Viyana



Birinci Cumhuriyet

Savaş sonrası karışıklık.

 Daha önce Reichstat’ta yer alan 210 Alman temsilcisinden oluşan Ulusal Meclis, 30 Ekim 1918’de Staatsrat (Devlet Konseyi) yönetiminde bağımsız bir Alman-Avusturya Devleti’nin (Deutschösterreich) kurulduğunu açıkladı. İmparator Karl’ın tahttan çekilmesinden bir gün sonra, bu devletin “demokratik bir cumhuriyet” ve “Alman Cumhuriyeti’nin tamamlayıcı parçası” olduğu ilan edildi. Sosyalist Karl Renner bir koalisyon kabinesi kurdu. Sosyal Demokratların sol kanadının sözcüsü Otto Bauer dışişleri bakanlığına atandı. Yeni devletin sınırları Habsburg topraklarının Almanca konuşulan kesimlerini içerecekti.

Dört yıl süren savaş ve imparatorluğun dağılması, ekonominin çökmesine ve iktidar boşluğuna yol açmıştı. Yeni hükümetin en büyük korkusu, geçim sıkıntısının da körüklediği devrimci hareketlerin, özellikle Mart 1919’da Macaristan’da kurulan Sovyet cumhuriyetinden sonra, Bolşevizmin etkisi altına girmesiydi. Sosyal Demokratların kurduğu Halk Bekçileri (Volkswehr), komünistlerin düzenlediği iki hükümet darbesi girişimini engellemeyi başardı. Bauer ve Adler, taraftarlarını kaybetmek pahasına Sovyet modeli işçi ve asker konseylerinde komünistleri karşılarına aldılar. 1919 ortalarında Komünist Parti bir sorun olmaktan çıkmış, ama bu kez eyaletlerin (Länder) Viyana’dan kopma tehlikesi baş göstermişti. Eyaletlerin Viyana’ya yiyecek gönderme isteksizliğinin ardında toplumsal, siyasal ve ideolojik nedenler yatıyordu: Sanayileşmiş başkent sosyalistlerin denetimindeydi; oysa tarıma dayalı ekonomileriyle eyaletler, muhafazakâr ve Katolik geleneğe bağlıydı. İmparatorun tahttan çekilmesiyle Alman-Avusturya topraklarını bir arada tutan tek simge de ortadan kalkmıştı. Vorarlberg İsviçre’ye katılma kararı aldı. Tirol de ayrılma girişimlerinde bulundu, ama bunlar gerçekleşmedi.

Anayasal düzenleme.
Şubat 1919’daki kurucu meclis seçimlerinde Sosyal Demokratlar 69, Hıristiyan Sosyal Parti 63, Alman Milliyetçileri 26 temsilci çıkardı. Martta toplanan parlamento eyaletlere çeşitli federal haklar tanıdı, karşılığında Viyana eyalet statüsüne yükseltildi. Böylece “Kızıl Viyana” 1934’e değin muhafazakâr partilerin denetiminde kalan federal hükümete (Bundesregierung) karşın özerk yönetim yapısını koruyabildi.

Kurucu meclisi Ekim 1920’de yeni anayasayı açıkladı. Devlet Konseyi kaldırılırken, yerine iki mecisli bir yasama organı olan Bundesversammlung kuruldu. Federal Konsey (Bundesrat) her eyaletin nüfusuyla orantılı sayıda temsilciden oluşacak ve erteleyici veto hakkına sahip olacaktı. Ulusal Konsey (Nationalrat) temsilcileri ise genel oyla ve nispi temsile göre seçilecekti. Cumhurbaşkanı Bundesversammlung’un bütün üyeleri tarafından dört yılda bir, şansölye başkanlığındaki federal hükümet ise Nationalrat’ta ve parti temsilcilerinden oluşan bir komitenin önerdiği adaylar arasından seçilecekti.

Dışişleri Bakanı Bauer, Almanya’ya ilhak (Anschluss) konusunda diretiyordu. Batı eyaletlerinde yapılan gayri resmi plebisitler de çoğunluğun birleşmeden yana olduğunu gösteriyordu. Oysa Saint-Germain Antlaşması’yla (10 Eylül 1919) Avusturya’nın Milletler Cemiyeti’nin onayı olmaksızın Almanya’yla birleşmesi yasaklanmıştı. Aynı antlaşma uyarınca Deutschösterreich yerine Republik Osterreich adını alan yeni devletin, Bohemya ve Moravya’nın Alman kesimlerini topraklarına katması da engellendi. Buna karşılık Macaristan’ın batı kesimindekl Almanca konuşulan yöreler (plebisit sonucunda Macaristan’a katılmayı seçen Sopron dışında) Avusturya’ya katıldı.

1919 seçimlerinden sonra Renner’in kurduğu ikinci koalisyon hükümetinin düşmesi üzerine 1920’de yenilenen seçimlerde Hıristiyan Sosyal Parti 82, Sosyal Demokratlar 66, Alman Milliyetçileri 20 temsilciyle parlamentoya geri döndü. Mayıs’ın başbakanlığı altında Hıristiyan Sosyal Parti üyelerinden oluşan bir hükümet kuruldu. Sosyal Demokratlar 1. Cumhuriyet boyunca iktidara gelmemek üzere muhalefete düştüler. Nispi temsil sistemi ve Avusturya partilerinin siyasal geçmişi, siyasal tercihlerde oynaklığa olanak tanımıyordu. Sosyal Demokratlar ülke nüfusunun üçte birini barındıran Viyana’da şaşmaz bir çoğunluğa sahipti; Hıristiyan Sosyal Parti ise Katolik köylüler ile subaylar, toprak sahipleri ve işadamlarından oluşan muhafazakarlar çoğunluğu aynı şaşmazlıkla elde tutuyordu. İşçilere ve köylülere karşı olan kentli orta sınıflar Alman Milliyetçilerini benimsediler; köylü ve işçiler arasında da milliyetçi çağrıyı çekici bulanlar vardı.

Ekonomik toparlanma.

 Avusturya’daki kentli nüfusun büyük çoğunluğu 1919-21 arasında ABD ve İngiliz yardımlarıyla yaşadı. Üretimdeki artışa karşın, enflasyon, geçim sıkıntısı ve ardından gelen ekonomik çöküntü tehlikesi ancak 1922’de Şansölye Seipel’in Milletler Cemiyeti aracılığıyla sağladığı önemli bir dış borçla önlenebildi. Bunun karşılığında Avusturya en az 20 yıl bağımsız kalmayı taahhüt etti. Milletler Cemiyeti denetçisinin 1925’te Avusturya bütçesinin dengelendiğini açıklaması üzerine, 1926’da uluslararası mali denetim kaldırıldı. Seipel dönemi Avusturya’da istikrarın sağlandığı ve ekonominin yeniden düzenlendiği yıllar oldu. “Kızıl Viyana” ise Seitz, Breitner, Tandier gibi sosyalistlerin önderliğinde gerçekleştirilen işçi konutları, sağlık ve yetişkin eğitimi programlarının başarısıyla Avrupa çapında ün kazandı.

Siyasal çekişmeler. Ülkenin üç büyük partisi arasındaki ilişkiler 1920’de demokratik bir çerçeveye oturmuştu, ama ilk yıllardaki iç savaş hazırlıklarından tümüyle vazgeçilmiş değildi. Hıristiyan Sosyal Parti mevcut düzeni Marksist bir devrime karşı korumakla yükümlü olduğuna inanıyordu. Eyaletler de kurulan tutucu yurt savunma birlikleri (Heimwehr) gittikçe faşist eğilimlerin etkisine girdi. Sosyal Demokrat Parti ise 1918’den kalma Halk Bekçileri örgütünü kendi savunma birliklerine (Schutzbund) dönüştürdü. Bu silahlı güçlerin karşılıklı olarak düzenledikleri gösterilerin birinde çıkan çatışmalarda Heimwehr bir yaşlı adam ile bir çocuğun ölümüne neden oldu. Bu olayla ilgili davada sorumlular beraat ettirilince, patlak veren kitle gösterilerinde Adalet Bakanlığı binası yakıldı ve polis ile göstericiler arasındaki çatışmalarda yaklaşık 100 kişi öldü. Seipel bu olaylar karşısında hükümetin gücünü gösterme yoluna gitti. Böylece Avusturya’da sosyalistler ile sosyalist olmayan güçler arasındaki denge bozuldu.

Hıristiyan Sosyal Parti’nin adayı Miklas 1920 sonunda cumhurbaşkanı oldu. Yürütme erkine daha fazla güç kazandırma çabaları sonunda 1929’da anayasada yapılan değişikliklerle, cumhurbaşkanına bakanları atama ve olağanüstü hal ilan etme gibi yetkiler tanındı. Heimwehr’in çok daha otoriter bir rejim istemesine karşın, Viyana özerkliğini ve demokratik ilkelere bağlılığını sürdürdü. Kasım 1930’da yapılan seçimlerde parlamentoda 73 üyelik elde eden Sosyal Demokratları, Hıristiyan Sosyal Parti 66, Alman Milliyetçiler 19 ve Italyan modeli bir faşist partiye dönüşmüş olan Heimwehr 8 üyeyle izledi.

Bu siyasal tabloya 1929 Büyük Bunalımı da eklendi. Sosyal Demokratlar ekonomik çıkmazın enflasyonu düşürme ve harcamaları kısma gibi geleneksel yöntemleri gerektirdiğine inandıkları halde bu önlemleri uygulayacak bir koalisyon hükümetinde görev almaya yanaşmadılar. Öte yandan cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesini öngören anayasa değişikliği hükmüne karşın, Ekim 1931’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin askıya alınması ve Miklas’ın dört yıl daha görevde kalması yönünde oy kullandılar. Bu arada yeni hükümet Ender ve Schober başkanlığında ekonomik çöküşü engellemek için olağanüstü yöntemler deniyordu. Almanya’yla gümrük birliği kurma projesi Fransa ve Küçük Antant’ın (Çekoslovakya, Yugoslavya, Romanya) yanı sıra Lahey’deki Milletlerarası Daimi Adalet Divanı tarafından da kınandı. Mayıs 1931’de Avusturya’nın en büyük bankacılık kuruluşu Creditanstalt’ın iflas etmesiyle birlikte, Avusturya maliyesi ve ekonomisi çökme tehlikesiyle karşı karşıya geldi.

Almanya’daki Nasyonal Sosyalistlerden önemli maddi destek alan Avusturya’daki Naziler, 1932 eyalet seçimlerinde muhafazakar oyların bir bölümünü ele geçirdikten sonra genel seçimlere gidilmesini istediler. Sosyal Demokratlar da parlamentoda çoğunluğu ele geçirmek umuduyla bu öneriyi desteklediler.

Kaynak: Ana Britannica



Franz Joseph’in nazırları bilimsel teşebbüsleri destekleyerek AEIOU’nun manalarından birine geri dönmüş oluyordu —yani Avusturya Habsburg hanedanı Hıristiyan önderliği ve küresel itibar temelli evrensel bir ülküye dayanmaktaydı. Bu ülkü şimdi de dünyanın bilgisini toplama görevine dönüşmüştü. Viyanadaki yeni Doğu Tarihi Müzesi’nin portikosundaki kitabeye altın harflerle kazınan sözler bu hedefi anlatmaktadır: “Doğa ve Onun İmparatorluğunun İncelenmesi Şerefine, İmparator Franz Joseph, 1881” Binaya kıtaların temsilleri asılmış ve ön cephesine de Kolomb, Macellan ve Cook’la birlikte Argonaut Jason, Büyük İskender ve Julius Sezar’ın heykelleri yerleştirilmişti. Mesaj açıktı: Tabiat imparatorluğunun kâşifleri en az antik çağın imparatorluk kurucuları kadar yücedir. Emil Holub’un cenazesinde konuşan kişinin söylediği gibi diğer ülkeler deniz aşırı bölgelere toprak elde etmek için giderken Avusturyalılar “araştırma aşkı ve diğerlerinin bilgisin artırmak için” gitmişti.

Fakat bina aynı zamanda hanedana da aitti. Doğa Tarihi Müzesi Sanat Müzesi’yle (Kunsthistoriches Museum) birlikte, Hofburgdan Halkaya kadar uzanan, yeni imparator Forumunun (Kaiserforum) iki yanında yer alıyordu. İki müzedeki eserlerin kaynağı önceden Hofburg ya da Maria Theresa’nın Savoya Prensi Eugene’in varislerinden satın aldığı Belvedere Sarayı’nda yer alan imparatorluk koleksiyonlarıdır. Sanat Müzesi, tabloları rasgele asmak yerine ekollerine göre asan ilk kişi olan, Christian von Mechel’in 1780’lerde hazırladığı Belvedere koleksiyonunun düzenini korudu. Böylece iki müze hanedanın asırlar boyunca biriktirilmiş “saray koleksiyonlarını,” sergilemeye başladı. İmparatorluk Foru munun saraya ve hanedana ait olduğu algısı iki müzenin arkasına Saray Tiyatrosu ve Saray Operası yerleştirilmesiyle daha da pe­kişti. Böylece Hofburg’a doğru giden kalabalık iki zafer takının altından geçmiş olacaktı. Forum inşaatı bitmediğinden opera ile tiyatro Halka boyunca bir mevkie yerleştirildi ve sarayla olan bağ­lantıları zayıfladı. Fakat Maria Theresa’nın iki müze arasındaki alana yerleştirilmesi düşünülen heykeli tamamlanınca hanedanın tesisin merkezinde olduğu vurgusu da yapılmış oldu.

Tarihselcilik on dokuzuncu asrın ortalarına ait mimari bir gelenek olup binaların işlevlerine en uygun dönemi yansıtma­ları gerektiği manasına gelir. O yüzden Viyana belediye binası şehrin imtiyazlarını elde ettiği Ortaçağ’a ithafen Gotik tarzda yapılmıştır. Bilakis yeni meclisin klasik cephesi, demokrasinin doğum yeri olduğu düşünülen, Perikles dönemi Atina’sına bir göndermedir, içerideki frizlerde Yunan ve Romalı hukukçular ve hatipler sergilenirken dışarıda dört metrelik bir tanrıça Pallas Athene heykeli yer alır. Başta onun yerine Austraia heykeli koymayı düşünseler de kimse nasıl bir şeye benzeyeceği hususunda fikir birliğine varamadı. O nedenle irfanından bir kısmını mecliste sürekli tartışan vekillere bahşedilebileceği ümidiyle irfan tanrıça­sı olan Pallas Athene seçildi.

Tarihselcilik adetlerine göre iki müze Yüksek Rönesans tar­zında tamamlandı. Bunun amacı on altıncı yüzyılda yaşanan sanat ve eğitimdeki artışın Franz Joseph’in himayesi altında ye­niden doğuşunu kutlamaktı. Fakat onlar açılana kadar mimari modası neo-Barok yönünde değişti. 1880 senesinde yayınlanan etkili bir kitapçıkta tarihçi ve Sanat Müzesi’nin küratörü Albert IIg evrenselliği ve çok yönlülüğü nedeniyle Barok tarzını övdü. İlk olarak Barok, abidelerden orta sınıf villalara ve işçi sınıfının kaldığı apartmanlardan tiyatro ve kiliselere kadar akla gelebile­cek her binaya uyardı, ikinci olarak Barok zaten başkentte hâ­kim olan mimariyle ahenk içerisindeydi. Canlı ve zarif yapısıyla, Berlin’in kısıtlamaları ve “soğuk klasizminden” ziyade, Viyana’ya daha çok yakışırdı. Nihayetinde milliyetler üzeri olduğundan “milletlerin birleşmesine” de yardım ederdi. Ilga göre, Barok birleşik bir mimari lisanla “her ferdin bireyselliğini ortadan kaldırarak tek bir hükümdar tarafından yönetilen tek dünya fikrini benimsemesini,” sağlardı.11

Neo-Barok asrın son yıllarında tercih edilen bir tarz haline geldi. 1890’larda tamamlanan Hofburg’un St. Michael kanadının tasarımı aslında on sekizinci asır başlarının önde gelen Barok mimarı olan Joseph Emanuel Fischer von Erlach’ın planlanın esas almıştı. Dört büyük Herkül heykeli, ikiz çeşmesi ve yeşll bakır kubbesiyle günümüzde saray kompleksinin en çok resmi çekilen kısmıdır. 200 metrelik ön cephesiyle Halkanın kuzey doğusuna hâkim olan yeni imparatorluk Harbiye Nezareti binası da neo-Barok tarzda inşa edilmişti. Halkanın önündeki altı yüz kadar apartmanın tarzı da aynıdır. Bu “kiralık sarayların” (Mietpalais) cepheleri binaya aristokrat bir hava katmak için büyük Barok tarzıyla “asilleştirilmiş” olsa da bunların arkalarında orta sınıf daireleri ve onların altında da ofisler ve dükkânlar yer alır.

Neo-Barok tarz başkentle sınırlı değildi. Dünya Savaşın dan önceki on yıllarda Fellner ve Helmer’in mimari stüdyoları Prag’tan Zagreb’e ve Bukovina’daki Chernivtsi (Czernowitz) ve Banat’taki Temeşvar’a kadar pek çok yerde, kırktan fazla opı 11 binası, konser salonu ve otel inşa etmişti. Tümü neo-Barok tarzda inşa edilmiş olup Habsburg İmparatorluğunun şehirleri için müşterek bir kamu hukuku ve görsel kimlik mesajı yayarlardı. Yine de Chernivtsi ve Temeşvar’daki Fellner ve Helmer tasarımları milli farklılık ve eşsizlik temelli alternatif bir tarzda karşı karşıya geldi: Temeşvar’daki Macar hâkimiyetinin simgesi  yeni Romanesk kilise ve Chernivtsi’de kısa süre önce inşa edilmiş ve Bizans ve Romanesk tarzını Ukrayna halk sanatı unsurlarıyla mükemmel biçimde bir araya getirmiş olan Metropolitanlar Rezidansı. Chernivtsi ve Temeşvar istisna değildi. Neo-Barok evren­sel bir dil oluşturmaya çalışsa da imparatorluktaki yerel sanatçı ve mimarlar münhasırlık ve farklılık vurgusu yapan milli tarzlar geliştirmeye çabaladı.

Aşırı süslemeleri ve abartılı cepheleriyle neo-Barok eleştirilerin de hedefi oldu. Modernist mimar Adolf Loos onun gereksiz ilave­lerini, sadece yamyam ve suçlularda bulunan, dövmelere benzetti -o yüzden ünlü makalesinin ismi Süsleme ve Suçtur (1908). Loos yeni nesil diğer mimarlarla birlikte dikkat dağıtmak ve sahte tarihselcilikten uzak daha basit ve dürüst bir mimarı tarzı öne sürdü. Viyanadaki Hofburg’un St. Michael kanadının karşısındaki mağa­za olarak inşa edilmiş Loos Evinin kasten sade bir dışı vardır -pen­cereler bile asıl planın parçası değildi. 1909’da tasarlanan Loos’un, zarif kıvrımlı sandalyelerinde muasır modanın gereği abartılı oy­malar yer almayan, Kafe Müzesi de benzer şekilde süsten yoksun­dur. Loos’un kendisinin de söylediği gibi “kültürün evrimi faydalı eşyalardan süslemelerin kaldırılmasıyla eş anlamlıdır.”

Loos, Secession sanatçıları ve onun sanat ve zanaat ikizi Wİe- ner Werkstatte ile bağlantılıydı. İki hareket de ilham almak için gözlerini yurtdışına çevirmişti -empresyonist ve ekspresyonist sanat ve ileride Art Deco olarak bilinecek tasarım türü. Secession ayrıca, üyelerinin büyük bir gösterişle ayrıldığı (ismi de buradan gelir), Avusturya Sanatçılar Birliği’nin kontrolcü muhafazakârlı­ğıyla da mücadele etmekteydi. Secession’ı tanımlayacak tek bir tarz yoktur. Bünyesinde Gustav Klimt’in yaldızlı portreleri ve yılankavi kadın şekilleri, Oscar Kokoschka’nm cesur renkleriyle düz yüzeyleri ve pornografinin sınırında olan Egon Schiele’nin çarpık figürlerini barındırır. Mimaride de Loos’un ilkeleri genelde tarihselciliğe dönüş ve abartılı süslemelerle yok sayılır. Secession sanatçılarının eserlerini sergilemek için 1897’de inşa edilen Secession binasının ön girişinde bile yapraklı rölyefler ve Goı gmı başları bulunur; üzerini de altın ağaç dallarıyla bezeli bir neo Barok kubbesi örter.

Viyana Secession akımı evrensel değerlerden dem vurur. Macaristan’daki sanat ve mimariden farklı olarak rüstik milli tarza adanmamış ya da milli kahramanları yüceltmeye kalkmamıştır. Sonuç olarak hükümet ve kamu kurumlan onu, önde gelen bir Secessionistin tabiriyle, “çok sayıdaki halkın tüm vasıflarını birleştirerek yeni ve gururlu bir birlik ortaya çıkaracak bir sanat tarzı” olarak kabul etmişti. Veliaht Prens Rudolf 1889’dakl ölümünden hemen önce sanatın “farklı millet ve ırkları tek bir idare altında bir araya getirebileceğini,” kabul etmişti. On sene sonra Kültür Bakanlığı tarafından kurulan Sanat Konsülü de “sanat eserlerinin müşterek bir lisanı konuştuğunu... ve karşılıklı anlayış ve saygıya yol açacağını” söylemişti

Secession’la bağlantılı sanatçı ve mimarlardan hastane, postane ve hatta rasathane inşa etmeleri, kamu binalarının içlerini dekore etmeleri ve park ve gecekondu mahalleleri tasarlamaları istendi. Ayrıca Franz Joseph’in 1908deki sene-i devriyesinin posterlerini de onlar tasarladı. Fakat Franz Joseph’in bu yeni sanattan anladığı söylenemezdi. Ekspresyonist resimlerden birim gören imparator ressamın kör olduğunu zannettiğinden ona bu meslekten vazgeçmesini tavsiye etmişti. Yeni Harbiye Nezareti binasının inşasına nezaret eden Franz Ferdinand da geleneksel tarzları severdi. Binayla ilgili Adolf Loos’un tasarımını reddede­rek askeri gücü yansıtmak için sarayla askeri kışlayı birleştiren neo-Barok tarzı tercih etti.

Fin de si'ecle
Viyana’da sadece sanat ve mimari alanında değil pek çok farklı disiplin ve akademik alanda da gelişme yaşadı. Sigmund Freud, filozof Ludwig Wittgenstein, yirminci asır müzik devriminin önderi Arnold Schoenberg ve devrimci Marksizmi sergi salonlarıyla uyumlu hale getiren Karl Renner ile Otto Bauer bu şehrin mahsulleridir. Tümünün ürettiklerinin ortak bir yönü vardır: Mevzubahis nesneyi soyarak altındaki entelektüel inşaat bloğunu çıkarmak ve her birini yöneten kuralları tespit etmek. Dil, modern sanat ve müzik, mantık ve matematik kendilerine has kurallarıyla birbirinden ayrılabilirdi ki bu yüzden Wittgenstein tüm felsefenin bir avuç teori ve öneriye indirgenebileceğini söylemişti. Ancak gözlemlenebilen ve hissedilebilen şeyler gerçek olduğundan ahlak ve estetik ispat edilemezler evrenine aitti. Fa­kat bu görüş millet ve milli kimlik fikirlerini de aynı yere koyu­yordu çünkü bunlar da ispat edilemez varsayımlara dayalı estetik fikirlerdi -o yüzden bilimsel açıdan ispatlanabileceği düşünülen ırk meselesi farklı tutulmuştu.

Fin de siecle Viyana’nın hatırı sayılır şahsiyetlerinin çoğu Yahu­di kökenlidir. Freud, Wittgenstein, Loos, Schoenberg ve Bauer’e ek olarak Gustav Mahler, yazar ve oyun yazarı Hugo von Hofmannsthal ile Arthur Schnitzler ve iktisat ve hukuku dönüştüren iki akademisyen olan Ludwig von Mises ile Hans Kelsen de Yahu­di’dir. Klimt, Kokoscka ve Schiele gibi diğerleri Yahudi olmayıp Yahudilerin sanat ve mimariye olan katkıları diğer alanlara nispetle daha azdır. Yine de galeri sahipleri, satıcılar ve sanatçı hamileriy­le Klimf in portrelerindekilerin pek çoğu ekseriyetle Yahudi’ydi. Bunlar içerisinde en meşhur olanı Klimt’in birkaç kez resmini çiz­diği ve onun rahatsız edici derecede cazip Judith adlı eserinin de modeli olan bir şeker baronunun karısı Adele Bloch-Bauer’di.

......

II. Joseph Yahudileri devlete daha faydalı hale getirebilmek maksadıyla onların sosyal ve iktisadi gelişmelerinin önünde­ki engelleri kaldırdı. Eşit haklar verilmesi, seküler değerleri ve topluma dâhil olmanın önemini vurgulayan, Yahudi Haskalah\ ya da Aydınlanmasıyla aynı döneme denk geldi. Yine de Yahudilerin modernizme giderken seçtikleri farklı yollar vardı -asil olup devlet hizmetine girmek, üretim ve ticaret, meslek ve göç. Hassidizmin Talmud geleneklerinden vazgeçmediği Galiçya'nın bazı kesimlerinde asimilasyon stratejileri reddedildi. Diğer yer­lerde Yahudiler toplumun parçası olup ilerlemek için köyden şe­hirlere göç etti. 1880’lere gelindiğinde Viyana nüfusunun yüzde onu Yahudi’ydi. Budapeşte’de daha yüksek olan bu oran 1910’da yüzde 20’yi aşıyordu. Her iki şehirde de iş ve meslek hayatında Yahudiler egemen olup Viyana’nın hukukçularının dörtte üçü ve hekimlerinin yarısı Yahudi’ydi.

Fakat Viyana siyaseti kirliydi. Şehir meclisi, sosyal reform­larla Yahudi tacizini birleştiren, Hıristiyan Sosyallerin elindeydi. Viyana 1895’te alaycı ve fırsatçı Karl Lueger’i Avrupa’nın ilk Ya­hudi aleyhtarı belediye başkanı olarak seçti. Hıristiyan Sosyaller başta Slavlar ve köylerden gelen fakir Yahudiler olmak üzere ya­bancılara ikamet etme izni vermeyerek Viyana’yı Alman tutmaya çalıştı. îki milyona varan şehir nüfusunun üçte ikisinden fazla­sı “kaçak” olduğundan sigorta, oturma ve oy kullanma hakları yoktu. Sokaklarda proto-faşist gruplar toplandı. Mecliste fazla olmasalar da, beş para etmez önderlerini Heil diyerek selamlayan Pan-Almanlar şiddete başvurarak en az bir bakanlığın çökmesine neden oldu. Freud ve Wittgenstein’ın beşiği olan Viyana aynı zamanda genç Adolf Hitler’in de beşiğiydi.

Bu şartlar altında Yahudiler ve Viyana'daki eğitimli orta sınıfa mensup kişilerin yabancılaşma, ümitsizlik, hüsran ve köksüzlük hislerinin etkisi altında kalarak sanat mabedine sığınmış olmala­rı mümkün olsa da bu varsayımın doğruluğunu sınamak kolay değildir. Fakat Viyanadaki kültürel yaratıcılığın gayri milli olup büyük ölçüde de Yahudilerin eseri olduğu muhakkaktır. Bunla­rın bazıları zaman içerisinde Herzl’in Siyonizmini benimseyecek birkaçı da hoşgörüsüzlük siyasetinin cazibesine kapılıp sapkın ve bozulmuşlara ait listeler derleyecekti. Fakat çoğu kendini milli­yetçi siyasetin tantanasına kaptırmadı. Neo-Barok ve Secession sanat ve mimari gibi onlar da romantik milliyetçiliğin basitlik ve indirgemeciliğini reddeden evrenselliği benimsediler. Hanedanla birlikte Yahudiler de Habsburg İmparatorluğu nun bir arada tu­tan harcın parçasıydı. Bir Yahudi haham ve Reichsrat vekili ken­dilerini şöyle tarif etti: “Bizler Alman ya da Slav değil Avusturyalı Yahudi ya da Yahudi Avusturyalıyız.”

Franz Csokor’un 3 Kasım 1918 isimli dramının gala­sı 1937’de Viyanada yapıldı. Bir sahnede askerler Habsburg İmparatorluğu'nun çöktüğünü öğrendiği için intihar eden albaylarını gömmek için bir araya gelir. Tümü cesedin üzerine bir avuç toprak atar -“Macaristan toprağı... Carinthia toprağı... toprağı.” Simgesel olarak imparatorluklarını da onunla birlikte gömerler. Albayın Yahudi silah arkadaşı son olarak kekeleyen  “Avusturya, Avusturya toprağı,” der. Csokor’un da altını çizdiği. gibi Viyana Yahudileri milletten daha büyük bir şeyi destekliyordu ve belki de kavgacı milliyetçi siyasetin üzerinde yükselen evrensel “Avusturya mefkûresine” yaklaşmışlardı. Fakat 1914’e kadar o ülkü çabucak unutuldu gitti.

Habsburglar, Martyn Rady, çeviri: Cem Demirkan, Kronik Yayıncılık

 

 

 

.

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder