I.Ahmed


Anadolu'daki büyük isyanlar, kırsal refahın ve tarıma dayalı bir imparatorluğun esenliği için hayati öneme sahip görece barışın sona erişinin habercisiydi. Celali İsyanları adı verilen bu ayaklanmalar 1603-1610 arasındaki "Büyük Kaçgun"la sonuçlandı. Hem soyguncular hem de eşkıyaya karşı savaşan askerler tarafından sürülen köylüler Anadolu ovalarını büyük ölçüde terk etti. Valilerin kumanda ettiği, eşkıyayla savaşacak milisler çoğunlukla tam da bu asi çeteleri oluşturan genç Müslüman erkekler arasından, toplanıyordu. Bir levendin veya sekbanın köy hayatına geri dönmesi zorken, asilikten milisliğe (ve tekrar asiliğe) geçmek kolaydı. Elde taşınabilen ateşli silahların yaygınlaşması sipahileri bir savaş gücü olarak büyük ölçüde gereksiz kılmıştı, dolayısıyla bu genç eski köylüler artık asker olarak istihdam edilebilirdi.

Asker sınıfındaki bu dönüşüm devlet elitinin bileşiminde ciddi sonuçlar doğurdu. Erken dönem Osmanlı tarihinin ayrıcalıklı aileleri olan taşra tımar sahiplerinin yüksek makamlara gelmeleri elbette engellenmiyordu; ancak eski itibarları görece azalmıştı. 1500'lerin sonlarından itibaren valilik görevi sarayda veya yeniçeri ocağında hizmet etmiş, kapıkulu sınıfından gelenlere verilmeye başlandı. Biraz da paradoksal olarak, yeniçeri ve saray görevlisi seçiminde devşirme sistemi önemini büyük ölçüde kaybetti. Gitgide daha fazla "dıştan" yedeklenen merkezi orduya artık kapıkulu oğulları da girebiliyordu. Bu daimi ordunun büyüklüğü 1574'te 29.000 kişiyken 1609'da hızla 76.000 kişiye yükselmişti. Bundan sonra da az çok sabit kaldı; 1670'te kayıtlı 70.000 kişi vardı. Böylece kapıkulları ve özellikle yeniçeriler imparatorluğun başlıca siyasi güçlerinden biri haline geldi; ancak kapıkulu süvarileri, yeniçerilerle çoğu zaman şiddetli bir rekabete giriyordu. Vilayetlerdeki kapıkulu askerleri çoğu kez yerelleşti, taşra düzeyinde güç sahibi oldular. Cezayir' de ve başka yerlerde yerel siyasi yapılara egemen olurken, Şam'da yerel yeniçerilerle İstanbul'dan gönderilen birlikler arasındaki çatışmalar durmak bilmedi.

Celali isyanları

16. yüzyılın son, 17. yüzyılın ilk yıllarına doğru askeri isyanlar çok sıklaştı; Osmanlı devletinin üst makamlarındaki görevliler gündelik kararları alırken ayaklanma olasılığını hesaba katmak zorundaydılar.

Askeri isyanın bir başka boyutu daha vardı. Dönemin Osmanlı padişahları hem İran hem de Habsburg cephelerinde bir dizi uzun savaşla meşguldü. Üstelik daha önceki yüzyıllarda Osmanlı ordusunun belkemiğini oluşturan timarlı sipahiler, ateşli silahların yaygınlaşmasıyla giderek saf dışı kalmaktaydılar. Dolayısıyla hem orduda geniş çaplı bir yeniden örgütlenme gerekli hale gelmiş, hem de 17. yüzyılda hala yapılabilen sınırlı fütuhat artık savaşları karlı kılmaya yetmez olmuş, tam tersine, savaşlar giderek Osmanlı devlet hazinesini tüketir hale gelmişti.

Bu koşullar altında, Osmanlı hazinesi taşrada konuşlanmış silahlı kuvvetlere yapılan harcamaları azaltmaya çalıştı ve kendi askeri maiyetlerini temin ve teçhiz edip paralarını ödemesi beklenen valilerin sayısı giderek arttı.

İşverenleri azledildiğinde bu paralı askerler de işlerini kaybediyor, beylerbeylerinin görevde kalma süreleri de genellikle kısa oluyordu. Sonuç olarak Anadolu kırsalında kapılanacak yer arayan, bu arada da köylülerin sırtından geçinen oldukça fazla sayıda silahlı çete at koşturur oldu. Aynı zamanda, beylerbeyleri de, iktidarlarını sürdürmek için muhtaç oldukları bu sekbanların parasını ödeyebilmek için görevde bulundukları süre içinde kasalarını doldurmak zorunda kaldılar. Bunu da genellikle kırsal alanı dolaşıp reayaya türlü çeşitli salmalar salarak gerçekleştiriyorlardı. Yaygın olan bu uygulamalar resmen onaylanmıyor, hatta dönemin padişahları tarafından şiddetle kınanıyordu. III. Murad hazinenin vergi kaynaklarını güvence altına almak için umutsuzca bir çıkış yaparak, reayanın valileri ve adamlarını köylerine sokmamasına bile ızın verdi.4 Ancak bu yasaklamalar beylerbeylerinin para gereksinmesini ortadan kaldırmadığından, reayanın korunmasına ilişkin padişah fermanlarının uygulanmasını sağlamak genellikle zor oldu.

Bunlara ek olarak, kendi besledikleri silahlı bir maiyetin varlığı beylerbeylerine isyan edebilme imkanı veriyordu. Sadece timarlı sipahilere komuta ettikleri dönemlerde, timarlı sipahilerin tayini üzerindeki denetimleri sınırlı olduğundan, bu seçenek o kadar belirgin değildi. Bazı hallerde, isyan inisiyatifinin beyin, yollara düşüp kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalmaktan korkan paralı askerlerinden geldiği bile oluyordu. Bu isyanların çoğu Osmanlı ya azledilmiş bir beyin görevine geri getirilmesini sağlamayı hedefliyor ya da, bir beyin daha itibarlı bir makama terfi ettirilme talebi neticesinde çıkıyordu. Ancak, en azından, 1607'de kuzey Suriye odaklı bir isyan çıkaran Canbuladoğlu Ali Paşa çok daha ileri giderek kendi devletini kurmayı planlamıştı.

Canbuladoğlu olayında Floransa arşivlerindeki belgeler Paşa'nın hedeflerini ortaya koymaktadır. Ali Paşa, Floransalılara politik destek sağlamaları karşılığında çok geniş ticari imtiyazlar vermeyi tasarlamıştı. Bu dönemin bazı başka önderleri de buna benzer planlar yapmış olabilirler, fakat bu konuyla ilgili bilgilerimiz gerçekten de sınırlıdır.

Osmanlı beylerbeylerinin hizmetindeki paralı askerler, genellikle köylerini terk etmiş köy kökenli kişilerdi. Geçmişte, nüfus artışının yarattığı baskıyla reayanın topraklarını bırakıp levend gruplarına katılmaya itildiği ileri sürülmüşse de, yeni araştırmacıların çoğu bu varsayıma karşı çıkmaktadır.

Durum genel olarak tartıldığında, Anadolu'nun bütününde nüfus baskısına dayalı açıklamaları inandırıcı kılacak kadar nüfus bulunmuş olması pek muhtemel gözükmemektedir. Tabii belirli bazı bölgelerde durum farklı olmuş olabilir. Anadolu'nun genel nüfusu 16. yüzyıl sürecinde meydana gelen önemli artışa karşın, tarımsal nüfus fazlası olduğuna ilişkin belirtilerin önemli ölçekte ortaya çıkmasına neden olacak yoğunlukta değildi. Bugün görünen o ki, dışarıda paralı asker ya da kent üreticileri olarak istihdam fırsatlarının yarattığı "çekim" gücü, köyden göçün teşvikinde kırsal alanın kalabalıklaşmış olmasının "itme" gücünden daha önemli bir rol oynamaktaydı. Ancak köylerin, taşra idarecilerinin cebri salmaları ile aşırı vergilere tabi tutulduğu koşullarda, kırsal alandaki güvensiz ortam da kendi payına dikkate değer bir itiş faktörü oluşturmuş olmalıdır.

Anadolu kırsalındaki huzursuzluk bir dereceye kadar, büyük çoğunluğu Müslüman olan vergi mükellefi köylüler (ya da hem Müslüman hem de Hıristiyanların dönemin kaynaklarında adlandırıldığı şekliyle reaya) ile vergiden muaf askeri sınıf arasındaki çatışma şekline bürünmüştü. Sultanın kölesi sayılan askerler ve komutanlarına kul denir ve bunlar Osmanlı merkezi idaresinin hizmetindeki askerinin bir bölümünü oluştururlardı. 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı devlet görevlileri reaya ile idarenin bütün askeri ve sivil mensupları arasında katı bir ayrım bulunmasını devlet aygıtının düzgün işlemesinin vazgeçilmez bir koşulu sayıyorlardı. Fiiliyatta durum tam böyle olmasa da, ideali ve reayaya hiç bir şekilde askerliğe geçme imkanının tanınmaması ve silahsızlandırılması idi. 16. yüzyıldan itibaren, Osmanlı merkezi idaresi köylülerden ve hatta Rumeli'nin fethinde büyük rol oynamış olan göçer savaşçılardan oluşan askeri birlikleri ya "yavaş yavaş devreden çıkardı" ya da ordunun yedek kolları konumuna indirdi. Bu politikaların her zaman katı bir şekilde uygulanmadığı söylenmiştir. Fakat uygulandıkları kadarıyla da, imparatorluğun Müslüman reayasına verilen askeriye yükselme fırsatı yok denecek kadar azdır.

Öte yandan önce Osmanlı-Habsburg savaşı sırasında merkezi hükümet tarafından, daha sonra da beylerbeyleri tarafından toplanan askeri ve paramiliter (sekban, sarıca) gruplar büyük oranda Müslüman köylülerden oluşmuş, onlar da böylelikle askeri kariyere girme fırsatı elde etmişlerdi. Dolayısıyla, Celali isyanları, Müslüman Anadolu reayasından askerlerin, o zamana kadar sadece kullara tahsis edilmiş kimi ayrıcalıkları kazanmak için giriştikleri bir mücadele olarak görülebilir. Eski reayadan oluşmuş askeri gruplar 17. yüzyıl siyasal yapısının kabul edilmiş bir unsuru halini aldığına göre, bu "yeni tarz" askerler bir dereceye kadar başarılı da olmuşlardır. Aynı zamanda da, bu reaya kökenli askerlerin itibar ve ücretleri her zaman ordu ocakları mensuplarınınkinden çok daha düşüktü; üstelik kendilerini istihdam eden kişinin hizmetlerine ihtiyacı kalmayınca işten de çıkarılıyorlardı. Bu seçkin olmayan askerler zümresinin iş güvencesi ve ücret artışı talepleri 17. yüzyılda oldukça fazla sayıda ayaklanmaya neden oldu. 

İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Cilt II,  SURAIYA FAROQHI

Kapıkulu ile yerel zanaatkarlar o denli iç içe geçmişti ki, 17. yüzyılda onları birbirlerinden ayırmak imkansızlaştı. Sonuç olarak, başkentin siyasi elitine 1603’ten sonra saraylı ve yeniçeri hizipleri hakim oldu, bunlara kendi himaye ağlarını oluşturan ulema da katıldı. Vilayetlerde yörenin nüfuzlu bir kişisi ile onun kurduğu hamimahmi ilişkileri ağına dayalı siyasi hanelerin yükseldiği görüldü. Daha önce tımarlı sipahilerin sunduğu güvenlik ve yönetimin büyük bir bölümünü bu haneler sağlıyordu. Bu tür hanelerin ayan denen reisleri genellikle yerel veya bölgesel düzeyde nüfuzluyken, aralarında Köprülü ailesinin de bulunduğu bazıları en yüksek makamlara çıkıp Osmanlı siyasetinin belli başlı oyuncuları oldular.

Eskiden, yalnız örfî kanûn konusu olan sorunlar, ondan sonra gittikçe daha çok istiftâ (fetvâ alma) konusu olmaya başladı. 16. yüzyıl sonundaki bunalım döneminin sonucunda, I. Ahmed devrinde toplanıp düzenlenen Kanûnnâme-i Cedîd, daha çok fetvâlarla dolu bir dergi halini almıştır.  (Fâtih ve Kanunî kanûnnâmelerinde bir tek fetvâya rastlanmaz). Bu şerîatçılık yönetimi, bürokratların yeni durumlar karşısında serbest çalışmasını kısıtladı ve Sünnî tutuculuğu güçlendirdi. 1617-1632 döneminde, yeniçerilerin ayaklanmaları ve haremle (Kösem Sultan) işbirliği yaparak zorbalıkla hükümet otoritesini kontrolleri altına almaları, özellikle mâlî kargaşa ile ilgilidir. Devleti Aliye, Halil İnalcık

1603’te Safevilerle çatışmalar, başı zaten Celali İsyanları ve Habsburglarla yapılan "Uzun Savaş" yüzünden dertte olan Osmanlı yönetiminin sorunlarını artırdı. Savaş 1606'daki Zitvatorok [Zsitva Törok] Antlaşması'yla sona erdi. Bu antlaşma, tarihyazımı açısından sorunlar oluşturmaya devam eden diplomatik bir uzlaşmadır. İki imparatorluk arasındaki sınırı mevcut statüye göre (daha kesin tanımlamadan) belirlemesine rağmen, bu barış iki hükümdarın birbirine göre statüsünü açıklığa kavuşturmadığı gibi, Erdel'deki egemenliğin yapısını ve sınırlarını da ayrıntılı biçimde ortaya koymamıştı. Buna karşılık, bu uzlaşma uzun süren Osmanlı-Habsburg ihtilafındaki en başarılı antlaşma olarak görülebilir; zira "Uzun Savaş"ı sona erdirmiş ve l663'e kadar süren bir barış sağlamıştı. Demek ki Osmanlılar da kriz zamanlarında "zararın neresinden dönülse kardır" diyerek diplomasiyi Habsburglar kadar ustaca kullanıyorlardı.

Böylece l639'a kadar Osmanlıları meşgul eden esas askeri olay Safevilerle tekrarlanan savaşlardır (1603-1612, 1615-1618, 1623-1639).

Şah 1. Abbas (h. 1587-1629) "gulam" adı verilen askeri birlikleri kurmuştu. Bunlar kısmen Osmanlı yeniçerilerini örnek alan ve Safevi devletinde Türkmen Kızılbaş birliklerinin askeri ve siyasi nüfuzunun önüne geçmek için kurulan piyade birlikleriydi Şah Abbas 1590'da Osmanlılara kaptırılan Kafkas bölgelerini tekrar ele geçirdikten sonra 1624'te Bağdat'ı zaptedip bir Şii şehri haline getirdi.

 Christoph K.Neumann, Siyasi ve Diplomatik Gelşmeler. Cambridge Türkiye Tarihi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder