve çoğu kez monoton bir
biçim repertuvarına sahip kap kacaklarından farklı bir dünya görüşünün
yansıması durumundadırlar. Onları daha canlı, hareketli ve dinamik bir dünyanın
temsilcileri olarak nitelemek yanlış olmaz. îlk Tunç Çağı’ndakilerin aksine
kaplar, bir iki istisna dışında, daima kulpsuzdur. Bu durum güncel bir
kullanımdan farklı işlev taşımış olabileceklerine işaret ediyor olabilir.
Günümüzde Türkiye müzeleri ve özel koleksiyonlar bu eserlerle dolup taşmış
durumdadır. Sayıları ancak binlerle ifade edilebilecek olan bu eserler, Doğu
Anadolu yaylalarında özellikle 1970’li yılların ikinci yansı ile 90’lı yıllar
arasında sürüp giden yağmanın ne denli ürkütücü boyutlarda gerçekleştirildiğinin de kanıtıdır. İlk Tunç Çağı’nın koyu siyah ya da kırmızı siyah
alacalı çanak çömleklerini bırakarak kap yüzeylerini boya ve fırça yardımı ile
daha iç açıcı bir görünüme kavuşturma modasına hangi dinamiklerin yol açtığı
konusu açık değildir. Bunun yerel bir gelişimden çok bölgeye dışarıdan gelen
yeni etkiler le açıklanması yolunda genel bir eğilim bulunmaktadır.
Gerçekten de bu yeni dönemde yaygınlaşmaya başlayan uzun
aralı ticaret, özellikle de kalay ticareti, birbirine uzak bölgeler arasındaki
etkileşmeyi hızlandırarak ideoloji, ekonomi ve modalar üzerinde de kimi
etkilerde bulunmuştu. Sistemin batıdaki cazibe merkezi, birbiriyle rekabet
halindeki beylerin paylaşmış olduğu Kaniş, Puruşhanda, Hattuşa, Ankuwa,
Salativar, Karahna gibi zengin kentlerin yurdu Orta Anadolu idi. Bu nedenle
Doğu Anadolu ve Transkafkasya yaylalarında parlayan yeni modanın esin
kaynaklarından biri olması hiç de olanak dışı sayılmamalıdır.
Gümüş Kadehler
Gerek anıtsal mezarlar ve gerekse bu mezarlarda bulunan
eserler Orta Tunç Çağı II ve IIl dönemlerinde Doğu Anadolu’nun doğu kesimi ve
Transkafkasya’da elit bir yönetici sınıf ile hiyerarşik bir toplum yapısının
sivrilip geliştiğine tanıklık etmektedir. Özellikle Güney Gürcistan’da Trialeti
(V ve XVII no’lu) ve Ermenistan’da Karaşamb ve Kirovakan kurganlarında
bulunan gümüş ve altın vazolar, Doğu Anadolu ve Transkafkasya’da gelişmekte
olan yeni düzen ile görkemli yaşantının en güzel belgeleri ve Transkafkasya
Orta Tunç Çağı’nın en dikkat çekici eserleri durumundadır. Bunlardan Trialeti
ve Karaşamb gümüş kadehleri kabartmalarla bezelidir. Her ikisi de silindir
gövdeli ve yüksek ayaklı olan bu kaplardan ilki 11,3 cm. yüksekliğindedir.
Figürler iki friz halinde düzenlenmiştir. Üstte, ellerinde kadeh tutan 22 erkeğin oluşturduğu tören alayı oturan bir tanrı ya da hükümdara yaklaşır. Arkalıksız bir tahtta oturan bu kişi ayaktakilere kıyasla daha büyük olarak betimlenmiştir. Önünde, biri büyük ve üç ayaklı, diğeriyse küçük iki sunak yer alır. Büyük sunağın ön ve arkasında çökmüş durumda iki hayvan görülür. Arkada stilize bir ağaca yer verilmiştir. Frizin odak noktası bu oturan figürde toplanır. Tüm figürler kısa bir tü- nik (manto) ile bunun altına kuyruklu bir etek giymektedir. Alt frizde 9 adet erkek ve dişi geyik birbirini izler.
Oturan bir tanrıya tapma Önasya sanatında çok sık rastlanan bir konudur. Orta Anadolu’da Eski Hitit Dönemi’ne ilişkin kabartmalı kült vazolarında benzer alaylar görülür. Nitekim uçları yukarı kalkık çarık ve kısa tünik ile arkadan sarkan sivri kuyruklu etek Bitik ve İnandık vazolarındakileri ve Norbert Schimmel koleksiyonundaki geyik biçimli gümüş riton üzerindekilerin aynıdır. Buna karşılık en iyi şekilde abartılı büyük burun ve adeta hiç belirtilmemiş çene yapısından anlaşılacağı üzere Eski Hitit Dönemi eserlerine göre daha kaba ve beceriksiz bir taşra işçiliğinin ürünüdür.
Erzurum-Erzincan Ovaları Doğudaki yüksek yaylalarda beliren ve giderek hiyerarşik bir aşiret aristokrasisine dönüşmeye başlayan gelişmeler etkilerini Erzurum ve batısında fazlaca gösterebilmiş değildi. Burası Mezopotamya ve Suriye’den Anadolu’ya doğru uzanan, ticari potansiyeli yüksek doğal yolların uzağındaydı. Avustralyalı bilim insanı Antonio Sagona’nın Erzurum Pasinler arasındaki Sos Höyük’te yürüttüğü kazılar burada kökleri çok eskilere inen, töreye bağlı tutucu köy yaşamının İÖ 1500 yıllarına değin sürüp gittiğini ortaya koymuştur. İÖ 2500 yıllarında doğudan kimi etkiler alarak ölü gömme ve çanak çömlekçilikte Martkopi ve Trialeti’nin erken kurganlarındakilerle karşılaştırılabilecek yeni özellikler kazanmakla birlikte, Kura-Aras kültürü, gelenekleri ve yaşam biçiminde dikkat çekici bir transformasyon olamadı.
ÎÖ 3. binyılın sonları ve 2. binyılın başlarında Sos
Höyük’te cesetleri 2 metre derinlikte kuyular içinde toprağa verme şeklindeki
Trialeti türü gömü geleneği gelişerek devam eder. İçlerinde yuvarlak ocaklar ve
kil sıvalı sedirler bulunan taş temelli dikdörtgen ya da ba sit yuvarlak
planlı konutlar yerleşik yaşamda herhangi bir kesinti olmadığına tanıklık eder.
Gümüş parlaklığındaki siyah açkılı Martkopi türü kap kacak ile İlk Tunç Çağı’mn
parlak siyah açkılı geleneksel malları büyük bir değişim geçirmeden İÖ 2. binyılın
ortalarına değin kullanılır.
Malatya-Elazığ Ovaları
İÖ 3. binyılın sonları ve 2. binyılın başlarında
Transkafkasya ve Doğu Anadolu yüksek yaylalarında ortaya çıkan yeni
gelişmelerden Elazığ-Malatya ovaları hemen hiç etkilenmedi. Bununla birlikte,
başta Malatya’da Arslantepe olmak üzere, Fırat kıyısındaki Köşkerbaba, İmamoğlu
ve Pirot, Altınova’da Değirmen tepe, Han İbrahim Şah ve Aşvan gibi yerleşme
yerleri birer yangın geçirerek yıkılmış, kimileri de en azından eskiye kıyasla
son derecede küçülmüştü. İlk Tunç Çağı III Dönemi sonlarında kendini gösteren
bu yıkım ve bunalımlara karşın Orta Tunç Çağı’nın başlarında (ÎÖ 2000-1800)
Malatya-Elazığ ovalarında geleneksel kültür dış dünyadan çok büyük bir etki
almadan devam etmişti. Yaşam biçimi ve sosyo-ekonomik düzenleri etkileyen geniş
çaplı değişiklikler söz konusu değildi. Bin yılı aşkın bir süredir sevilerek
kullanılan parlak siyah ya da siyah-kırmızı alacalı açkılı kaplar son
bulmakla birlikte çanak çömleklerden bazıları bir önceki dönemdekilerin aynı
dır. Bu sürekliliğin en tipik temsilcisi, yöreye özgü, el yapımı boya bezemeli
kaplardır. Açık bej rengi astar üzerine koyu kırmızı ve mor boya ile yapılmış
bezekler içeren bu kaplarda yüzey, çoğu kez omuz üzerindeki yatay bantlardan
sarkıtılan koşut çizgilerin tüm gövdeyi saracak şekilde düzenlenmesiyle
gerçekleştirilmiştir.
Şevron çeşitlemeleri ile kapların ağız kenarlarına fırça darbeleriyle yapılan eğik hatlar, en sevilen bezeme öğeleridir. Bölgenin batı-güneybatısında yoğun olarak kullanılan bu türde bezemeli çanak çömleklere Altınova’nın doğu ucunda, Palu-Kovancılar yöresi höyüklerinde rastlanmaz. Bunların yanında çarkta biçimlendirilmiş parlak metalik görünümlü kırmızı ve kurşuni siyah renkte bir kap türü daha belirmiştir. Bu gruba giren çanaklar çoğu kez keskin profillidir. Şişkin karınlı iri çömlekler ya da çift konik gövdeli, kimileri yüksek ayaklı vazolar, kabarık silmelerle yapılmış zigzaglar, memecikler ve yatay oluklarla bezenmiştir. Batı uçta Malatya Arslantepe (VA) ile Fırat kıyısındaki Imamoğlu (IV), Imikuşağı (14) ve Şemsiyetepe, Altınova’daki Norşuntepe (V-IV), Tepecik (4-7) ve Korucutepe (G) höyükleri bu dönemin az ya da çok incelenebilmiş yerleşme yerleridir. Orta Anadolu’ya Assurlu tüccarların yerleştiği, Mezopotamya-Suriye ve hatta Iran ve Afganistan gibi uzak ülkelerle örgütlü bir ticaret ağının kurulduğu, Koloni Devri’nin ilk evresinde (Kaniş karum II) bölge gelişmelerin dışında kalmış bir görünümdeydi. Malatya-Elazığ Havzası, Orta Tunç Çağı’nın ilerleyen aşamalarında (OTÇ II, İ.Ö. 1800-1600/500) yöre kültüründe derin etkiler bırakan birtakım etno- kültürel gelişmelere sahne olmaya başladı. Kültepe’deki Kaneş karum Ib evresi ile çağdaş olan bu zamanda ortaya çıkan en çarpıcı gelişme güçlü surlarla çevrili, kale görünümlü yerleşme yerleridir. Altınova’da Korucutepe (H), Malatya’da Arslantepe (VB) ve Imikuşağı (12) höyüklerinde inşa edilmiş olan kaleler, mimari gelenekler açısından Orta Anadolu’dakilerle ilişkilidir. Taş temel üzerine kerpiç bloklarla inşa edilen Korucutepe Surları 5.50 metre kalınlığındadır; üzerinde belirli aralıklarla 8x8 metre boyutlarında kuleler bulunur. Bu sur Hitit başkenti Hattuşa’daki Eski Hitit Dönemi savunma sistemine benzer. Imikuşağı’nın 2.35 metre kalınlığındaki suru, taş temel üzerine kerpiç bloklarla yapılmıştır. Masif teknikte ve testere dişi biçiminde düzenlenen savunma duvarında bol sayıda ahşap hatıl kullanılmıştır. İçine tek ya da daha çok çift kuleli anıtsal bir kapıyla girilir. 9,60x7,80 metre boyutlarındaki yan yana iki magazinden oluşan bu türde kapının tam bir benzeri aynı dönemde Arslantepe’de inşa edilir. Her iki kapının en büyük benzeri, hemen hemen aynı zamanda Orta Anadolu’daki Alişar’da (10T) ortaya çıkarılmıştır. Bu kalelerin içindeki yapılar hakkında hiçbir bilgi yoktur.
Ancak İmikuşağı’nda kullanılan çanak çömleklerin % 95‘ini
“Habur Ware” adı verilen boya bant bezemeli kapların oluşturduğu görülür. Hızlı
dönen çarkta ve yerel atölyelerde üretilen kaplar açık renk zemin üzerine
kırmızı kahve renkli yatay paralel hatlarla dekore edilmiştir. Anavatanı
Toroslar’ın güneyindeki Kuzey Mezopotamya’dadır. Bu yüzden İmikuşağındaki
aşırı yoğun kullanım son derecede ilgi çekicidir. Habur türü kaplara Kuzeybatı
İran’da, Urmiye Gölü’nün güney kıyıları civarındaki Dinklıatepe ve
Hakkâri’den başlayarak kuzeyde Malatya ve kuzeybatı uçta da Kayseri yakınındaki Kültepe’ye değin uzanan geniş bir coğrafyada rastlanır. Bunlar çeşitli
bölgelerin birbiriyle ilişkiye girdiğinin bir kanıtıdır. Bu durum, Fırat’ın Malatya
yöresindeki geçilmeye en elverişli kıyısında bir köprübaşı olarak kurulmuş
bulunan kaleyi, Mezopotamyalı tüccarların ele geçirmiş olabileceğine işaret
eder. Gerçekten de Kültepe’deki Assur Ticaret Kolonileri Çağı çiviyazılı
Assur belgelerinde geçen “Alsana” ve “Supana” adları, Hititlerin “Alzi” ve
“Supa”sı, Urartuların “Supani” ve klasik çağların “Sophene”si ile eşitse;
Koloni Çağı’nın geç evresinde Assur’dan gelen kervan yollarından birinin
Fırat’ı bu noktada aşarak Timilkia (Darende) ve Tegarama (Gürün) üzerinden
Orta Anadolu’ya doğru uzandığı anlaşılır. Bütün bunlar Orta Tunç Çağı II Dönemi’nde Doğu Anadolu’nun batı ucunun Assur Ticaret Kolonileri sistemi ile
ilişkiye geçtiğini ve varsıl yerel bir elitin ortaya çıkmış olduğunu gösterir.
Elazığ-Malatya bölgesindeki Orta Tunç Çağı II Dönemi kalelerinin yapımını
bu yerel elitin üstlenmiş olabileceğini sanıyoruz. Iö 15. yüzyılın Hitit
belgelerinde adı geçmeye başlayan İşuwa Krallığı’nın temeli bu zamanda atılmış olmalıdır.
Malatya-Elazığ Havzası’nda Orta Tunç Çağı II Dönemi’nde
yükselen güçlü kaleler, dönemin sonlarında, belki de ortak bir felakete
uğrayarak, yakılıp yıkılmıştı.
Korucutepe’de bu yangın üzerine kurulmuş olan yerleşme
yerinin tarihi, radyokarbon ölçümlerine göre İÖ 1598±59 yıllarıdır. Hemen hemen
aynı dönemde Orta Anadolu’daki Kültepe ve Acemhöyük sarayları da ağır bir
yangınla son bulmuştu. Assur Ticaret Kolonileri Çağı’na son veren bu yıkım
zincirinin, etkisini Doğu Anadolu’ya değin gösterip göstermediği açık değildir.
Ancak felâketleri izleyen yıllarda Malatya-Elazığ bölgesinde
Hitit kültür etkilerinin, yerel gelenekleri unutturacak biçimde
yoğunlaşmasının bir anlamı olmalıdır.
Hakkari Anadolu'da İÖ 2. binyılın ilk yansında çok sayıda bey ve beyliğin ortaya çıktığı görülür. Bunların en zengin ve tanınmışları, Kızılırmak Havzası'ndaki Kültepe-Kaniş, Hattuşa, Puruşhanda (Acemhöyük) vb. kentlerde yaşıyorlardı. Adlarını hiç duyuramamış-bu eski beylerden kimileri de Hakkâri yöresini yurt tutmuştu. Onlar görkemli saraylar yerine süslü çadırları kullanıyor, yaylaklar ve kışlaklar arasında göçebe bir yaşam sürdürüyorlardı. Parlak geçmişlerinin ilk izlerine 1998 yılı temmuzunda kent merkezindeki kalenin kuzeydoğu eteklerinde rastlandı. Bunlar dik bir kaya yüzeyinin önüne yerleştirilmiş, özgün konumlarını hâlâ koruyan 13 adet steldi (dikilitaş). Sırtları kayalığa gelecek şekilde yan yana ve kısmen de arka arkaya dizilmişlerdi. Zamanla yukarıdaki kayalıktan akıp gelen toprağın altında kalmışlar ve basıncın etkisiyle hep birlikte yanâ ve öne doğru eğilmişlerdi. Yöresel taşlardan oyuian bu stellerin yükseklikleri 0,70 ile 3,10 metre arasında değişir. Yalnızca ön yüzleri düzgündür. Bu düzgün yüzlerde kimileri kabartma, kimileri de çizgi tekniğinde işlenmiş insan figürlerine yer verilmiştir. Hiç yazı olmamakla birlikte taşlar adeta bir tarih kitabı özelliğindedir. Ana konu cepheden bir insan bedeninin üst kısmıdır. Bacaklar gösterilmemiştir. Çoğu tombul, kimileri de ince uzun yüzlü figürlerin çok belirgin bir burunları ile burun üzerinde birleşen kaşları ve dar bir alınları vardır. Kabartma tekniğinde yapılan örneklerde yuvarlak göz çukurluklarına kakma olarak beyaz renkli taşlar yerleştirilmişti. 11'i erkeklere, 2 si de kadınlara ait stellerde, erkekler silahlarıyla birlikte betimlenmiştir. Bellerindeki enli kemerlerlere hançerler asılıdır. Belden aşağı kısımları çıplaktır. Burada erkeklik organını koruyan bir suspansuar düzeni bulunmaktadır. Kabartmalardaki en dikkat çekici özellik iki elle sıkı sıkıya tutulan merkezi konumlu içki kabıdır. Deriden bir tulum görünümündeki bu kap giderek üsluplaşarak sonuçta yalnızca sağ el baş parmağı ile işaret parmağı arasına yerleştirilmiş küçük bir çukurluğa dönüşür. Bu stilistik gelişim farklı ustalarca ve farklı zamanlarda yapılmış olduklarının açık bir ifadesidir. Bu kabın simgesel açıdan taşıdığı büyük önem, gençlik ve güçlülüğü vurgulanmak istenen savaşçının tüm kahramanlıkları ile silah ve süslerinden çok daha ön plana alınmasıyla ifade edilmiştir. Taşların yüzeyinde kalan boş alanlar, küçük genç insan figürleriyle leopar, dağ keçisi, geyik ve yılan gibi yabanıl hayvanlarla doludur. Gerek duruşları, gerekse başlıklarıyla gençlerin soylular sınıfından oldukları açıktır. Hayvan betimleri ise yörenin o zamanki zengin faunası ile savaşçıların ava ne denli düşkün olduklarının birer göstergesidir. Çadırlar steller üzerinde betimlenmiş en çarpıcı nesnelerdendir. Penceremsi küçük açıklıkları bulunan bu süslü çadırlar, kubbemsi bir çatı konstrüksiyonuna sahiptir. Bu tür, Yakındoğu'da kullanılanlardan farklıdır ve daha çok Asya bozkırlarının "topak ev" denen kubbeli yurt tipi çadırlarını anımsatır. 13 stelden ikisi farklı özellikleriyle ötekilerden ayrılır. Tamamen çizgi tekniğinde kazılmış bu iki taş üzerinde cinsiyetleri belirtilmeyen silahsız figürler yer alır. Bunlardan biri serinin en uzun örneğidir ve 3,10 metre yüksekliğindedir. Boynunda sallantılı bir gerdanlık taşıyan figürün başı açıktır. Uzun saçları birkaç sıra halinde ifade edilmiştir. İnce kollar ve parmakları açık eller bel üzerinde durur. Etek ucu yan yana sıralı üçgenlerden bir bordürle süslüdür. Kısmen kırık olan öteki stelde ise figürün sağ eli çeneye dokundurulmuştur. Bu iki stelin kadınları ifade ettiği düşünülebilir. Hakkâri stelleri belirli bir program çerçevesinde ve yerli ustalarca yapılmıştı, ufak tefek değişikliklerle bu program baştan sona geçerliliğini sürdürmüştü. Temel olarak anlatılmak istenen şey, çadırlarda yaşayan, av ve savaştan hoşlanan kimi genç ve dinamik kişilerin güç ve başarılandır. Bunlar bu coğrafyada etkili bir göçebe, yarı göçebe hanedana ait gibidir. Bu göçebe, yarı göçebelerin bozkır gelenekleri yanında, hançer, balta ve topuz gibi silahları Kuzeybatı Iran, Anadolu ve Kuzey Mezopotamya ile ilişkiler kurduklarını gösterir. ... Stellerde canlandırdıklarını
düşündüğümüz Hakkâri beyleri kimlerdi, hangi etnik kökene dayanırlar ya da
güçlerinin arkasında hangi dinamikler yatmaktadır gibi soruları yanıtlamak pek
kolay değildir. Ancak İÖ 2. binyılın ilk yarısına ilişkin eski Assur ve eski
Babil çivi yazılı belgelerine göre bu engebeli yöre Hurri kökenli çok sayıda
dağ kavmi arasında paylaşılmıştı. Zagroslar üzerinde yaşayan bu dağlı
halklardan en tanınmışları Gutiler, Hurriler ve Turukkular’dı. Zaman zaman
Mezopotamya düzlüklerine inerek terör estirten ve yağmalarda bulunan bu kavimler
hakkında fazla bilgi yoktur. Ancak bunlardan bazılarının maden ve özellikle de
kalay ticareti ile bir ilişkileri bulunduğu bilinmektedir. Kuzey Irak'ta, Küçük
Zap tarafından sulanan Hanya Ovası'ndaki Teli Şimşara'da (eski Şuşşara) bulunmuş
ve bölge valisi Kuvvari'ye yazılmış Assurca mektuplar bu ticaretin kanıtlarım
oluşturur. Mektupların bir kısmı Assurlular’ın kalay taleplerine ilişkindir. Hakkâri stelleri sanatsal yönden, ekonomisi yalnızca göçebe hayvancılığa dayanan halkların gücünü çok aşan üstün özelliklere sahiptir. Stellerin belirgin bir taş oyma, işleme geleneğine sahip yetkin sanatçıların elinden çıktıkları gayet belirgindir. Bunları yaptırtan iradenin güç kaynağını hayvancılığın dışında aramak gerekir. Biz bu noktada maden ticaretini görmek istiyoruz. Gerçekten de figürlerin elleri altında tuttukları bazı nesnelerin ayar damgalı maden külçeleri olması mümkündür. Eğer böyleyse, söz konusu iradenin gücünü, kuzeydeki yüksek yayladan Mezopotamya'ya doğru gerçekleştirdiği maden sevkiyatından ya da bu sevkiyatın denetiminden almış olduğu anlaşılır. Hakkâri beyleri, Güney Hazar yöresine özgü hançerleri, Kuzey Mezopotamya, Kuzey Suriye ve Orta Anadolu’ya özgü baltalarıyla kuzey ve güneydeki bu bölgeler arasında adeta bir köprü oluşturduklarını ifade eder gibidirler. Son olarak, taşlan yaptırtan kimseler hakkında şimdilik fazla bir şey bilinmese de, görünen odur ki steller Yakındoğu düşünce ve anlayışına son derecede yabancı insanların eseridir. Bu taşlarda ortaya çıkan iradenin kökeninde güneyin gelişmiş tarımcı anlayışından çok kuzeyin göçebe, bozkır dünya görüşü egemendir. Yaylalarda Yükselen Uygarlık, Doğu Anadolu Orta ve Son Tunç Çağı,
Prof. Dr.Veli Sevin, Aktüel Arkeoloji, sayı 3, 2004 |
Doğu Anadolu'da Hitit Damgası
Elazığ-Malatya bölgesi Orta Tunç Çağı II Dönemi kalelerinin
yakılıp yıkılışı sonrasında bölge yepyeni bir kültürün etkisi altına girmeye
başladı ve sonuçta İlk Tunç Çağı’ndan beri, kısmen de olsa hâlâ sürüp giden
geleneksel karakterini tümüyle yitirdi. Etkilerin geliş yönü Orta Anadolu idi.
Bu zamanda Hitit Devleti başkent Hattuşa (Boğazköy) olarak kurulmuş ve giderek
yerel beyleri bir bir sindirerek Orta Anadolu’yu tek bir devletin çatısı altına
sokmaya başlamıştı. Bu devletin ilk kralı I. Hattuşili, yazıtlarında kendini
Fırat’ı geçen ilk hükümdar olarak övgüyle anıyor, Hitit orduları Kuzey
Suriye’yi ele geçirmeye başlıyordu. Onu izleyen I.Murşili ise güneyde Babil’e
değin inme cesaretini kendinde buluyordu. Yıkımdan biraz sonra kurulan yeni
Imikuşağı (10) Kalesi, eskinin Mezopotamya-Suriye ağırlıklı görünümünü
yitirmiş, tümüyle Hititli bir karaktere bürünmüştü. Materyal kültürdeki bu
gelişme Arslantepe (VA), Tepecik (3b) ve Korucutepe (I)’de de hemen hemen aynı
çizgiyi izlemekteydi. Buna göre Fırat’ı aşan güç Hitit ordularıydı ve Malatya
Elazığ yöresindeki yıkımları da onlar yapmış olmalıydı.
Malatya Elazığ bölgesinde I. Hattuşili ile
filizlenen Hitit egemenliğinin, bunu izleyen yüzyıllardaki gelişimi iyi bilinmez. Bu
zamanda Doğu Anadolu’nun batı ucu siyasal açıdan önem kazanmaya başlamıştı.
Bunda Toroslar’ın gerisindeki düzlüklerde ÎÖ 1500 yıllarından
itibaren büyük bir siyasal güç haline gelmeye başlayan, genellikle Hurri, biraz
da Îndo-Ari kökenli grupların oluşturduğu Mitanni Devleti’nin rolü vardı.
Bölge çiviyazılı Hitit belgelerinde Işuwa adıyla anılmaya
başlamıştı. Böylelikle şimdiye değin yalnızca materyal kültür kalmalarına göre
izlenebilen yöresel tarih, yazılı belgeler yardımıyla daha iyi incelenebilir
duruma gelmişti. Mitannilerin yükselişi Işuwalılar ve hatta tüm Doğu
Anadolu halklarının Hitit karşıtı bir tavır takınmasına yol açmış,
Malatya-Elazığ ovaları Mitanni ile Hitit devletleri arasında bir çekişme alanı
haline dönüşmüştü. Mitanni Kralı Tuşratta ile birleşerek güç kazanan
İşuwa, Hititlere karşı ayaklanmış, batıya bugün Gürün ile eşitlenen Tegarama’ya
doğru yayılma girişimlerinde bulunmuştu. Kuzeyde Erzurum’un doğusundan
Gürcistan’a değin uzanan bölgede yaşayan Azzi-Hayaşalılar, Anadolu’nun
kuzeydoğusunu ele geçirip Fırat kıyısındaki kutsal kent Şamuha’ya kadar
inmişlerdi. Ancak bu bölgelerde yaklaşık 200 yıldan beri hak sahibi olan
Hitit Devleti gelişmelere seyirci kalmadı. İÖ 1380 yılında Hitit tahtına çıkan
I. Şuppiluliuma, Mitanni Krallığı’na karşı seferler düzenleyerek Doğu Anadolu
üzerindeki haklarını korumaya çalıştı. Malatya-Elazığ ve Ergani-Maden geçidi
yoluyla gerçekleştirilen bu askeri harekât sırasında bir yandan îşuvva
ayaklanması bastırıldı, bir yandan da güneyde Mardin civarında yer alan, yeri
bilinmeyen Mitanni başkenti Wassukkamu (yeri bilinmiyor) önlerine uzanıldı.
Ciddi bir direnişle karşılaşılmadan Karkamış ve Asi Irmağı ağzındaki AIukiş
ülkesine değin yayılan bu büyük harekatta Hititlere, Güneydoğu Toroslar
üzerinde, Ergani, Aladen ve Lice-Kulp üçgeni yörelerinde egemen olan Alşe
(Alzi) ülkesi kralı Antaratli yardımda bulundu. Hitit kralı bu yardımı, yine
bu yörede olduğu anlaşılan Kutmar kentini armağan olarak vererek karşılıksız
bırakmadı. Buna karşılık kuzeydoğu uçtaki Azzi-Hayaşa ülkesinde huzursuzluklar sürdü gitti. I. Şuppiluliuma ve Azzi Beyi Huqqana arasında bir
antlaşma yapıldıysa da, aşiret düzeni ve gerila taktikleri Hititlerin bu
ülkede kalıcı bir egemenlik kurmasını engelliyordu. Hitit belgeleri bir göl
içindeki kayalık üzerinde kurulmuş Aripsa ile Tlalimana, Tukama, Ura ve
Kumaha gibi kentlerinin varlığından söz etmekle birlikte, Azzi-Hayaşa
ülkesinin Doğu Anadolu coğrafyasındaki tam yerini saptamak bile oldukça
güçtür, isim benzerliğinden yola çıkılarak Kumaha’nm bugünkü Kemah ile
eşitliği benimsenir.
İşuwa Krallığı
Doğu Anadolu’nun irili ufaklı beylikler ve aşiretler
arasında paylaşıldığı, Hitit etkisinin giderek yayıldığı İ.Ö.14. yüzyılda Elazığ
yöresi yerli Işuwa Krallığı’nın denetimine bırakılmıştı. Başkenti de îşuwa adını
taşıyan bu krallığın adı bilinen ilk hükümdarı IÖ 13. yüzyılın ortalarında
yaşayan Ari-Şarrumma’dır. Onu oğlu Ehli- Şarrumma izlemiştir.
Bu sülale hakkında bilinenler 1968 ve 1969 yıllarında Altınova’daki
Korucutepe’de bulunan 15 adet kil mühür baskısı (bulle) sayesinde artmıştır.
Hurrice adlar taşıyan Işuwa kralları mühürlerinde “ülkenin egemeni” unvanını
kullanıyorlardı. Bunlardan biri Kral Ari-Şarrumma ile Hititli eşi Kraliçe Kiluş-Hepa’ya
aitti. Hitit İmparatorluğu’na bağlı olan bu hanedana, Hititler’in son güçlü
hükümdarı IV. Tuthaliya (İÖ 1250-1220) son verdi.
Bölgenin siyasal yönden kayıtsız koşulsuz Hitit denetimi
altına alındığı bu dönemde, Malatya’da Arslantepe (IV), îmikuşağı (8-7),
Elazığ-Altınova’da Tepecik (3 a, 2 b-a), Norşuntepe (III) ve Korucu tepe (J) de
pek çok yönüyle Hititli bir görünüm kazanmıştı. Hitit kültür etkileri, doğuda
Palu-Kovancılar civarına kadar yayılmıştı.
Son Tunç Çağı'nda Van Gölü Havzası
Pastoral yönü ağır basan Orta Tunç Çağı kültürü, Van Gölü
Havzası ve Transkafkasya’da İ.Ö 2 binler ve hatta biraz öncesinden başlayarak IÖ
14. yüzyıla değin sürüp gitti. Bu tarihten sonra da yerini yavaş yavaş daha
farklı bir toplumsal örgütlenme modeli ve kültüre bırakmaya başladı. Son Tunç
Çağı-llk Demir Çağı denilebilecek bu evrede pastoralizm hâlâ yaygın bir geçim
tarzı olarak önemini korurken; eskinin göçebe aşiret örgütlenmesinden daha
ileri bir siyasal ve sosyal yapılanmaya doğru adımlar atılmış ve yer seçimi
ilkeleri değişmişti. Yaylaklar ve kışlaklar arasındaki uzaklığın fazla olmadığı
anlaşılan bu dönemde zenginlik ve mal varlığı arttıkça sabit ve korunmalı bir
noktaya olan gereksinim de giderek artmıştı. Muş, Bitlis, Van, Ağrı illerine
dağılmış, taştan surlarla çevrili şato görünümlü kaleler bu gereksinimin bir
sonucu olmalıydı Assur krallarının bildirdiğine göre ÎÖ 13-11. yüzyıllarda Van
Gölü Havzası Hinime, Uatcjun, Masgun, Sahra, Halila, Luha, Nilipahri ve
Zingun adlarını taşıyan 8 büyük aşiret arasında paylaşılmıştı. Assurlular bu
aşiretlere topluca “Uniatru” adını veriyorlardı. Gölün güney ve batısındaki,
bugün Muş, Bitlis, Bingöl, Siirt ve Hakkâri gibi illere dağılan dağlık bölge
ise “Nairi Ülkeleri” adı altında 60 kadar beyin yönetimi altındaydı.
Toplumsal örgütlenmenin giderek gelişmesi ve yerleşik yaşama
doğru atılan hızlı adımlar materyal kültür de de değişime neden olmuştu. Van
Gölü Havzası’nda Ünseli Evditepe, Aliler Kalesi, Dilkaya, Karagündüz ve
Yoncatepe’de yapılan kazı ve araştırmalar, bu çağın kültürü ve inanış biçimi
üzerine bilgiler sağlamıştır. Buna göre ÎÖ 2. binyılın ikinci yarısı içinde, en
başta mezar biçimleri ve ölü gömme adetleri değişikliğe uğramıştı.
Eskinin kurgan türü anıtları yerini oda biçimli mezarlara
bırakmıştı. Bu odalara belirli bir zaman süresi içinde erkekli kadınlı 100
kadar insan gömülmüştü. Boya ile nakışlı çanak çömleklerin yerini tek renkli
yeni türler almıştı. En dikkat çekici değişim ise insan yaşamına demirin
girmeye başlamasıydı. Doğu Anadolu ve Trans-kafkasya’da bu konudaki ilk
adımlar Van Gölü Havzasının doğu yakasında atılmıştı. Toplumların
biçimlenmesinde çok etkin olan demirin kullanımıyla yeni bir çağ, Demir Çağı
başlıyordu. Urartu Devleti’nin kuruluşuyla doruk noktasına ulaşacak bu süreç,
İÖ 2. binyılın son yüzyılları ile 1. binyılın başları arasındaki birkaç yüzyıl
içinde tamamlanmış.görünür. Geleceğin parlak Urartu Devleti’ne yol açan
temeller bu zamanda atılmaya başlamış gibidir.
Yaylalarda Yükselen Uygarlık, Doğu Anadolu Orta ve Son Tunç Çağı, Prof. Dr.Veli Sevin, Aktüel Arkeoloji, sayı 3, 2004
Kaynaklar
Yaylalarda Yükselen Uygarlık, Doğu Anadolu Orta ve Son Tunç Çağı, Prof. Dr.Veli Sevin, Aktüel Arkeoloji, sayı 3, 2004
Yeni Bulgular Işığında Kuzeydoğu Anadolu, Prof.Dr.Alpaslan Ceylan, Aktüel Arkeoloji
Doğu Anadolu Erken Tunç Çağ Kültürü, Serap Yaylalı, Doğudan Yükselen Işık Arkeoloji Yazıları, Erzurum Üniversitesi, 2007
Dağlık Doğu Anadolu Yaylasının Erken Halkları, Mehmet Işıklı,Aktüel Arkeoloji, Sayı 64, 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder