Osmanlılar-2 (1450-1574)







Osmanlılar II


İstanbul’un Fethi ve Fatih, II. Bayezid ve I. Selim dönemlerinde İmparatorluk İmgesinin Tamamlanması.

Varna Zaferi’nden sonra iki yıl Edirne’de hükümdarlık yapan II. Mehmed, 1446’da tahtı tekrar babasına bırakmış, 1451’de II. Murad’ın ölümü üzerine ikinci kez iktidara gelmiştir. İlk amacının Konstantinopolis’in alınması olduğunu, Çandarlı Halil Paşa’yı Rumelihisarı’nın yapılmasıyla görevlendirerek göstermiştir. 1452’de Rumelihisarı yapılıp toplarıyla Boğaz’ı kontrol edecek duruma gelince, Fatih 80 bin kişilik bir ordu ile 1453’te Konstantinopolis önüne gelmiş, 6 Nisan-29 Mayıs arasındaki savaş, Müslümanlar’ın 7. yy’dan bu yana, Osmanlılar’ın yarım yüzyıllık amaçlarını sonlandırmış, Doğu Roma’nın ve Hıristiyanlık’ın simge kenti Türkler’in eline geçmiştir.

Osmanlı denizi içinde bir ada gibi duran, nüfusu 50- 60 bine inmiş harap Bizans başkenti, 330’dan bu yana sürdürdüğü Hıristiyan dünya imparatorluğu merkezinden bir Türk-İslam imparatorluğu merkezine dönüşecekti. Fatih’in, yeni bir Bizans patriği seçmesi ve ona Aziz Havariyyun Kilisesi’ni vermesi, Yahudiler ve Ermeniler’e aynı hoşgörüyü göstermesi ve din ayrımına bakmadan her ulustan insanı İstanbul’a sürgünle getirterek iskân etmesi, hatta kendine ait esirleri “has kul” olarak kent çevresine toprak işlemek üzere yerleştirmesi ve geniş kapsamlı bir imar etkinliğine girişmesi, büyük bir evrensel imparatorluk vizyonu ile işe başladığını gösterir.

II. Mehmed’in çağı, bundan öncesi gibi çok kapsamlı bir fetih çağıdır. Fatih’in düşüncesinin İstanbul merkezli bir Akdeniz imparatorluğu, başka bir deyişle bir yeni İslam imparatorluğu olduğu açıktır. Roma tarihlerini okuyan Fatih’in, fetihleri yanı sıra diğer davranışları izlenince, kozmopolit bir evrensel imparatorluk fikri güttüğü söylenebilir. Kaldı ki böyle bir isteğin arkasında, Türkler’in, Müslümanlar’ın ve Romalılar’ın evrensel egemenlik gelenekleri vardır.

II. Mehmed döneminde Balkanlar’daki egemenliğin kesinleşmesi, Karadeniz kıyılarındaki Bizans kentlerinin ele geçirilmesi, temizlenmesi, Trabzon Rum Devleti’nin ortadan kalkması ve Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın yenilmesiyle Doğu Anadolu’da Osmanlı egemenliğinin kurulması, Gedik Ahmed Paşa’nın İtalya’da Otranto Kalesi’ni ele geçirmesi, Kuzey Karadeniz’de Kefe ve Azak kalelerinin Cenovalılar’ın elinden alınması ve Kırım Hanlığı’nın Osmanlı Devleti’ne bağlanması yeni bir imparatorluk haritası ortaya koymuştur. Bu fetihler ve onun Batı kültürü ile ilişkileri İtalyan yazarların Fatih’e “Büyük Kartal” (Grande Aquila) adını takmalarına neden olmuştu.

Konstantinopolis düştükten sonra Fatih, surlarda yıkılan bölümde, yeniçerilerin kente girdiği yerden geçerek kentte dolaşmış, Bizans imparatorlarının saray kompleksini gezmiş, Ayasofya’ya gidip galerilerine çıkmıştı. Yeniçerilerin, üç gün kenti yağmalamalarına izin verilmesine karşın, bazı bölgelerdeki Bizanslı görevliler kapıları açıp teslim olarak mahallelerini yağmadan kurtarmışlardır. Örneğin Haliç’te Fener Mahallesi’ne, Yedikule’de Studios Manastırı çevresine ve Havariyyun Kilisesi’ne, Ayasofya’ya dokunulmamıştı. İstanbul’da savaştan sonra bazı manastırlar, kiliseler, birkaç bin ev kısmen korunmuş durumdaydı. Büyük su sarnıçları da tahrip olmamıştı.

Fatih’in Edirne’den İstanbul’a gelip yerleşmesi, ancak 1457’de gerçekleşmiştir. Yeni kentte önce Yedikule Hisarı, hazinenin saklanacağı, güvenilir bir kale gerektiği için inşa edilmiş, sonra saraylara başlanmıştı. Fatih’in büyük külliyesi, eski Havariyyun Kilisesi ve Konstantinos’un mezarının arsasında, fetihten on yıl sonra yapılmaya başladı. İlk saray (Eski Saray), kent merkezinde; Yeni Saray (Topkapı Sarayı) en eski kent olan Bizantion’un yerleşmiş olduğu Sarayburnu’nda, Boğaz’a ve Marmara’ya bakan tepeye kuruldu. Eski kentin ticaret merkezine de bedestenler inşa edildi, pazarlar açıldı.

Fatih’in Haliç içinde Eyyub-el-Ensari’nin mezarı olduğu sanılan yerde yaptırdığı cami, kent içinde dini-mistik ve Peygamber zamanına bağlanan bir yeni merkez yarattı. Bu merkez, kentin sonraki gelişmesinde de etkili oldu. Sultan’ın vezirleri, başta Sadrazam Mahmud Paşa olmak üzere, kenti yapılarla donattılar. Eski Bizans ticaret merkezinde, Galata’da, Üsküdar’da gelecek ticaret yaşamının merkezleri oluşturuldu. Bizans surları içindeki “Nefs-i Istanbul” dışında Galata, Eyüp ve Üsküdar “Bilad-ı Selase” yani idari üç belde olarak o dönemde belirlendi.

Fatih’in entelektüel uğraşları, kendisini Bizans-Roma imparatorlarının mirasçısı olarak gördüğünü kanıtlar. Çevresinde eski büyük Bizanslı ailelerden yetişmiş dönme bir bürokrasi vardır. 1456’da Trabzon’lu Amirutses’e bir dünya haritası yaptırmıştır. Yine Trabzon’lu Amyntaes’e Batlamyos’un “Coğrafya”sını çevirtmiştir. Bir İtalyan hümanisti olan Ciriaco D’Ancona’yı çevresinde tutması ilginçtir. Hıristiyanlara karşı hoşgörüsü ve Roma tarihine ilgisi kendisinin Hıristiyan olmaya eğilimli olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Bu vesileyle bazı İtalyan yazarlar, yapıtlarını ona ithaf etmişlerdir. Venedik Senatosu, Gentile Bellini’yi 1479’da Fatih portresi için İstanbul’a yollamıştır. Başkentin imarı kuşkusuz büyük önem taşıyordu. Fatih ve zamanındaki devlet büyüklerinin İstanbul’u imar için yaptırdıkları yapıların vakıflarının zenginliği, savaşlarda elde edilen ganimetin büyük ölçüde bu imara yatırıldığını gösterir.

Fâtih Sultan Mehmet, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek kurucusudur. Avrupa ve Asya’da başkenti İstanbul olmak üzere, dört yüzyıl boyunca büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun çekirdeği olacak bir imparatorluk kurmuştur. Fâtih, Sultanu'l-Berreyn ve Hakanu’l-Bahreyn (İki karanın ve iki denizin hükümdârı, yani 'Rumeli-Anadolu’nun ve Akdeniz-Karadeniz’in hükümdârı) lâkabını kullanıyordu.

Dünya hâkimiyeti için savaşan, ama aynı zamanda bir hoşgörü ve kültür adamı da olan bir savaşçıydı. Rum Ortodoks patriği olarak atadığı Gennadios’a, Hıristiyan dininin ilkelerini özetleyen bir risâle yazmasını emretmiştir. Ulemadan seçkin kişiler haftanın belli günleri kendisine ders vermeye sarayına gelirlerdi.

Hümanistleri ve Rum bilginlerini huzuruna kabul ederdi; saray duvarlarına freskler yapması ve kendi portresini çizmesi için Venedik’ten Gentile Bellini’yi çağırmıştır. Ancak Fâtih Sultan Mehmet’i çağdaş Rönesans hükümdarları arasında saymak biraz abartılıdır. Fâtih, her şeyden önce gâzî bir İslâm hükümdarıdır; amacı da, devletini dünyanın en güçlü imparatorluğuna dönüştürmekti.

Osmanlı İmparatorluğunun Klasik Çağı, Halil İnalcık, Yapı Kredi Yayınları.

Yeni bir Doğu seferi başlangıcında (1481) ölen Fatih’in yerine geçen II. Bayezid kendini destekleyen yeniçeriler sayesinde kardeşleri Cem ve Korkut’la olan mücadeleyi kazanmış ve tahta oturmuştur. Osmanlı tarihinde tıpkı Fetret Devri’nde olduğu gibi üç kardeşin mücadelesi 15. yy’ın Osmanlı ailesi açısından dramatik olaylarla doludur ve bu olayların üzerine bir Cem mitolojisi kurulmuştur.

II. Bayezid dönemi, denizde bazı Venedik kalelerinin ele geçirilmesine karşın ne Balkanlar’da ne de Memlükler karşısında başarılı bir askeri dönem olmuştur. Fakat o dönemin, Türkmen ve tarikat kaynaklı sosyal yaşamın sonunu getirmiş olduğunu anımsamak gerekir. Giderek güçlenen medrese kökenli Sünni ulema ve devşirme kökenli askeriye İmparatorluk’un geleceğini yönlendirecek güce erişmişlerdir. Kalenderi dervişi giyimli bir İranlı fedainin II. Bayezid’i öldürmeye teşebbüs etmesinden sonra, suikasttan kurtulan Padişah, Kalenderiler’i, Abdallar’ı ve Anadolulu Türkmen tarikat mensuplarını baskı altına almıştır. Bir bölümü İran ve Arap ülkelerinden gelen Sünni ulemanın Alevi-Bektaşi heterodoks dervişlerle karşıtlığı, devlet siyasetini yönlendirmiş, devşirmeler devlet idaresinden Türk kökenlileri temizlemişlerdir. Şii İran’ın, Doğu’da Osmanlı’nın karşısına en büyük güç olarak çıkması, bu yönelimi daha da güçlendirmiştir. İstanbul’un fethinin vurguladığı kozmopolit, fakat Sünni ulemaya ve devşirme orduya dayalı evrensel bir imparatorluk yapısı, özellikle II. Bayezid döneminde şekillenmiştir. Bu çağ, Osmanlı klasik kültürünün ve onunla birlikte klasik sanat ve mimarisinin biçimlenmeye başladığı dönemdir.

1481-1512 arasında 31 yıl hüküm süren II. Bayezid, Fatih gibi büyük bir yapıcıdır. Dönemindeki oldukça yoğun yangın ve deprem felaketlerine karşın İstanbul, 15. yy başında 80 bin nüfuslu ve güzel bir kent haline gelmişti. Ne var ki bu kent, 1509’daki çok büyük depremde yerle bir olmuştu. Sultan Edirne’ye gitmiş, çok köktenci yöntemlerle Anadolu ve Rumeli’nden işçi ve usta olarak 10 bin kişiyi İstanbul’da toplatmış ve başkenti adeta tümüyle onarmıştır. İstanbul’daki birçok kilisenin camiye çevrilmesi de bu dönemde olmuştur.
II. Bayezit’in hükümdârlık yıllan, istikrar ve güvenlik koşullan içinde büyük bir ekonomik gelişme ve şehirleşme dönemi olmuştur. Edirne, İstanbul ve Bursa, camilerin yanı sıra kervansaraylar ve külliyelerle imparatorluk başkentlerinin özelliği olan başka büyük yapılar kazanarak hızla gelişmeyi sürdürdüler. Dönemin tarihçisi İbn Kemal, Bayezit’in babası gibi büyük bir Fâtih olmadığını, ancak babasının dönemindeki fetihleri pekiştirdiğini söyler.

I. Selim ve Süleyman’ın büyük fetihleri için gerekli koşulları, bu gelişme dönemi yaratmıştır. Bayezit, Osmanlı ordu ve donanmasını da modernleştirmiştir; Selim’e İran’da İsmail'e ve Mısır Memlûklerine karşı kesin zaferlerini kazandırtan en önemli etmen, Osmanlı ordusunda kullanılan ateşli silâhlardır.
Osmanlı İmparatorluğunun Klasik Çağı, Halil İnalcık, Yapı Kredi Yayınları.
Yeniçerilerin desteği ile babası Sultan II. Bayezid’i tahtından indirip, onun yerine 1512’de başa geçen I. Selim, fetih sürecini Doğu’daki İslam topraklarına kaydırarak Anadolu Türkmenleri’nin Şii İran’a gösterdiği ilgiyi başında kesmek için Şah İsmail’le Çaldıran Savaşı’nda karşılaşmış ve savaşı kazanmıştı.
1514 Çaldıran Zaferi, genelde Osmanlı-İran sınırlarını kesinleştiren, Şii İran’a verilen bir gözdağıdır. Bu savaşta ilginç olan Şah İsmail’in ordusunun Türkmenler’den kurulu olmasına karşın Osmanlı ordusunun ağırlığını yeniçerilerin oluşturması ve Selim’in Farsça divanına karşı Şah İsmail’in Türkçe divanı olan bir şair olmasıdır. İran’da Safavi sülalesinin kurucusu olan bu Türkmen, Yunus Emre geleneğini sürdürüyordu. Bu olguda Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısı ile ilgili açık bir mesaj vardır. Bu karşılaşmanın arka fonunda, Osmanlılar’ın kendilerini İslam dünyasına egemen kılma çabası görülür.
I. Selim, 1517’de Memlük güçlerini Halep civarında Mercidabık, Filistin’de Han Yunus ve Kahire yakınında Ridaniye’de yenerek Mısır Memlük Devleti’ne son vermiştir. İslam halifesi Mütevekkil’i İstanbul’a getiren I. Selim, İslam halifeliği unvanını da Osmanlı hanedanına getirdi. İstanbul, “Darü’l-Hilafe” oldu.

I. Selim’in saltanatı sırasında, Anadolu’nun her köşesi İstanbul’a bağlı değildi. Maraş ve Elbistan, Dulkadiroğulları’ndan, Divriği ve Malatya, Memlük idaresinden o dönemde alındı. Anadolu Türkmenleri’nden Bozoklu Celal, o dönemde kendini Mehdi ilan ederek İstanbul’u tanımamıştı. Celali İsyanları’nın başı o dönemdedir ve Alevi Türkmenler’le İstanbul arasında bitmeyen kavganın başlangıcıdır.

Mısır’ın fethi, Osmanlı kültür ve sanatına dolaylı ve sınırlı olarak etkili olan Memlük geleneğinin daha fazla tanınmasına yol açtı. Mekke’den gelen “Emanat-ı Mukaddese” Sultan Selim’e teslim edildi. Mısır’daki zengin savaş ganimetleri de İskenderiye’ye gelen Türk donanmasıyla İstanbul’a gönderildi.
1518 Ocak’ında İstanbul’a gelen Osmanlı Padişahı, son Halife Mütevekkil’den halifelik unvanını devraldı. Böylece, İmparatorluk’un evrensel egemenlik vizyonuna İslam Halifeliği de (Halife-i Rüyi-zemin ve Hadimü’l-Haremeyn ve’ş-Şerifeyn) unvanları eklenmiş oldu.
Yavuz Selim’in, Doğu’daki savaşlar bittikten sonra Akdeniz’deki Hıristiyan devletlerle savaşa hazırlandığı, İstanbul’da tersanenin 160 göze çıkartılması kararına dayanarak söylenebilir. Bu arada Rodos’u da fethetmeyi düşünmüş olmalıdır. Fakat Anadolu’da Bozoklu Türkmenleri’nin isyanı ve sırtındaki “şirpençe” denilen çıban nedeniyle bu projeler gerçekleşmedi. Yavuz Selim, Edirne yolunda 1520’de öldü. Sekiz yıllık hükümdarlık yaşamına en büyük iki Osmanlı seferi ve zaferini sığdırmıştı.

I.Selim Dimetoka’da ölen babasının İstanbul Bayezid Camisi dış avlusundaki mezarı üzerine bir türbe yaptırmıştı. İstanbul’da adını taşıyan Sultan Selim Camisi ve kendisinin mezarı da oğlu I. Süleyman (Kanuni) tarafından yaptırılmıştır.
Edirne’yi İstanbul’a yeğleyen I. Selim, başkentte çok oturmamış ve herhangi bir yapı etkinliğinde bulunmamış, daha doğrusu öyle bir zamana sahip olmamıştır. Fakat, Çaldıran ve Mısır savaşlarından sonra binlerce sanatçı ve okumuşu İstanbul’a getirmiştir.
Trabzon İmparatorluğu’nun ancak 15. yy’ın ikinci yarısında, Kilikya Ermeni Krallığı’nın 14. yy sonunda ortadan kalktığı, Doğu Anadolu topraklarında Akkoyunlu aşiret konfederasyonunun ve Memlükler’ın egemenlik alanları ve Osmanlı fetihlerinin Anadolu’daki süresi düşünülürse, Malazgirt’ten sonra Anadolu’nun Osmanlılaşması sürecinin 16. yy’a kadar uzadığı görülür. Kaldı ki bu yerleşme, egemen olma ve adaptasyon süreçleri bugün Türkiye dediğimiz coğrafyada bile büyük farklılıklar göstermiştir. Örneğin 16. yy’da İstanbul, Doğu ya da Güneydoğu için bir model olmamıştır. Türkleşme de söz konusu değildi. Yeni bölgelerin savaşlarla ele geçirilmesi, göçerlerin bu bölgelere savaşla ya da savaşsız sızmaları, “Dönme”lerden, Doğu İslam illerinden gelenlerden ve yerleşen göçerlerden oluşan yeni bir kentli sınıfın oluşması, yeni devletçiklerin bölge bölge, hatta kent kent kuruluşu, fatihlerin Bizanslılar’la ve birbirleriyle sonu gelmeyen mücadeleleri, kültürel ve ticari yeni ilişki strüktürlerinin ortaya çıkışı, Anadolu’da ve Balkanlar’da -Anadolu’daki daha uzun ve karmaşık olmak üzere- yüzlerce yıl sürmüştür. İstanbul’un tek merkezliliği perçinlemesine kadar göçer geleneğin başına buyrukluğu ile “Han” otoritesinin mutlak egemenliğini sağlamak isteyen merkeziyetçiliğin sistemsel çekişmesi bitmek bilmemiştir. Politik yapılaşmada merkeziyetçi Sünni egemenliği ve yeni devlet imgesi oluşana kadar göçer geleneklerinin varlığı etkili olmakta devam etmiştir.

Sadece politik yaşamda değil, bütün yaşamsal etkinlik alanlarında Osmanlı İmparatorluğu kendisini Kanuni Sultan Süleyman çağında ve sonrasında dünyanın en büyüğü olarak görmüştür. İmparatorluk’un en geniş politik egemenlik sınırlarına varması, idarenin bütün nitelikleriyle kurulması, ekonomik olanakların en üst düzeye ulaşması, toplum kültürünü sınırlayan ve yönlendiren kurumların yerleşmesi, sanat ve mimaride en belirleyici üretimin yapılması, Osmanlı Klasik Çağı’nı tanımlar.
Eğer mimari bağlamında bir Klasik Osmanlı tanımı yapılacaksa, bu ne Sinan’dan öncedir, ne Sinan’dan sonradır. Sinan’ın sanatı mimariyi bugün en yüksek olduğunu kabul ettiğimiz noktaya eriştirir. O dönemde üretilenlerin tanımladığı nitelikler, Avrupa’nın etkileri duyulana kadar, fazla değişmeden sürdürülür. Bu iki yüz yılın yaratıcı olduğu anlar vardır. Bu iki yüz yılın Viyana’yı almayı düşünecek kadar kendine güvendiği anlar vardır. Fakat imparatorluk bir Selimiye daha yaratacak gücü bir daha kendinde bulamayacaktır. Sinan’dan sonraki her mimari olgu onun çağına referans vererek anlaşılabilir. Ancak Lale Devri, Batı’ya bakan bir göz yaratacak ve Osmanlı Devleti, III. Ahmed ve I. Mahmud dönemlerinde bir daha geriye dönemeyeceği bir adım atacaktır.

I. Süleyman dönemi Macaristan’ın büyük bölümünün, Irak’ın ve Akdeniz çevresinin İstanbul’un kontrolüne geçmesini sağlar. Doğu’da egemenliğin güçlendirilmesi, Viyana kapılarından Kırım ve Azak Denizi arasındaki ülkelerin İmparatorluk’a bağımlı kılınması varılan son sınırlardır. Giderek batı ve kuzeydeki sınırlar küçülse de 18. yüzyılın başında İmparatorluk Macaristan dışında, 16. yüzyılda varılan sınırların pazarlığını yapabilmektedir.

İstanbul’un başkent olmasından sonra Osmanlı tarihinin en önemli olguları sultanların katılmaya devam ettikleri savaşlar, Celali isyanları, kanunların ve örfün güçlü olmasına karşın din kültürü ağırlıklı bir toplumsal yaşam, sürekli olarak Avrupa’dan geri kalan bir eğitim, giderek bozulan bir ekonomidir. Osmanlı Devleti, Fatih döneminin kültürel açılımını, Kanuni döneminin askeri ve ekonomik gücünü bir daha elde edememiştir. Lale Devri’ne kadar tarihi tablo bir gerileme tablosudur. İmparatorluk tarihinde 1683’te Viyana kuşatmasına girişilmesi bir büyük güç ifadesi olarak görülse, hatta 1711 Prut Savaşı eski zaferleri anımsatsa da, devletin ekonomik gücü, üretim gücü, toplumsal dinginliği yitirilmiştir. Osmanlı Devleti kendi mirasını yemektedir. Lâle Devri’nin Batı’ya dönüş işaretleri bir seçim değil, bir zorunluluktur.

1526’daki Mohaç Savaşı’ndan sonra Budin 1529’da ne Osmanlı idaresine girmiş ve Macar tahtına Türk himayesinde bir kral oturtulmuştu. Aynı yıl Kanuni’nin yirmi günlük, daha çok gösteri niteliğinde bir Viyana muhasarası vardır. Habsburglar’la olan sınır, bazı kalelerin alınıp verilmesi dışında yüz elli yıl aynı kalacaktır.

16. ve 17. yüzyıllar Osmanlı Devleti’nin bir Orta Avrupa devleti olduğu dönemdir. Venedik, Avusturya, Polonya ve Rusya sınırlarında Transilvanya, Moldavya (Buğdan) ve Vallakya (Eflâk) Kırım Hanlığı; Doğu Karadeniz Nogay Hanlığı ve Kafkasya’da Abhazya, Osmanlı Devleti’ne bağlıdır. Bu çağ Sokollu’nun Don ile Volga arasında bir kanal açılmasını düşündüğü büyük tasarılar çağıdır. Fakat buna paralel olarak, 1. Selim zamanında başlayan Anadolu ayaklanmaları (Celali isyanları) Köprülüler çağına kadar, yani İmparatorluk’un Avrupa’da en büyük sınırlara ulaştığı dönemde bile sürüp gitmiştir.

Habsburglar’la Osmanlılar arasındaki bitmeyen sınır savaşları 1914’e kadar sürmüştür. Rusya’nın güçlenerek ortaya çıkmasından önce Osmanlı’nın başlıca Avrupalı düşmanı Habsburg lmparatorluğu’dur. Bunun Akdeniz’e yansıması da Osmanlı Akdeniz politikasının temelini oluşturur. Kuşkusuz buna Osmanlı-Venedik karşıtlığını da katabiliriz. Fakat bu sonunda Venedik’in Akdeniz ekonomisini Osmanlı ile yenilenen anlaşmalar zemini üzerine oturttuğu bir modus vivendi olacaktır. Bu savaşların en ilginç sonucu Habsburg İmparatoru V. Karl ile Fransa Kralı 1. François arasındaki mücadelenin Osmanlı-Fransız ilişkilerini güçlendirip, Fransız kültürünün Osmanlı başkentindeki etkisinin 18. yüzyılda ön plana çıkmasıdır. Avrupa tarihi bağlamında Osmanlı etkinliği ise Katolik Habsburg sülalesi ile Protestan Alman prensleri arasındaki sürtüşmelerde Osmanlı’nın Protestanlar’ı desteklemesidir.

Osmanlılar’ın Avrupa ile bitmeyen mücadelesinde etkili faktörlerden biri de İran şahlarının Avrupa ile ilişkileridir. Osmanlı, Batı cephesinde bir sorun olduğu zaman İran cephesini sakin tutmak, İran’la bir sorun olduğu zaman Batı cephesini sakin tutmak zorundadır. Kanuni’nin ünlü Bağdat Seferi ve onun arkasından 1555’e kadar süren mücadeleler 16. yy ortasında Azerbaycan, Irak, Bağdat ve Basra’nın Osmanlı egemenliğine geçmesiyle sonuçlanmış, bu da Osmanlılar’ın Hint Denizi’nde Portekizliler’le karşılaşmasına neden olmuştur. Fakat bu olgu Uzakdoğu’nun kârlı baharat ticaretini Osmanlı kontrolü altına almaya yetmemiştir. Gerçi 16. yy sonu savaşları Safeviler’in yenilgisi ve toprak kayıplarıyla sonuçlanmışsa da, Osmanlı’nın bundan sonra İran’dan kazanacağı bir şey olmayacaktır. Sadece Kafkasya egemenliği Rus-İran ilişkisini sınırlandıracak bir taktik amaç olarak kalacaktır. Osmanlılar Rusya’nın Avusturyalılar kadar hatta daha da önemli rakipleri olacağının, Altınordu’dan kalan hanlıkların giderek Moskova tarafından ortadan kaldırılmasıyla farkına varmışlardır. Rus tehdidinin gerçek boyutu ise Polonya’nın ve Kırım hanlarının güçlerinin Rusya’yı artık zaptedemediği 17. yy’da ortaya çıkacaktır.

Doğan Kuban, Osmanlı Mimarlığı, YEM Yayınları



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder