Aşağıda Osmanlı ekonomisinin genel yapısını ortaya koyan bazı alıntılar paylaşıyorum. Osmanlı siyasi tarihini, dönem ekonomisinin gerçekliği bağlamında değerlendirmek doğru olacaktır. Ekonomiyi görmezden gelen siyasi tarih okumalarının, anlama çabamızı eksik bırakacağını biliyoruz. Metinde yer alan tablo ve şemalar birer düşünme aracı olarak değerlendirilirse, siyasi ve sosyal tarihin yorumu daha sağlıklı olur düşüncesindeyim.
Tanzimat dönemine kadar giderek değişen yapıda olsa da, Klasik dönemde Osmanlı maliye sisteminin esasının Tımar’a dayalı olduğu söylenebilir. Bu sistem 17.yüzyılın başından itibaren etkisini yitirmeye başlamıştır. Özellikle savaş teknolojisindeki gelişmeler sipahilerin rolünü azaltmış, bu da toprak sistemine bağlı askerlik teşkilatının yeniden ele alınmasını gerektirmiştir.
19.yüzyılda bütün batı Avrupa'ya yayılan sanayi devrimi, küresel sonuçları bakımından Osmanlı ekonomik sistemini de etkilemiştir. İkinci sayfada bu değişimin yansımalarını ana hatlarıyla göreceğiz.
Not: 1. Son yıllarda yapılan mikro tarih çalışmaları, yerleşik görüşleri etkilemektedir. İki sayfada özetle dikkat çektiğimiz konuların "yanlışlanana kadar doğru olduğunu" dikkate almalıyız.
2. Burada yer alan tablolar ve özet bilgi kutularındaki içeriğin Osmanlı Devleti'nin tarihi sürecinde olgunlaşan yapılardan derlendiğini belirtmeliyim. ( Erken dönem için yeterli yazılı belge olmadığı bilinmektedir.) İlk sayfada 18.yy. sonuna kadar olan , ikinci sayfada 19.yy. ve İmparatorluğun sonuna kadar olan dönemler gösterilmeye çalışılmıştır.
3. Tüm dönemi görmek açısından aşağıdaki tablo yardımcı olabilir.
B.Berksan
Klasik dönem merkez maliyesi
Merkez mâliyesi aslında tımar sisteminin içinde yer alan ve padişah hâsları olarak adlandırılan ve çoğu mukâtaalardan ( Devlete ait bir arazi veya vâridâtın (gelirin) bir bedel karşılığında kiraya verilmesi veya geçici olarak devredilmesidir.) oluşan gelir kaynaklarını içermektedir. Bu da Osmanlı maliye teşkilatının esasının, teorik olarak, tımar olduğunu vurgulamaktadır.
Başdefterdarın zaman içinde değişen sayıda yardımcıları vardı. Başdefterdar olan Rumeli birinci defterdarı sadrazama karşı sorumluydu. Başdefterdar mâlî yargının ve hazine işlemlerinin en üst makamıydı. Yönetiminde hâzinenin çeşitli gelir ve gider hesaplarının tutulduğu ve koordinasyonun sağlandığı bürolar vardı. Rumeli ve Anadolu eyaletlerinin dışında kalan diğer eyaletlerde Başdefterdar’a bağlı taşra defterdarlıkları kurulmuştu.
Osmanlı merkez mâliyesi eyaletlerdeki gelir kaynakları ve gider alanları ile de ilgilidir. Sadece bazı eyaletler mâlî ve İdarî açılardan özerktirler. Merkez mâliyesinin payı 16. yüzyılda % 51 civarındaydı. Bu oran zaman içerisinde yükselmiş olmalıdır. A.Ü.A.Ö.F.
16. yüzyıldan itibaren sadece tımarda veya malî konularda
değil, pek çok yönetsel konuda imparatorluk içinde ortaya farklı kurumsal
yapılar ve uygulamalar ile farklı bölgeler çıkmıştır. Merkeze en yakın ve
merkezden en sıkı denetlenebilen bölgelerdeki kurumlar İstanbul bölgesindeki
kuramlara çok yakındı. Ancak başkentten coğrafi ve yönetimsel anlamda
uzaklaştıkça, kurumlar ve idari uygulamalar değişmekte, bu değişiklikler merkez
ite yerel yapılar ve güçler arasındaki değişen dengeleri yansıtmaktaydı. Örneğin
imparatorluk ve devlet için büyük önem taşıyan Mısır’da tımar
yerleştirilmemiştir. Mısır’da toprak düzeni ve malî uygulamalar Nil vadisi ve
deltadaki sulu tarımın gereksinimleri ile yerel toplumsal yapılara bağlı olarak
biçimlenmiştir. Daha da uzaktaki sınır vilayetlerinde ise Osmanlılar kendi
kuramlarını yerleştirmek yerine çoğunluğuyla yerel kurum ve uygulamaları
sürdürmeyi tercih ettiler.
Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914’, Şevket Pamuk
Osmanlı ekonomisi temelde ziraî bir ekonomidir. Tımar sistemi ise, ziraî ekonominin dolayısıyla Osmanlı ekonomisinin esasıdır. Bu sistem, tarım teknolojisinde bir gelişme olmamasına rağmen, ülkedeki yüksek ziraî üretim için gerekli ortamı sağlamıştır. Özellikle güvenlik ve ürüne sahip olma faktörleri yüksek üretim için gerekli şartları hazırlamıştır. A.Ü.Ö.F.
…
Ziraî topraklarda devlet (mîrî) mülkiyeti esas kabul edilerek tespit edilen optimum toprak büyüklüklerinin bozulmamasına özen gösterilmiştir. O kadar ki özel mülkiyet altındaki bahçelerde sabanla ziraat yapılacak olursa, bu toprakların mîrî hale geleceği kanunlaştırılmıştır.
Tımar topraklarını işlemek hak ve görevine sahip olan reayanın idaresi, işletmeye nezaret ve vergilerin tahsili sahib-i arz (toprak sahibi) kabul edilen dirlik sahiplerine bırakılmıştı. Bu yetkinin ve sistemin denetlenmesi görevi kadılara aitti. Böylece özellikle çoğu sipahi olan dirlik sahiplerinin toprak ve reaya (köylü) üzerindeki yetkileri hukuk çerçevesinde idi. A.Ö.F.
….
Devlet mülkiyetindeki araziye tasarruf eden kişi, toprağını satamaz, bağışlayamaz, ipotek veya vasiyet edemez, bağ veya meyva bahçesine dönüştürmek, ya da üzerine bina yapmak suretiyle özgün kullanımını değiştiremezdi. Öte yandan, tapulu tasarruf, başka bir çiftçiye devredebilme (ferağ), oğullarına miras bırakabilme, öncelikle karısı, kızı veya erkek kardeşi tarafından edinilebilme gibi, basit bir kiracılık ilişkisinde sözkonusu olmayan bazı ayrıcalıkları da beraberinde getiriyordu. İnalcık
Tahrir
Yeni fethedilen bir ülke veya bölgede ilk tahrir, Osmanlı
İmparatorluğuna ilhak edilmesine karar verildiği ve timar sistemi kurulmak
üzere olduğu zaman yapılırdı. Bu noktada, hertürlü gelir kaynağı saptanır ve
ayrıntılı biçimde, defter-i mufassal'a kaydedilirdi. Sonra bu gelirler, askerî
sınıf mensupları, esas olarak da söz konusu toprakların fethine katılan
sipahiler arasında paylaştırılırdı. Bunlar da genellikle daha tımar almamış, ya
da civardaki diğer Osmanlı sancak'larında tımar'larından azledilmiş sipahi'ler
olurdu.
Ancak timar dağıtımında öncelik, yeniçeriler dahil, sultanın kapıkulu ordusunun seferde yararlılık gösteren mensuplarına aitti.
Dağıtımın aldığı biçim ise, ayrı bir defter-ı icmal'de özetlenirdi. Burada timar, ziamet ve hâss olmak üzere her üç kategoriden dirlikler yer alır; herbirinin konumu, vergi mükellefi sayısı ve gelir tutarı kısa notlar halinde gösterilirdi.
Tahrir eminlerine verilen talimata bakılırsa, tesbit ve kayıt işleri şu şekilde yürütülürdü: Sultan, itibarlı ulema, ya da dürüstlüğü ve adaletiyle ünlü bürokratlar arasından işi bilen bir tahrir emin'ı tâyin eder; eline, gerekli her türlü yetkiyle donatan özel bir belge [nişan) verir; tebaası ile kadı dahil bütün yerel makâmlara dâ, görevinin ifasında emin'e itaat edip yardımcı olmalarını emrederdi. Tahrir nişân'ında, izlenecek prosedür ayrıntılı olarak anlatılırdı. Tahrir emin'i inceleme ve araştırmalarına mahallinde, gerçek durumu bir önceki tahrir defterinde okuduklarıyla karşılaştırarak başlardı. Örneğin, bir köye geldiğinde, köyün yaşlılarını, vakıf mütevellilerini ve askerileri, ellerindeki bütün belge ve senedlerle birlikte huzuruna çağırırdı. İlk olarak, her köylünün elindeki toprak itibariyle statüsü gözden geçirilir ve çift resmi bağlamında ödemesi gereken vergiler saptanırdı. Tek tek her timar veya ziamet sahibinin, kendi bağımlı reaya'sının vergi mükellefi olacak konumdaki yetişkin oğullarıyla birlikte tahrir emin'inin önüne çıkarması gerekiyordu. Deftere yazılmaktan kaçma girişimleri hayli sık olduklarından sipahi'ler bu konuda uyarılırdı.
Evli olduğu ve belirli bir çiftliği ekip biçtiği deftere yazılan köylü, cezayı göze almaksızın bir daha kâyîtlı stâtüsünden ve beraberinde getirdiği yükümlülüklerden sıyrılamazdı. Kural olarak raiyyet toprağını terkedemez veya ekip biçmekten vazgeçemez (boz bırakamaz ya da çift'ini bozamaz bir şehir-veya.. kasabaya göçüp şehirli statüsü almaya kalkışamazdı.İnalcık
✅Çift resmi ile ✅ sonra üçüncü önemli vergi kategorisi, ✅resimlerdi (rüsum ). Bunlara, bağlardan, tahıl değirmenlerinden, çırpıcı değirmenlerinden, arı kovanlarından ve balıkçılıktan alınan vergiler ile pazar hacları, gerdek resmi, tapu resmi ve çeşitli para cezaları dahildi. Tahrir emin'inden, bunlardan her birinin bölgeden alınacak toplam miktarını, nüfus büyüklüğü ile ekonomik koşullara göre, belirlemesi beklenirdi.
✅Dördüncü vergi kategorisi, ayârız-ı divâniyye, yani devletin olağanüstü salmalarıydı. Hem kentsel, hem kırsal nüfustan alınan bu vergiler için, emin veya kadı, gerek her bir reaya katmanını, gerekse avarızdan muaf tutulanları ayrı, ayrı saptar ve kaydederdi.
İki tahrir arasındaki sürede vergilendirilebilir yaşa erişen genç köylülerden ya da yeni tarıma açılan veya tekrar ekilip biçilmeye başlayan topraklardan sağlanan fazladan gelirler, gâh tımar sahipleri, gâh devleti temsil eden başka kişilerce toplanıp alıkonurdu: Bu yüzden, on, onbeş veya yirmi yıllık fasılalarla teftiş amaçlı, ya da bazen yeni fetihler, isyanlar veya büyük çaplı nüfus hareketleri gibi olayların etkisini saptamaya yönelik tahrirlerin yapılması tavsiye edilirdi.
İnalcık
Tımar sistemi, ülkenin tarım ekonomisi ile askerî yapısının temeli olarak, klasik dönemde kendisini önemle göstermiştir. Elde bulunan ilk bütçelerden 1527-28 bütçesine göre 537.929-006 akçe olan devlet gelirlerinin % 37’si irili ufaklı 37521 kılıçtaki tımar sahibinin kullanımında idi. Sipahilerin beraberlerinde harbe götürmek zorunda oldukları ‘cebelü’ denen silahlı ve zırhlı askerlerle 70-80 bin kişilik bir eyalet ordusu teşkil ettikleri tahmin ediliyor. Aynı dönemde merkezî orduyu oluşturan kapıkulu ocaklarının mevcudu ise 27 bin civarında idi. 16. yüzyıl sonlarında ise eyalet ordusu 200 bine ulaşmıştı. 17. yüzyılda bu miktar düşmüş olmalıdır.
….
Tımar sistemi, 17. yüzyılın başlarından itibaren ✅nakdî ilişkilerin yaygınlaşması, ✅fiyat hareketleri, ✅savaş teknolojisinin askerliği bir meslek haline getirmesi,✅ mâlî kapitalizmden sanayi kapitalizmine geçiş gibi dünya ekonomisinde ortaya çıkan yapısal değişikliklerle eski önemini kaybetmeye başlamıştı. Tımar kesiminin merkez mâliyesi içerisine alınmaya başlanması yani tımar topraklarının iltizâma verilmesi bu vetirenin (süreç) önemli bir unsurudur. Vezirlerin, beylerbeylerinin, sancakbeylerinin büyük ve verimli hasları ile zeamet ve tımarlar derece derece mîrî mukataa haline dönüştürülerek, iltizâm veya emanet yoluyla merkez hâzinesine bağlanıyordu. Bunun yanında sipahileri besleyemez duruma düşen küçük tımarlarda bir temerküz eğilimi göze çarpıyordu. Sipahiler böylece topraklarını kaybederek çok güç durumlara düşüyorlardı. Bu bozulmada iltimas vs. ile tımarların ehil olmayanlara verilmesinin de önemli yeri vardır.
Tımarların iltizâma verilip mukataaya dönüştürülmesi vergi konusu olan ziraî işletmelerin verimsizleşmeleri ile sonuçlandı. Bunun üzerine de tımar sisteminde evvelce varolan güvenliğin mukataa sisteminde ihya edilmesi için 1696’da mâlikâne sistemi getirildi. Böylece tımardan iltizâma, iltizâmdan da malikâneye doğru bir eğilim belirdi. Bu, bir yandan da toprakta özel mülkiyet ve vakıflaşma eğilimini de beraberinde getirmiştir.
Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi gibi has tahsis edilen devlet görevlileri gelirlerini bu işle görevlendirdikleri mültezimler eliyle tahsil ederlerdi. Haslı sancak ve eyalet beylerinin gelirlerinin hizmetleriyle orantılı olarak artış gösterdiği anlaşılmaktadır. Oysa küçük dirlikler bu dönemde zorluklarla karşılaşmaktadır. Üstelik devlet, savaşlar sırasında, reayasından ek vergiler isterken, tımar erleri ve hatta vakıf mürtezikalarından sözünü ettiğimiz ‘bedel-i tımar talebinde bulunuyordu.
Tımar sisteminde tamamen ayni ekonomi geçerli değildi. Fakat kesinlikle mahallî bir ekonomiydi. Devlet’in artan merkezî harcamaları finanse etmek için bu kesimi merkezî ekonomiye bağlama eğilimi tımarlı sipahiler yerine merkezî ordunun önem kazanmasına yol açmış, eyalet askeri-kapıkulu dengesini tersine çevirmişti. 17. yüzyıl başlarında tımarlı ordusu 100 bin civarında iken 18. yüzyılda kapıkulları 100 bine ulaşmıştı. Marsigli’nin ifadesine göre, 1680'lerde tımarlı sipahilerin ancak altıda biri savaşa gitmekteydi. 5 bin akçelik bir tımar, bir nefere yetmemekte ve barış zamanında silahla ilgisini kesmiş bulunan zaimler ve tımarlılar ancak geri hizmetlerde istihdam edilebilmekteydiler. A.Ü.A.Ö.F.
Vergiler
1839 Tanzimat Dönemine Kadar Geçen Dönemde Uygulanan Vergiler :
A. ‘ŞER’İ VERGİLER’in (tekalif-i şer’iye) başlıcaları; müslüman halktan alınan zekât, ganimet (savaşlarda ele geçirilen esirlerden beşte biri için, yani penci yeki için, her esir için 125 akçe takdir edilip, bunun beşte biri olan 25 akçenin hazine adına alınması) ve öşür, müslüman olmayan halktan alınanlar da haraç ve cizye ismini taşıyordu.
Zekât; müslüman halktan, sahip oldukları hayvanlar, altın ve gümüş, ticari emtia meyve ve hububat gibi mallarının ağırlığı gibi çeşitli ölçütleri dikkate alınarak genel olarak l/40’ı oranında alınan bir vergidir. Zekat başlangıçta dini bir mükellefiyet anlayışı ile alınırken daha sonra vergi, yani zorunlu bir mükellefiyet, haline getirilmiş ve :
■ Hayvanlardan ağnam vergisi,
■ Zirai ürünlerden aşar (öşür) vergisi,
■ Mal ticaretinden (ithal ve ihracından) gümrük resmi,
■ Madenlerden de devlet hissesi,
adı ile alınmaya başlamıştır.
Haraç; tımar sistemi uygulanan eyalet ve sancaklarda ziraat yapılan mirî arazi kullanıcısı gayrimüslimlerden arazinin alanı dikkate alinarak yılda bir kez harac-ı muvazzafa (maktu haraç), bu arazilerden elde edilen hasılattan (yani ürün ve meyvelerden) da harac-ı mukaseme (gayrısafi hasılatın 1/10’nundan yarısına kadar değişik oranda alman haraç) olarak iki ayrı isim altında alınmakta idi.
Cizye ise, yine Müslüman olmayan ve büluğa ermiş erkek halktan, himaye edilmeleri ve askerlik hizmetinden muafiyetleri dolayısıyla, yılda bir kez alman bir baş vergiydi. Cizyeyi devlet direkt olarak kendisi tahsil ediyordu.
B. Padişahın vergilendirme yetkisini kullanması sonucu konulan (yani, Hükümdarın iradesi ile tarholunan) çok sayıda ÖRFİ VERGİLER’in (tekalif-i örfiye) başlıcaları ise, yapılan idare ve yargı hizmetleri karşılığı bu hizmetlerden yararlananlardan alman Rüsum-ı Örfiye ve Devletin savaş gibi ani masraf gerektiren veya sonraları acil ihtiyaç duyulan hallerde imdadiye-i seferiye ve imdadiye-i hazariye gibi adlarla hane reislerine tarhettiği Tekalif-i Divaniye (avârız-ı divaniye, ya da avârız vergileri) adlarını taşıyan vergiler idi.
Osmanlı Devleti Dış Borçları, Dr.Biltekin Özdemir, 2009
Görünüşte vakıflar hayır amacıyla kuruluyorlardı. Ancak,
Osmanlı toplumunda vakıf kurumunun yaygınlaşmasının bir önemli nedeni de
devletin özel mülkiyete müdahale etmesi, özel mülkiyeti sınırlamaya
çalışmasıydı. Devletin özel ellerde
biriken servetlere sık sık müdahale eniğini, özel servetlerin müsadere
tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu belirtmiştik. Devletin bu tavrı
karşısında servet sahipleri mallarının ve denetledikleri toprakların
gelirinden dolaylı biçimlerde de olsa yararlanmanın yollarını aramışlar ve bu
amaçla vakıf kuruntunu kullanmışlardır. Özel mülkiyeti sürdürmek amacıyla vakıf
kuran kişiler vakfın gelirlerini mümkün olduğu ölçüde denetlemeye, bu
gelirlerden kuşaklar boyu yararlanmaya çalışırlardı. Örneğin evlâdiyye adı
verilen vakıflar, gelirleri kurucu ailenin elinde toplamayı amaçlıyordu.
Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914’, Şevket Pamuk
Para Vakıfları
Osmanlı kentlerinde kredi ilişkileri içinde yer alan ve ilginç özellikler taşıyan bir kurum da para vakıflarıdır. Para vakıfları örneği faiz konusunda Osmanlıların diğer İslam toplumlarına göre daha esnek davrandıklarını gösteriyor. İslam hukukuna göre vakıf, özel mülkiyet altındaki bir malın gelecekteki gelirinin kamu yararına veya hayır
amacıyla tahsis edilmesi demekti. Para vakıfları ise mal varlığı olarak nakitle kurulan ve borç vererek sağladıkları faiz geliriyle amaçladıkları faaliyetleri yerine getirmeye çalışan kuruluşlardı. Para vakıflarının faaliyetleri 15. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı mahkemeleri tarafından onaylanmaya başlamıştı. 16. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, para vakıfları Anadolu ve Balkanlar’da bir hayli yayılmıştı.
16. yüzyılda Osmanlı uleması arasında para vakıflarının faaliyetlerinin meşru olup olmadığı üzerine canlı bir tartışma başladı. Vakıfların mal varlıklarının sadece gayrimenkul ve benzeri değerlerden oluşması gerektiğini ve para vakıflarının faaliyetlerinin İslam’ın faize getirdiği yasaklamalarla çeliştiğini düşünenler, bu vakıflara karşı çıkıyorlardı. Ancak, ulemanın çoğunluğu pragmatik tutumlarını ısrarla sürdürdüler ve sonunda İslam toplumu için yararlı olan birşeyin İslam için de yararlı olacağı görüşü galip geldi. Bu hararetli tartışmalar sırasında dönemin şeyhülislamı Ebussuud Efendi de faizle borç para vermedikleri takdirde pek çok vakıfın çökeceğini, bunun da İslam toplumuna zarar vereceğini söyleyerek, para vakıflarının faaliyetlerini tamamen pratik açıdan savunmuştu.
Osmanlı Ekonomisi ve Kurumları, Şevket Pamuk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder